Peygamberlerin Ekonomik Hedefi
Tarih Felsefesi - Habil-Kabil'
Mahrumlardan ve Mahrumlar İçin İlahi Peygamberler
Felsefede Materyalist Ahlakta idealist
İdeoloji ve Düzen Ya Da Sistem - Akaid ve Ahkam
Sınıfsal Mevki ve Münafıklar Ekonomisi
İSLAM EKONOMİSİ
İslam'da Ekonominin Önemi
Kavramları parça parça ele aldığımızda anlamı yoktur; olsa da sapmış biçimde bulunacaktır. Ne yazık ki dini konularımızın hepsini parça parça ve tek boyutlu olarak ele aldığımız için, sonuca ulaşmamaktadır. Vaiz veya müfessir bir konuyu alır sonra bu konuyu olgunlaştınr ve bir sonuca varır. Sonra da bu sonuç bir talimat, bir inanç ve bir prensip olarak sapkın bir biçimde herkes için sözkonusu edilir. Bazen konuyu, geçmişte her zamankinden çok olduğu üzere dünyadan yüz çevirmenin başına koyarız: Dünyanın yararı yoktur; tüketimi aşağı çekmeliyiz. Soyluluğu uzaklaş-tırmalıyız. Olabildiğince sade olunmalı; iki evle yaşayabili-yorsan üç ev alma; bir evle yaşayabiliyorsan iki ev alma. Üç kat elbise ile yapabiliyorsan dört kat elbise alma vs. Bunlar, ayet şeklinde takrarlanan rivayetleridir. Peygam-ber'in davranışı, Peygamber'in sünneti, imamın davranışı olarak da geçmektedir. Bir topluluk bunlara dayanarak amel etmekteydi. Nasıl bir sonuç elde edilmiştir? Ruhbanlık, zühdçülük ve dünyadan yüz çevirme, tüm nimetlerin
(ilâhi ve ülkeye ait nimetler) serseriler, başıboşlar ve tembellerin ya da müslüman olmayanların eline geçmesine yo-laçmıştır. Müslümanların dünyadan yüz çevirmeleri, müslüman olmayanların da dünyayı yağmalamaları nedeniyle ve insanların yazgısı, ekonomik güçlerin kendilerinin ellerinde bulunduğu kişilerin eline geçtiği için müslümanların insani ve düşünsel yazgısı da kendiliğinden başkalarının eline düşmüş oldu. Bunun örneği Hindistan'dır. İngilizler Hindistan'a geldikten, yeni bir ekonomi, yeni bir piyasa, yeni bir üretim ve tüketim, yeni bir eğitim ve öğretim, ingiliz okulları ve yeni bir eğitim sistemi Hindistan'a girdikten sonra müslümanlar dünyaya yüz çevirdiler. Bundan önce Hindular çoğunluk olmalarına rağmen hem ekonomi, hem de yönetim müslümanların elindeydi. 600-700 yıl boyunca Hindistan hep İslam ülkelerinin en azametli ve en büyüklerinden biriydi. İngilizler gelene kadar. Hindistan İslami düşüncenin merkezi, müslümanların gücü ve en büyükîs-lam ülkesiydi. Hatta Osmanlı İmparatorluğu yıkıldığında hilafeti yeniden kurmak için çabalar Hindistan'da başladı. Çünkü hindular geri kalmış ve yozlaşmışlardı; İslam'dan sonra tarih boyunca yönetim müslümanların elinde olduğu için bilim, ekonomi, eğitim, teknoloji, ticaret, uygarlık ve herşey onların kontrolündeydi. Uygarlar müslüm ani ardı, yozlaşmışlarsa hindular. Gelen İngilizler yeni bir ekonomik düzeni, eğitim düzenini yerleştirerek müslümanları yönetimden uzaklaştırdılar, hinduları ise yeni ekonomi ve eğitim sisteminin başına geçirdiler. Hindular (600-700 yıl boyunda aralarında okumuş ve bilinçli bir şahsiyet ve simayı göremeyeceğiniz hindular) yeni eğitim sistemini ele aldıktan sonra aralarından Gandiler, Nehrular, Şaşteriler çıktı. En parlak bilginlere, politikacılara ve güçlü kişileri sahip olan müslümanlar ise çöküşe doğru sürüklenmeye
başladılar; öyle ki en büyük şahsiyetleri Muhammed Ali Cinnah ve Bayan Fatıma (O'nun ablası) idi, başka da kimse yoktu. Bir de bu şekle dönüşen bugünkü Pakistan'dır ve ayrılığı göstermektedir. Şu anda bile Pakistan müslüman-lara sempatimiz Hindistan ateşperestlerine olanla kıyaslandığında azdır. Öyle değil mi? Gandi Hanım nerede, But-to bey nerede? Zülfali Han, Zülfîkar Ali Han, İskender Han; Tagor, Gandi ve Şaşteri (ki başbakanlık sarayına bisikletle giderdi) gibi şahsiyetlerdir veya cumhurbaşkanı Radhakrişna gibi (Avrupa'ya gittiğinde bilimsel ve felsefi bakımdan Avrupa'da ses getirir) büyük bilimsel şahsiyetlerdir. Butto ile İskender HanTcıyaslanamazlar. Niçin böyle oldu? Çünkü müslümanlar yüz çevirdiler; ekonomi ve eğitim de hinduların eline geçti ve müslümanlar iki nesil sonra yozlaştılar.
İslam tarihinde, sade yaşam üzerinde yoğunlaşıp dünyadan yüz çevrilmesi veya anlamsız ve hedefsiz sapkın zühdçülük, en iyi müslümammızı en yoz müslüman haline getirmiştir. O zamanlar, İslamda gelişmiş olan bu zühdçülük ve dünyadan sufice yüz çevirme sapmasına karşı mücadeleden bir aydın şöyle der: Niçin böyledir? İslam ve Kur'an, 'hayırlar', nimetler', 'ganimetler' ve bunun gibi şeylerden sözeder. 'Çokça ganimetler', hicretin sonuç ve hedeflerinin bir parçasıdır. 'Çokça ganimetler', maddi dünyaya ait şeylerdir; bunların hepsi maddidir. Peygamber der ki, "Kuşkusuz hayır sevgisini severim! 'Hayır', Kur'an dilinde ve Peygamber'den yapılan rivayette para ve dünya malı anlamına gelir; bir kimse dünya malına sevgi duysa ve onun ardından gitse 'ben bu sevgiyi severim" yani kendim dünya malını sevmem, ama toplumun, müslümanların dünya malını sevme eğilimlerini severim. Diğer taraftan ne meydana gelmektedir? Soyluluk, kapitalist ve paratapıcr -
ğın yorumu, sapkın mal yığan soyluluğun yorumu Peygamber, "Çokça ganimet, velayetin ve dinin bereketidir. Müslümanlar güzel ve hoş şekilde yaşamalıdırlar." buyurmuştur.
Oysa her ikisi de sapmadır. Yani bunların hiçbiri İslam değildir. Her ikisi de aynı çizgiye düşmüşlerdir ve soyutlamayla, devamlı olarak bir bölüme, bir parçaya dayanmış ve onu geliştirmişlerdir. Sonraları İslam'ın gerçek çehresi, İslam'ın ne tür bir mekteb olduğunu anlamak isteyen bir araştırmacı ve bir üniversite öğrencisi için artık anlaşılmaz hale gelmiştir. Bir zaman olur zühdçülüğe yönelir; öyle ki Buda'dan ve Hind arınmacılardan da ileri gider. Bir zaman da olur ki batı kapitalizmini bile geçecek bir paratapınma-cılığına yönelir. Sonra ne olmuştur? Bu nedir? Bu mekteb ne ile isimlenir?
Her ikisi için de Kur'an'da, peygamber'in sünnetinde, peygamber'in hadisinde oldukça fazla delil mevcuttur. Bu mekteb niçin anlaşılamamaktadır ve niçin anlamı ortadan kalkmıştır? Çünkü bu kavramlar ideolojinin bütününde sözkonusu edilmezler. Parçaları, İslam mektebinin tamamlanmış bileşiminde göstermek ve o zaman ne anlam verdiğine bakmak gerekmektedir. Bu durumda her iki anlamı da verdiğini görmekteyiz: Hristianlık, Mazdekilik, Manilik ve Hind arınmacılığından İslam'a giren sufilik, zahidlik (Ekonomik yaşamın, uygarlığın ve ilerlemenin çöküşüne yolaçan dünyadan yüz çevirme) sözkonusu olduğunda İslam bununla mücadele eder ve bu mücadelede maddecilik, ekonomi, yaşam, üretim ve yararlanmanın değerlerine dayanır. Ekmek aracılığıyla Allah'a ibadet edebileceğim söyleyecek kadar ekmeğin değerini esas alır. Yahut, mesela "Meaş'ı (Geçimliği) olmayanın Mead'ı da (Ahireti de) omaz." ifadesiyle mead'ı maddi yaşama bağlar ve doğru da söylemiş olur. Doğru-dürüst ekonomileri olmayan toplumların, doğru-dürüst kültürleri de yoktur. Ahlaki değerleri de giderek zayıflamaktadır. Amerika'nın siyahları arasında niçin bu kadar fesad vardır? Siyahların zaten fasid olmaları nedeniyle mi? Hayır, zayıf bulundukları ekonomik yaşam nedeniyle. Amerika'daki siyah ırk, ekonomik konumu olmayan bir yerde bulunmaktadır. Ekonomik konum bulunmadığından kültürel ve manevi konum da olmayacak, manevi ve insani gelişim de duracatır. Harlem sokağındaki siyah çocuğun eğitim imkanları New York veya Washington'da en iyi yerlerde ya da en iyi çocuk psikologları ve eğitimcileri ile bilimsel bir sistemde eğitim gören çocukla aynı değildir; siyah çocuk esrar, pislik ve fesad içinde büyümetedir. Nitekim ortaya ne çıktığı da bellidir!
Bu zayıf ekonomik konum, zayıf kültürel konum, fesad vs. nedeniyledir. Tahran'daki çocuk suçluların dosyalarım inceleyin. Milli Üniversite'den birisi bana çocuk suçlularla ilgili beş-altı tez verdi: Güneyden şehrin yukarılarına, zengin kesimlere doğru çıkıldığında çocuk suçlarının oranı düşmektedir. Oysa insanlık bakımından, yukarılara çıkıldıkça adam sayısı azalmaktadır. Ama ekonomik imkanlar nedeniyle, babası hırsız olan ve kuzeyde yaşayan zengin çocuk en iyi okula, en iyi öğretmene, en iyi kitaba ve en iyi eğitime sahiptir. Şehrin güneyindeki köyden yeni gelmiş, kendisi dindar, hanımı da temiz olan işçinin talihsiz çocuğunun kaçakçılık, hırsızlık ve yankesicilik yapma ihtimali çok yüksektir. Bu, insanın doğasına özgü bir şey değil onun ekonomik yazgısı nedeniyledir. Bundan dolayı, ekonomik fakirlik meselesinin temel olarak söz konusu olduğu bir yerde (fakir bir toplum ve geri kalmış bir ekonomi) İslam, ekonominin gerçekliğini ve olabildiğince fazla ekonomik ilerleme ve yararlanmayı esas alır. Burada sorun sosyaldir.
Bir başka yerde, 'birey'in ekonomik, maddi ve soylu yaşamdan yüz çevirdiği ölçüyü esas alır. Bu ne demektir? Önce İslam'dan ve islam ekonomisinden birey olarak mı, toplum olarak mı bahsedildiğini somutlaştırmak gerekmektedir. Bunları birbirinden ayırmazsak sorun karmaşık hale gelir ve tamamen çelişikili sonuç elde edilir. Basit bir yaşama sahip bir topluma, yani daha az yararlanmanın yaşandığı, teknolojik açıdan geri kalmış, ekonomik olarak aşağıda ve refahı olmayan bir topluma İslami bir değer vermek isterseniz bu; İslam'da fakirlik felsefesi, zillet ve geri kalmışlık olur. Burada İslam neyi esas almaktadır? Olabildiğince fazla yararlanma 'çokça ganimet' elde etme ve olabildiğince fazla meaşı (dünyalığı) meadın (ahiretin) altyapısı olarak almayı. Burada servet ve para 'hayır'dır; serveti çok olan bir toplum da çok çok hayra sahip demektir. Taki Bey, Hasan Bey, Ali Bey, ben, sen (İslam toplumu değil) bu toplumdaki ve bu toplumla ilgili tüm çabaların sözkonusu olduğunda maddeden olabildiğince çok yararlanman lüks ve en son modaları kullanman, olabildiğince çok biriktirmen İslam'a aykırı bir eğilim olur. Toplumsal gidişte olumlu olan bu eğilim, bireysel-psikolojik gidişte olumsuzdur. Nitekim bireysel yaşamda ilerlemeye dönük ve ilahi bir iş olan zühd, toplum için fakirlik felsefesi ve zillettir. Sermayedarlık, ekonomik ilerleme, maddi ilerleme ve toplumda (İslam'da altyapısı demir olan bir toplum) olabildiğince güçlü ve olabildiğince çok miktarda madde sahibi olunması Kur'an'ın ve İslam'ın bir büyük dayanağıdır. Kur'an şöyle der:"... Kendisinde çetin bir sertlik ve insanlar için yararlar bulunan demiri de indirdik."[1]Yani demir üzerine bir toplum kurunuz, fakirlik, zillet ve zayıflık üzerine değil. Demir nedir? Silahtır, makinadır, tekniktir. Yoksa böyle değil mi? Burada öncelikle bakışaçılannın belirlenmesi gerektiğini görüyoruz. Yani Kur'an'ın bir şeyi esas aldığı görüldüğünde bunu hangi açıdan yaptığına bakılmalıdır.
Dünyada ve fakir bir toplumda müslümanlar (ki Ortadoğu ve Afrika'dadarılar) niçin fakir ve dünyadan yüz çevirenler olmaktadırlar ve niçin güzel yaşama, teknoloji ve maddi yararlanmaya önem vermemektedirler ? Bu nedenle ekonomi, üretim, tüketim ve dağıtım tamamen Avrupalı sermayedarların, Rusların ve Amerikalıların elinde bulunmakta, bundan dolayı da onların hizmetçisi olmaktayız; bir iğne için bile onları bekliyoruz. Ekonomik fakirlik siyasal fakirliği doğurmakta sonra da ekonomik sömürüyü ve bağımlılığı ortaya çıkarmaktadır. Bu gün dünyada ekonomik bakımdan aşağı düzeyde olup da bağımlı olmayan bir toplum var mıdır? Olabilir mi? Siyasal bakımdan kendisini bağım sizi aştırır, ama iş üretime geldiğinde bir iğne için sermayedara muhtaç olur. Eğer sermeyadar vermezse topal kalır; verdiğinde de sömürüye yönelik siyasal 'direktiflerini dayatır. Böyle değil mi? Devrim yaptıktan ve siyasal bağımsızlığa kavuştuktan bir süre sonra tekrar Batının vesayetine girildiğini görüyoruz. Niçin? Çünkü toplumu fakirdir; ekonomi fakirlik de bir insanı ve bir milleti kendiliğinden siyasal 'teba' durumuna getirir. Bu nedenle Kur'an bununla ilgili olarak "Ekmek aramayı size ibadetin bir parçası olarak yazıyorum", "Eğer birisi maddi yaşamını savunurken öldürülürse şehiddir", "Ekmeği namazın vesilesi ve alt yapısı kabul ediyorum.", "Muhacirler ahirette kurtulma ve cennetlik olmaya ek olarak dünya hayatında da refan içindedirler ve ekonomik yararlanmaya sahiptirler"i vurgular. Sonra bireysel yaşamın ardına düşer. İnsannın günlük yaşamındaki yönlendirici sebeplerden kimisi, insanlar arasındaki ilişkilerde değere dayalı bağımlılık ve değerler yönündedir ve değere dayalı konular nedeniyledir. (Bilim, özgürlük, takva, iman, güzel ve mukaddes şeyler) çaba, endişe, ihtiyaç ve bağımlılığından bir kasımı, para kazanmak ve çıkar sağlamak (bunun ve şunu, işine yarayacakları yarın lazım olacağı ve yaşamına katılmaları gözüyle görür.) içindir. Bu iki ilişkide işine ve kazancına yarayacak olan dışında hiç kimse ile teması olmayacak veya işinin sekteye
*. Öğle yemeği yemek için bir restorana giderdim. Orada İsrailli bir arkadaşım vardı. (Yemeğe başlarken başına taktığı takkeden Yahudi olduğu anlaşılıyordu.) Çoğunlukla yanyana oturduğumuzdan tanışıyorduk. Ben hep 'Le Mond' okurdum. (Gıdamın bir parçasıydı.) Bir defasında Le Mond'un beşinci sayfasına bakmakta olduğunu fark ettim. Sordum: "Ne istiyorsun?" ".... sütununu" dedi. Baktım o sayfa İşime yaramıyor. Ona ve-dim. Sonra bana "işin ne?" diye sordu. "Öğrenci." dedim. "Nerelisin?" dedi. "İranlı." diye cevap verdim. "Bunları okuyor musun? (Le Mond'un başmakalesini, siyasi haberleri okuyordum; nerede darbe olmuş, nerde neler meydana gelmiş vsi Bunlar ne İşine yarıyor?" diye sordu. Cevap verdim: "Öğrenci olman senin ne işine yarıyor?" "İnsan mantıklı olmalı. İkimiz de öğrenciyiz. Ben İsrail'den sen de İran'dan aylık yüz tümen, bin tümen harçlık alıyoruz. Bu para Fransız Frank'ına çevriliyor, sonra da harcıyoruz. Frank'm dalgalandığı her gün yaşamımız üzerinde etkili oluyor. Bu nedenle bu sütun işimize yarıyor. Paris'te hep pahalılaşan ve ucuzlayan bu maddeler (ayda bir tümen boyutunda) yaşamımıza etki ediyor mu, etmiyor mu?" diye sordu. "Evet", dedim. "Ama mesela Şili'de darbe olduğunu söyleyen o başmakalenin senin -bir İranlı öğrenci olarak- üzerinde ne etkisi var? Niçin bunları okuyorsun?" dedi. Konuştuğu dilin, kendisi ile tartışabileceğim bir tarza sahip olmadığını gördüm. Çünkü o, dünyaya 'yaşam açısından işe yararlık' temelinde bakmaktaydı. 'Doğru da söylüyordu! O temele ve görüşe göre, Afrika'da ne olduğu, Lumumba'nın ne yaptığı vs. oradaki bir öğrencinin yaşamı ile ilgili olarak ne işe yarayabilirdi? Eğer kahve bir frank ucuzlamışsa günde bir veya iki kahve içen benim için bu yüzden bir franklık fark yarar veya zarar olabilir. Evet işte bu yönlendirici bir sebeptir.
insani düşünce atmosferleri; ilişkileri, dostlukları düşmanlıkları, hatta evlilikleri bile para temeline dayanacak olan-kişiler vardır. Kayınpederleri ile evlilik yapan kişileri görmüyor muyuz! Bu para için değil midir? Yani insan yaşamında sahip olduğu en aziz şeyi hangi şey temelinde düşünür! Ne sevme, ne aşk, ne de insani değer; bir miktar para veya eşinin sahip olduğu hısım ve akraba sayısı tamelinde...uğramaması için hiç kimse ile teması bulunmayacak bir yola girerse[2] İslam ona baskı uygular, uygulamalıdır da. Bundan dolayı iki mesele sözkonusudur; biri şudur: Kendini, varlığının bütün boyutlarını, insani yeteneklerinin tümünü, tabiatın Rabbinin insana yerleştirdiği ve kitap, konuşma, söz ve insani ilişkiler aracılığıyla, değerlerele temas aracılığıyla yaygınlık ve gelişme kazandırılması, hava ve güneş aldırılması gereken değerleri mal yığma ve tüketime tapmanın kurbanı haline getiriyorsun. Oysa biraz fırsat lazımdır. Bir miktar bağlılık ve duygu taşımalısın. Bu şeylerden biraz lezzet almalısın, ama almıyorsun. Bütün üzüntün devamlı olarak muhasebe ve varlık bulmuşluktur. Bu şekilde aşağı iniyorsun. Sürekli olarak, "varlık bulmuş-luğunun genişlediği ve "varlığının küçük, daha küçü olduğu düzeye kadar küçülüyor ve alçalıyorsun. İslam bunu kabul edemez. Molla, geçimlik ve ekonominin asilliği ile ilgili, "çokça ganimetler", 'hayr' vs. ile ilgili rivayetleri fare gibi, domuz gibi bir yaşama yorumlamak için sofrana getirmek ve senden bir miktar para ve pay' almak ister. Bu, o meselenin dışındadır: Ekonomik düzen, bir zama toplumda bir düzen veya eğilim olarak sözkonusudur; bir zaman da bireydeki düzen veya eğilimdir. İslam'ın bu iki boyut, bu iki yönelişle çelişkisi vardır. Bütünlüğü içerisinde bakmadığımızda birey hakkındaki ekonomik görüşü alıp topluma koyarsak fakir, talihsiz ve çökmüş bir topluma sahip oluruz; İslam'ın toplum konusunda geçerli olan maddi eğilimini alıp birey üzerine oturtursak bireysel kapitalizm ve mal yığmayı izah etmiş bulunuruz. Bu ikisi de 'İslam'dır, her ikisi için de rivayet, hadis ve sünnet vardır!
Üçüncü mesele, bireyin ayrı olarak bir İslami ekonomiye toplumun da ayrı olarak İslam dışı bir ekonomiye sahip olup olamayacağıdır. Toplumda varolan düzen islami olmadığı halde islami bir ekonomi temelinde yaşamını sürdüren bir bireyden sözedilebilir mi? Bu durumda ortaya mizahi, bilim ve zihindışı ve saçma-sapan bir şey çıkacaktır; sorumluluk taşımayan, gerçekleri görmeyen ve yaşamın içinde bulunmayan kişinin kendisi için ördüğü şey bunun dışındadır! Yaşamın içinde bulunmayan, ekonomide ve piyasada yer almayan, muameleye katılmayan benim için zihnimde ideal-mutlak bir islami ekonomi tasarlamak pratik imkanı olmamasına rağmen böyle yaşamaları için bunu herkese dayatmak çok basittir. Bunun pratiği yoktur, çünkü ekonomi sosyal bir konudur. Esasen İslam dışı bir düzende bir birey ekonominin içinde yeralmıyorsa islami olarak yaşayabilir, ama ekonominin içinde bulunuyorsa yapamaz; kendisini kandırıyorsa o başka. Ben her biçimiyle kapitalizmi faiz kabul ediyorum, ama molla onu ne yapmak istiyor?! Bunu yorumlamak, bir şekilde 'islamileştirmek' ve payını da almak istiyor. Öte yandan idealist düşünen keskin devrimci gencimiz, toplumun ekonomik düzeninin bireyin ekonomisi üzerinde egemenliğini gozönünde bulundur-maksızın o bireyi mahkum ediyor. Çok küçük ilişkilerle ilgili olarak bir örnek zikredeceğim: Meşhed'de bir evim var. Tahran'da ev almak için bu evi satmak istiyorum. Böyle bir davranış çok doğal bir davranıştır; yani yapmayabilirim de. Bazen ekonominin İslami olmadığı ve ekonomik bir iş yapmamamız gerektiği söylenir. Ama benim yaptığım bu iş ekonomik bir iş değildir; insani bir yaşantıdaki bireysel iştir. Her varlığın, her insanın eve ihtiyacı vardır. Ben de oradaki evi satmak ve burada bir ev almak istiyorum. Oradaki evi örneğin yetmişbin tümen'e almışım, üç, dört, beş, yıl geçmiş ve ev mahvolmuş. Diyorum ki, "Bu evin değeri nedir?" "Beşyüzbin tümen" deniyor. Dört yıl boyunca mahvolmasına rağmen bugün değeri nasıl yedi katına çıkar? Acaba bu islami midir? Hayır. Niçin? Çünkü üretimde bulunmadım, hatta ondan yararlandım. Onunla iş yapmadım, tam tersine onu mahvettim. (Bu, anlattığım işimin bir örneği) Bir arsa da üniversite vermişti. (Herkese verdiler; bana da verildi. Bir milyon metreyi bedava alıp beşyüz metresini insana minnet ederek verdikleri 'sahte' bağışlardan!) Arsayı verdiklerinde beşyüz-altı yüz tümen ediyordu, bugün kaça alırlar? Yüzyirmibin ve yüzellibin tümen'e Evimin ikiyüz-üçyüz bin tümene, bu arsanın da örneğin yüzellibin tümen olduğunu görüyoruz, yani hem evim, hem de arsayı piyasada toplam olarak üçyüz veya üçyüzelli bin tümen'e alıyorlar. İslami açıdan bu arsanın benim için bir kuruş değeri yoktur. Çünkü arsayı Allah yaratmış, bense üzerinde bir iş gerçekleştirmemişim bir iş yapmak ve üretim değeri oluşturmak istediysem de belediye izin vermemiş çünkü imar planına aykırı görülmüş. Bu durumda rüşvet vermem, yalan söylemem ve binlerce pis işe ve başka fesadlara katlanmam gerekiyor. Zira arsada üretim yapmama, orayı ağaçlandırmama, bayındar ve diri hale getirmeme izin verilmiyor. Eğer bu işleri yapamıyorsam aynen bırakmak zorundayım. Arsayı geri versem buna Allah Allah diyecek, elimi öpmeye hazır ve 'eşşekliğime' bravo diyecek binlerce hırsız vardır. Bu bedavacılar; ayyaşlıkları, serserilikleri ve hırsızlıkları için benim eşekliğimden ve saflığımdan yararlanmakta ve "Galiba biraz beyin sarsıntısı geçirmiş; arsayı istemiyor" demektedirler. Aynı şekilde, evimi seksenbin Tümen'e almışım; otuzbin Tümen (çünkü dört veya beş yıllık bir ev.) olarak bugün ellibin tümen ediyor olmalıdır. Eğer Süleymaniye'de bir oda tutsam otuzbin tümen olduğunu, buna ilave olarak da aylık ikiyüz tümen vermemem gerektiğini söylerler. Bu durumda İslami ekonomi ile ne yapabilirim? Evet mevcut ekonomi temelinde hareket etmeye mecburum. İslam'a uygun satış yaptığımda İslam'a uygun satın alabilmeliyim, öyle değil mi? Yoksa İslam'a uygun satış yapmak ve sermaye sahibine uygun satın almak hiçbir zaman satmalma gücüne ulaşamaz. İslam'a uygun satış yaptığımda bu parayı yiyemem bile; böyle bir durumda müslümanlar, bedavacıların ve üçkağıtçıların kendilerini yiyecekleri ve saflıklarında yararlanacakları akılsız insanlar haline gelirler. Düzen değişmeli ve bu takdirde İslamİ ekonomi ilişkilerinden sözedilmelidir. Hiçbir zaman bir kuruş ticari kazancı olmamış, üstelik ticaretten de anlamayan bir öğretmen (kendimle ilgili olarak konuşuyorum.) ne yapsın? Satsın mı? Evi kime İslami bir fîa-ta satayım? (Ömrüm boyunca ticari muamelede bulunmadım. Sigaramı kendim satın almıyorum. Bu işin satışından anlamam!) Böyle bir kesin zaruretin dayatması karşısında bulunan ben ne yapayım? Bana ekonomik bir sistem yüklemek idealist bir şeydir, realist ve gerçekçi değildir. Realite, toplumun ekonomik düzenidir. Karşı çıkmak için toplumun ekonomi düzeniyle mücadele etmek gerekmektedir. Burada bireye islami ekonomiye göre yaşaması dayatılırsa ona egemen olan islam dışı ekonomi düzeninden gafil kalmasına, yaşantısının İslami ekonomiye uygun olduğu yolunda uyuşturulup razı edilmesine ve ekonomik sistemi değiştirme sorumluluğundan uzaklaşmasına yolaçılır. Yalan, aldatma ve hokkabazlık, bu sistemde apaçık olan şeylerdir. Bir sistemin yasaları vadır; herkes, somut ve genelin inandığı bu yasalara göre davranır. Ben bu yasalara ve bu sisteme göre yaşamak zorundayım. Bu sisteme ve bu sistemin realitesine göre yaşamamın yamsıra onu Islamileştirmek için de çaba harcamalıyım.
Örneğin Tahran'in havasında iki ilâ yirmi ton arasında kurşun atmosfere yayılıyor; böyle bir atmosferde bireye kirli havayı solumaması emrini vermek, realiteden uzak, pratiği olmayan ve hedefi saptıran idealist bir emirdir. Bazen en yüce görev, uyuşturucu haline gelebilir ve hedeften sapmaya yolaçabilir. Hangi hedeften? Bu havayı temizlemek için çaba sarfetme hedefinden. Yoksa herkes kendisinin soluyacağı küçük bir atmosfer hazırlama peşine düşer; hazırladığında rahatlar ve bu rahatlık onu, değişim yönündeki sosyal sorumluluğundan uzaklaştırır, uyuşturur, bu duruma razı hale getirir. Eğer bu hal gelişme kaydeder, biz müslümanlar sermaye birikimi ve üretim sağlamaz, makine ve fabrika sahibi olmazsak piyasanın geri kalmış burjuvazisinin en değersiz (sokağımızın başında bulunan tuhafiyecinin başındaki takke türünden) parçası haline geliriz. Sonra üretim, ekonomi, sermayedarlık ve tüm maddi İmkanlar düşmanımızın eline geçer ve bu düşünce, inanç ve dine mensup olan topluluk, toplumun tüm maddi ve ekonomik imkanlarından yoksun kalır.[3]
İslam'ın Ekonomik Sistemi
Ekonomik sistem, sınırı aşmak isteyen saldırgan 'kişi'ye yasal ve pratik imkan tanımayan bir sistem olmalıdır, imkan verip de onu ahlaki açıdan kontrol altına alacak bir sistem değil. Yani kapitalist, emperyalist ve sömürgen bir altyapı ve adalet ile takva temeline dayalı ahlaki bir üstyapı kurulamaz. İslami-ahlaki üstyapıyı, üretim ve ekonomi altyapısı üzerine oturtmalıyız. Takva, bağışlama, zühd, dünyadan yüz çevirme ve israfla mücadeleyi (İslam bunun sözünü etmektedir) üretim altyapısına oturtmalı ve ondan bir ekonomik sistem oluşturmalıyız; feodalite, kabile ve burjuva devresindeki ekonomik sistemi kabul ettiğimiz gibi bugün de kapitalist sistemi kabullenip İslam'ı ahlaki bir nasihat olarak sözkonusu etmemiz ve hep "Kardeşim yeme!", "Ye kardeşim." dememiz değildir yapılması gereken. Bunun yararı yoktur. İki kişi yese, iki kişi de yemese ne olur? Bu kimin derdine çare olur? Bu durum sonradan daha kötü bir biçime de dönüşebilir.
Hz. Ali'nin, dünyadan yüz çevirme karşısında tavır alması ve dünyacılıkla mücadele etmesi, bunun yanısıra Ebuzer'in üzerinde durduğu kadar lükse düşkünlükle, soylulukla, paraya tapıcılıkla vs. ile mücadele etmesi Osman'ın zamanı ile ilgiliydi. Yani ashabın yeni bir sınıfa (bu, bugün çok daha iyi anlayabildiğimiz bir şeydir); cihad, zekat, fey, ganimet vs. adı altında devletin ve devleti yönetenlerin ayaklarının altına serilmiş olan paralardan ve kendilerine sunulmuş ense kahnlaştıran makamlardan yararlanır hale gelen yeni bir sınıfa dönüştü zamanla. Bir zamanlar Medine'de bir çadırı bulunan bir kimse şimdi Rey'in, Tus'un, Kahire'nin ve Fustat'ın hakimi olmuştur. Yaşadığı saraylar ve donanımlar bilinmektedir. Fustat'ta filan Roma konsili için yemek pişiren aşçı şimdi örneğin Ömer ve As için çalışmaktadır. Ömer ve As, Medine'de peygamber zamanında arpa yemeği yiyen kişilerdir. İran'da aynı şekildedir. Sasani sofralarında yemek yemektedirler. İşte bu eğilim, Ali'nin feryadlarını yalnız bırakmış, Hüseyin'in çağrılarını da cevapsız bırakmıştır. Çünkü müslü-manîar 'ye1, 'vur' ve 'yağmala' üzerinde dört nala gidiyorlardı, üstelik dini izah ve isim altında: "Cihad ettik, ganimet elde ettik ve Allah bize bereket verdi."
Hz. Ali'nin üzerinde durduğu zühd, sufice ve rahibce bir zühd değildir; toplumda devrimci bilinci sağlamakla yükümlü aydının vurguladığı zühdün bugünkü anlamıyla yanıdır. Yani varlığının, ülküsünün hizmetinde daha fazla dalabilmesi için daha az yüklü, daha az doymuş daha özgür ve daha bağımsız olması ve kalması, böyle bir sorumluluğa sahip olmadığı takdirde olabildiğince fazla yemenin daha iyi olacağı anlamda! Her eşşek kürkün pamukluda daha iyi olduğunu anlayabilir. Bunun için delile ihtiyaç yoktur', ama servet yığma ile mücadele yolunda arınma, yetinme, dünyadan yüz çevirmeye dayanan Hz. Ali'nin sınıfsal bir makamı vardı.
Bu, bizim marksistlerden öğrenmiş olduğumuz yeni bir şey değildir; İslam'dan ve dinden öğrenenler marksistler-dir. Bu üzerinde durulan konu aslında marksizm karşıtı bir şeydir. 'Donanmak' dediğimizde bu kelimeden ne anlıyorsunuz? Ülkümüzün himetinde olabilmemiz için kendimizi ideolojik, devrimci ve tüm insani zayıflıklardan arınmış olarak tek tek donatmak olan bu takdim biçiminde bireyin tarihteki rolünü vurgulayıp itiraf etmiş olmuyor muyuz? Evet! Sana, "Eğer ideolojine inanıyorsan bu zayıflıklara sahib olamamak, o eğilimleri öldürmek, nefsi (İslam'ın deyimiyle nefs-i emmareyi) öldürmek, lezete tapıcı olmamak, arzularını serbest bırakmamak ve içine gömmek, kendim zahid ve güçlü yetiştirmek, yaşamının tamamında cihad ve inancın üzere bulunmak zorundasın." Dediğimde bu sözde, senin sosyal yaşamda, tarihte ve toplumun yazgısında bir rolün bulunduğunu itiraf etmem gizli değil midir? Bunun anlamı işte şudur. Eğer bir rolün yoksa niçin bireyler ve bireylerin donanması üzerinde duruyorsun? Şu halde bireylerin bir role sahip olduğu ve bunun da marksizm karşıtı bir kategori olduğu anlaşılmaktadır: Klasik marksizm-de üretim araçlarının determinist gidişi sen istesen, bense istemesem de, kendimi donatsam da, donatmasam da devrimci bir patlamaya yolaçacaktır. Beni oluşturan, bu üretim düzenidir, kendi kararını değil. Ama 'devrimci dona-nımlılık' üzerinde durduğumuzda bunun anlamı, kararımızın toplumumuzun yazgısını ve düzenini oluşturacağıdır. Bir kültür , bir ideoloji ve ahlaki değerler temeline dayanan 'donanmak', marksizmde üstyapı mıdır, altyapı mı? Üstyapıdır! Altyapı, üretim araçları ve üretim biçimidir. Üstyapıya dayandığımızda bu, klasik marksizmin bakışaçısına göre yanlıştır. Çünkü üstyapıyı altyapının değişmesi için bir neden kabul etmekteyiz. Bu, tarih hareketinin etken ve motorunu insanın bilinci ve davranışı olarak gören ve bir toplumun değişiminin, insanların iç dünyaları değişmedikçe kolay olmadığını söyleyen islami görüştür; 'benlik-lerindeki1 değişikliğe uğramadıkça 'toplumun' değişmesi mümkün değildir. Getirilen değişimlere bakınız ne kadar bütüncüldür! Bir toplumun iç dünyasına ait olanlar'm içeriği ve hepsi, insanlar iç dünyalarını değiştirmedikçe ve kendilerini değiştirmedikçe hiç bir zaman değişmeyecektir (Kör bir diyalektik biçime göre). Bu ayet çok ünlüdür, ama yeterince üzerinde durulmamıştır: "... Gerçekten Allah, benliklerinde olanı değiştirinceye kadar bir toplulukta olanı değiştirmez."[4] Burada iki değişim vardır. Birinci değişimin etkeni ve faili Aİlahtır; ikinci değişimin faili ise insanlardır. 'Değiştirinceye kadar da sözkonusu olan çoğuldur, yani topluluk, toplum, insanlar. Bundan dolayı burada iki değişim vardır; biri ilk değişim olan determinist değişim, diğeri ise ikinci değişim olan seçime dayalı değişimdir, (insanların değişimi) peki hangisi sebep, hangisi sonuçtur? İnsanların değişimi sebep, determinist değişimse sonuçtur; yani seçim, determinist etkenin değişimi için sebeptir ve insan determine'yi değiştirir. Bundan daha dikkat çekici olanı, determinist olan ilk değişimin topluma, ikinci değişiminse (Seçime dayalı) insana ve bireylere ait kılınmasıdır. Yani toplumda determinist yasaların bulunduğunu biz de kabul etmekteyiz. Bu durumda, insanların ne şekilde karar alırlarsa her şeyi o şekilde oluşturacaklarını söyleyecek biçimde idealist değiliz. Hayır! Toplum, kendi temelinde değişimin gerçekleştiği determinist ve insanların ulaşabilirliğinin dışında bazı yasalara sahiptir. Bu determinist yasalar bazen değişimde tahakkuk eder ve değiştirici durumuna gelirler; insanlar da determinist değişimine katılırlar.
Bu bakımdan biz 'idealist' değiliz, 'realist' de değiliz. Bu kavramları kendimizden uzak tutmalıyız. Kendimizi bu kalıplarla ifade ettiğimizde İslam'ın yarısını içeri almış, yarısını da dışarda bırakmışız demektir. Sonra da dağınık ve gorevsiz hale geliriz. Bu kalıplar hiçbir şekilde düşünce biçimimizin açıklayıcısı değildir. Burada İslam'da ve Kur'an dilinde determinist etkeninin ve determinist bilimsel yasaların (yani insanın elinde olmayan ve insanın tabi bulunduğu değişim ve hareket yasaları ve etkenleri) Allah'a (üretim araçları vs. yerine) ait kılındığını görüyoruz. Seçime dayalı etkenin bulunduğu yerde ise (O da bunu itiraf eder) sözkonusu edilen insandır. Seçim ve determine oyununda, Allah'ın iradesi ve insanın iradesi oyununda değişim hareketi bir sentez biçiminde gerçekleşir. Yani meseleyi İslami bir diyaletik biçiminde ele almak istersek, sentez değişim, İlâhi determine etkeni ile insani seçim etkeni arasındaki ilişkiden şekillenmektedir. Bu nedenle, Allah'ın sosyal düzende gerçekleştirdiği determinist değişim hareketi, yazgısını değiştirme yolunda insanın bilinçli irade özgürlüğüne bırakılmalıdır. Burası artık bir Berkley Max Weber hatta Sartre'ın [5] idealizmine varmadığımız nokta-ladır. Bu ayet her iki unsuru da içermektedir: Hem harici bilimsel determinizmin maddesel realitesini (kültürümüzde adı 'Allah'ın sünneti'dir; değiştiricidir ve hareketin etkenidir), hem de insani etkeni ve insani rolü (insanın, kendi bilincinin gelişmesi ve 'toplumda olanın', yani toplumun ve toplumsal içeriğin değişimi yolunda sağlıklı davranış için karar almasıdır) içermektedir, 'toplumda olan' hem kültürü, hem üretimi, hem tüketimi, hem de sınıfsal ilişkiler kapsayan bir kavramdır, 'toplum' kelimesinde herşey vardır ve içine konulmuştur, böylece 'toplumda olan' kavramının, toplumun tüm tarihsel dönüşüm aşamalarında (her aşamada da bir boyut söz konusudur.) diri kalması ve anlamını koruması sağlanmış olmaktadır.[6]
Peygamberlerin Ekonomik Hedefi
Tarih felsefesi, iki sınıf arasındaki savaştır; Hak sınıfı ve batıl sınıfı. Tarih boyunca bu iki sınıf birbirleriyle savaş halinde bulunmuşlardır. Devamlı olarak çatışma halinde bulunan ve uzlaşmaya yanaşmayan tarihsel ve felsefî görüş. İslam, Allah'ın iradesi karşısında teslim olmak ve tüm iradeler, bağlar ve tabiat mizaç, toplum ve toplum yasaları aracılığıyla ve bütün kayıtlar, bağlar (O'ndan başka) aracılığıyla insan iradesine vurulan prangalar karşısında isyan etmektir.
İslam, Allah'a teslim olmayı içermesinin yanısıra insanı, özgürlük ve kurtuluş için Allah'ın dışındakiler karşısında sürekli olarak kendindeki düşüklük ve balçıkla, toplumdaki doğasındaki balçıkla mücadele etmeye ve çaba harcamaya teşvik eder. Bu, hedeftir. İki sınıf, hak ve batıl sınıfı daima savaş halindedir. Ne zamandan beri? Bu savaş Adem zamanından itibaren başlamıştır ve devam etmektedir. Geldiğimiz zaman ve her devrede, sahnede savaşa karışmaktayız; karışmalıyız, sorumluluğumuz var. Bu savaş, sonradan barışa yönelinebilecek özel bir çağda, özel bir devrede ve özel bir çatışma temelinde ortaya çıkmamaktadır.
İslam'da tarih felsefesi, hakikat ile bâtıllık, hak ile batıl arasındaki mücadelenin felsefesidir. Felsefi hak ve batıl; şirk karşısındaki tevhid, sosyal hak ve batıl halk karşısında; 'mele' ve 'mütref (egemenler ve zenginler) ahlaki hak ve batıl; bilinç, gelişme, hareket ve şuur karşısındaki zillet, alçaklık, kulluk ve cehalettir.
Bütün bu farklı boyutlar, bir hakikatin değişik yönleridir; bu hakikat de, Allah'da son bulan geleceğe doğru harekettir. Bu bir anlayış biçimidir. Savaş, felsefî tecellide hak ve batıl arasında, sosyal cephede zulüm ve adalet arasında, inanç boyutunda zillet ve cehalet ya da küfür ve din arasındadır. Bütün bunlar, İslam'ın tarih felsefesini oluşturan gerçeklik boyutlarıdır. Bu savaş, Adem'den itibaren rehberlik, hidayet ve peygamberlik aracılığıyla başlamış, çeşitli devre ve kavimlerde peygamberler ve onların yardımcıları ve bu büyük dinleri izleyen bilginler ve tebliğciler aracılığıyla tarihin sapma çizgisine (daima sapma yönü de hareket eder) rağmen hep varolmuş ve evrim geçirmiş, nihayet son din olan İslam'a ulaşılmıştır. Kural olarak savaş İslam'la tamamlanmaz; çünkü savaş, tarihsel bir savaştır. Geçmişteki bir savaş değildir. İbrahim bir sahnede mücadele eder, Musa bir sahnede, Şuayb bir başka sahnede, Yahya bir sahnede, Zekerriya bir diğer sahnede ve İslam Peygamberi de başka bir sahnede. Peki İslam Peygambe-ri'nin savaşı bitmiş midir? Asla. Peygamberliğin sona ermiş olması dinin sona ermiş olmasından ve aydınlar aracılığıyla devam etmesi gereken hak ve batıl arasındaki bu savaşın sona ermiş olmasından başka bir şeydir. Aydın, toplumu karşısında rehberlik sorumluluğunu hisseden, hidayet bilgisine ve hikmete dayalı sorumluluğa sahip bilinçli insandır. Bu, aydının anlamıdır. Bilgin, uzman, araştırmacı, edebiyatçı, filozof vs. değildir. Aydın, Peygamberin sözünü ettiği alimdir: "Alimin kalemindeki mürekkep, şehidin kanından üstündür." Hangi alimi anlatmaktadır? Peygamberlerin bilgisi türünden ve o yönde bilgiye sahip olması, o yönde sorumluluğu bulunması, o yönde yaşaması ve o yönde toplumu sürüklemesidir; ister filozof olsun, ister olmasın; ister alim olsun, ister olmasın; ister okur-yazar olsun, ister olmasın. Bu ilim denen ve ışık gibi olan sosyal bilinç, hidayet duygusu ve görüştür: "Allah onu dilediğinin kalbine yerleştirir." Fizik, kimya, fıkıh, usûl vs. okunmalıdır, ama bunlar kişinin kalbine doğan ışık değildirler. Ruhta kıvılcım çaktıran ve aydınlık veren bilinç, tarihsel yön bulma ve düşünsel yönbulmadır.
İslam'da Peygamberliğin sona ermiş olabileceğini, savaşın ise devam ettiğini görüyoruz. Şia, İslam'ı bu şekilde anlamaktadır; yoksa bizden de bazılarının dediği gibi[7] İslam'ın geriye kalan kısmım bu şekilde oluşturmuş değildir.
Şia'nın inancına göre Peygamber'den sonra, tarihin savaşını ve İslam'ın tarih felsefesini oluşturan adalet ve zulüm, hak ve batıl arasındaki savaşın hidayet ve rehberliği devam etmektedir: Şia'nın inandığına göre İslam tarihinde bu savaşın devam ettiğini görüyoruz. Ne aracılığıyla? Şia'nın siyasal ve sosyal felsefesinde peygamberlik, imametin en genel anlamıyla devam etmektedir. Çünkü imamet genel anlamında peygamberliği de kapsamaktadır. (Zira imamet liderlik, önderlik ve örnek olmadır.) Peygamber de imamdır İbrahim de. Bundan dolayı Şia'nın imamete inancı, Adem'den itibaren başlamış ve vahiy bayrağı altında peygamberliğinin bitimine kadar sürmüş, bundan sonra da vahiy mektebinde (Yani İslam mektebinde) imametin Öncülüğüne ulaşmış savaşın devam olduğunadır. İslam'ın devamı imamet aracılığıyladır. İslam asla bir kitap olarak varolmamıştır. İslam'ın diğer dinlerle ve diğer felsefi mek-teblerle olan farklarından biri, onların yalnızca bir doktrin, bir ekol, bir kitap, bir semavi veya yer kitabı olmalarıdır. Ama İslam, onu indirmek için pratik-sosyal güvence ilavesiyle birlikte bir kitaptır; boş bir kitap değildir. Bu onun farkıdır.
Bu kitap peygamber aracılığıyla gelmiştir, ama peygamber aracılığıyla inmemiştir. (Yalnızca müslümanların değil, dünyanın her yerinde bulunanların tasdikiyle.) Peki inmeli midir, inmemeli midir? Şia, inmesi gerektiğine inanır. Hangi aracılıkla?
İslam peygamberi'nin rehberliğinin devamı aracılığıyla; yani tarihte peygamberlik adı altındaki rehberliğin devamı olan imamet rejimi, imamet hükümeti, sistemi ve rehberliği aracılığıyla. Bu nedenle tarih felsefesi imamete ulaşmaktadır. İmamet, peygamberlerin yol göstermesi altında adalet safı ile zulüm safı, hak safı ile batıl safı, halk safı ile 'mele' (egemenler) safı arasında tarih boyunca tüm mekanlarda ve tüm zamanlarda cereyan etmiş bulunan savaşın devamı anlamındadır. Nihayet Şia, tarihte karşılaşılan bir gerçeklik olarak İslam'ın rehberliğinin kesildiğini, ama kitabın mevcut bulunduğunu gördü. Burada Şia dışında düşünceye sahip olan bir müslüman tarihsel karamsarlığa sürüklenir; onun tarih felsefesi kopar, yani tarih felsefesi
burada artık sonuçsuz kalır. Adem'den beri hak ve batıl arasındaki savaş peygamberler aracılıyla sürmüş ve İslam peygamberi'ne kadar gelinmiştir. Ama dünyaya hak ve adalet hakim olmuş mudur? Hayır. O halde görev nedir? Hiç kimse bilmez! Hiçbir müslüman, hatta yozlaşmış olanı bile Beni Ümeye, beni Abbas, Gaznevi, Al-i Büveyh vs.yi tarih boyunca adalet ve hak safının rehberliğini sürdürenler olarak kabul edemez. Hiç kimse bunu yapamaz! Öyleyse ne yapmalıdır? Acaba ondördüncü, onüçüncü, onikinci, onbirinci yüzyıllarda (gidebildiğimiz kadar geriye gitsek) gördüğümüz Adem'den İslam Peygamberine kadar devam etmiş olan savaşta bütünüyle yenilgiye mi uğranılmıştır? Karanlık, aydınlık karşısında (dünyada) zafer mi kazanmıştır? Böyle mi düşünülmelidir? Yapılabilir mi? Yoksa bu felsefe ve savaş devam mı etmektedir?
Şia, imamete ulaşarak peygamberliği kendi özel anlamıyla, insanlık toplumuna rehberliği dünyaya egemen olma ve dünyaya adalet ve hakikati getirme yolunda devam ettirmiştir. Sonra da 'gaybet' felsefesine ve 'bekleme' felsefesine ulaşmıştı. Bu inanç; tıpkı bir kılıcın üzerinde hareket eden insamn-duyguları bakımından -yozlaştırıcı, uyutucu, insanın sorumluluğunu ve asıl unsur olmasını ortadan kaldıran bir mekteb olarak sapma ile tecelli etmesi veya diğer bir anlayış biçiminde de en güçlü harekete geçirici etken, tarihsel iyimserlik, sorumluluk ve insanlığın geleceğinin temellerini atma olarak tecelli etmesi olan en hassas, en derinlikli ve en kaygan yerdir.
Dünyada hiçbir dinde (Ben dinler tarihi ve uzmanıyım; ders veriyorum. Bir kitap veya bir yerden anlatıyor değilim.) bu kadar altüste olma yoktur. Hz. Ali şöyle demiştir: "İslam, hırkasını tersinden giymiştir." (ne kadar güzel ve kuşatıcı bir analiz!) Hz. Ali'nin bahsettiği İslam'dan maksat, bizim İslam'ımızdır! Şia, İslam'ın apandisti değildir. Şia, İslam'ın ilerici görüşüdür, başka da hiçbir şey değildir. Kim onda fazla bir unsur olduğunu söylerse küfretmiş olur! Cinayet işlemiş olur! Kaldı ki, eline iki hurma dalı tutuşturmuşuz da Şia bu dallara ilavede bulunmuş değildir. Bu dallar, İslam'ın içeriğindeki en temel en ivedi ilkelerdir. Bütün dinlerin (bir defasında anlatmıştım) tevhid, peygamberlik ve ahiret inancı vardır. O halde, İslam'ın getirdiği nedir? İslam'ın Ali'den önce getirdiği imamet ve adalettir. İnsanların şiddetle İslam'ın çevresine toplanmaları, susamış gibi hemen İslam'a koşmaları, üstelik islam hükümetinin çöküş devresinde bile herkesin dinlerini, dillerini ve milliyetlerini unutup kendilerini İslam'ın kucağına atmaları ne içindi? Ne tevhiddi, ne peygamberlikti, ne de ahiret. Halk kitlesi felsefi ve ilmi konulara aşina değildi! Bunun nedeni zulümden bıkılmasıydı; insanlar ve kitleler zulümden bıkmışlar ve İslam'ın adaletine sığınmışlardır. Çünkü yeni bir ilke olarak ilan ettiği ilk ilke (diğer peygamberler, yani diğerlerinin mekteb ve dinleri bir ilke olarak ilan etmişler ve sorumluluk kabul etmemişlerdir!) adaleti sağlamakla yükümlü (sorumluluk, dinin sorumluluğu olarak) olmasıydı. Sonra Doğu ve Batının perişan esir, zulüm hükümetinden, gasp ve istibdat hükümetinden eziyet çekmiş insanları imamete, İslam'ın imametine (bütün imamlarımızdan önce) sığındılar. İlan olunan ilk şiar tev-hiddir ve sonra İslam Mekke'de başlamıştır. Adalet ve imamet, İslami düşünce biçiminin özünün bir parçasıdır; nitekim bunu kaldırırsak tarihteki dinler gibi olur ve insanlara yeni bir şey sunulmamış olarak kalır. Daha sonra bu çekim ve kalplere atılan imamet ve adalet kementi insanları yakalar; kültür oluşur, felsefe oluşur, gelişim ve uygarlık ortaya çıkar. Sonra da İslam'ın tevhidinin değeri, onun dualizmle farkı, bunun da tevhidle farkı, diğer dinlerin peygamberlik ve ahiret anlayışı ile belli olur.
İnsanlar öncelikle adalet ve imamet nedeniyle İslam'a yöneldiler. Bütün dinlerin ilkeleri tevhid, peygamberlik ve ahirettir. İslam'ın ilkeleri ise -benim inancım- adalet ve imamettir.
Tarihte, egemen güçler sınıfı, egemen bir sınıfı oluşta-ran üç kesimden ibarettir: Güçlüler sınıfı, zenginler sınıfı ve dinadamlan sınıfı. Bunlar halkın hem siyasal, hem ekonomik, hem de iman güçlerini ellerinde tutuyorlardı; ister uzlaşma içerisinde, ister birbirlerine muhalif olsunlar, her durumda, uzlaşma ve uzlaşmazlık halinde de halk için değil, halka hükmetmek için vardılar.
İbrahimî olmayan peygamber ve önderler, Hindistan'dan ve Çin'den tutun da ta Yunanistan'a kadar hepsi de baba veya anneden ya da her ikisinden krallar, dinadamlan ve soylular sınıfına mensuptular; Konfüçyüs böyleydi, Lao Tsu böyleydi, Buda aynı şekilde böyleydi, Zerdüşt böyleydi, Mani aynı şekildeydi, Mazdek böyleydi. Sok-rat, Eflatun, Aristo da böyleydiler. Kur'an'da üzerinde durulan "O, ümmiler içinde kendilerinden olan bir peygamber gönderendir." konusudur. "Ümmiler", toplumun ummi' kitleleridir. Kur'an'da, halkın kendisinden bir peygamber gönderildiği vurgulanmaktadır. Halk'ın içinden gönderilmiş İbrahimi peygamberlerdir bunlar. Burada maksat, bu peygamberlerin melek olmadıkları veya soyut güçler olmadıkları, insanlardan oldukları, 'halk'tan, yani kitlenin içinden oldukları, özel, seçkin, süzülmüş ve ayrıcalıklı sınıftan olmadıklarıdır. Bu peygamberlerin kendi kavimlerinin diliyle konuşmaları {Arablar arasından çıkan İslam Peygambe-ri'nin Arabça konuştuğu, Yahudiler içinde bulunan Musa'nın İbranice konuştuğunu zanneden birçoklarının tersine mesele apaçıktır ve 'konuşma' ile ilgili değildir. Arabistan'da gönderilen bir peygamber zaten Çince, Yunanca konuşacak değildir) kitlenin diliyle, halk kitlesinin dert, ihtiyaç ve anlayışına göre konuşmaları demektir; yani filozof, şair, aydın, dünkü ve bugünkü okumuşlar gibi seçkinlerin diliyle, kitlenin bunları anlayamayacağı, sıkıntılarını ve duyarlılıklarını anlayamayacağı, onların da kitlenin dilini anlayamayacakları bir dille konuşmamalarıdır.
İbrahimi peygamberlerden bahsedildiği her yerde konunun insanlar olduğunu, halk olduğunu, aynı şekilde bunların gönderilmesini diğer peygamberlerin ortaya çıkması ile farklılıklar taşıdığını, o peygamberlerin ortaya çıkışlarının dinlerini yaymak için çoğunlukla mevcut gücü yapışmaları şekhnde olduğunu (tek tek anlatmaya zamanımız yok, daha önce bahsetmiştim) oysa İbrahimi Peygamberlerin gönderilmelerinin daima zamanlarının mevcut gücüne karşı halka yönelmeleri şeklinde cereyan ettiğini görüyoruz. İbrahim'in gönderildiğinde baltayı eline aldığını; Musa'nın da asayı kapıp firavunun sarayına hamle ettiğim, Karun'u toprağa gömdüğünü ve Firavun'u suda boğduğunu; İslam Peygamberi'nin ise birey yetiştirme aşamasının tamamlanmasından sonra cihada başladığını ve on yıl süresince alt-mışbeşten fazla savaş yaptığım, yani her elli günde bir savaş ve askeri çaba sergilediğini görüyoruz. Aslında bunların mucizeleri de gönderilişlerinin yönü konusunda bir işarettir; mucizeleri de gönderilişleriyim uyumludur. Asanın ejderha olması, sihri yutması ve firavunun tahtına saldırması! İslam ve Kur'an ise şu ilkeyi ilan eder: İslam, Kur'an'ın veya Kur'an'ı getirenin getirdiği bir din değil, tarih boyunca her peygamberin zamanını gereklerine göre ve zamanla uyum içerisindeki yasalar temelinde tebliğ etmek üzere bir çağda geldiği tek dinin adıdır. Kur'an, bu kavramı ilan etme ve genellemede bulunmayla, İslam'a tarihsel bir dünya görüşü vermek, İslam'ın hareketine de, tarih boyunca şirklerle savaşmış, halkın kurtuluşu için güçlüler, zenginler ve aldatıcılarla cihada kalmış olan ve hepsinin de insanlık tarihi boyunca tüm sahnelerde, tüm çağlarda, tüm nesillerde tek savaş, tek din, tek ruh, tek şiar olarak açıklandığı hareketlere bitiştirmek ve aralarında bağ kurmak istemektedir.
Bu ayete, tarihsel anlayış biçimine ve Kur'an'ın sözüne bakınız; tarihsel zincirlemeyi nasıl açıklamakta, geride kalan hareketleri de nasıl bir zincire katmaktadır: "Allah'ın ayetlerini inkar edenler, haksız yere peygamberleri öldürenler ve insanlardan adalete davet edenleri öldürenler; işte bunları acı bir azabla müjdele..."
Bu ayette Kur'an'ın üç kategoriyi birbirine bağladığı ve aynı çizgide zikrettiğini görüyoruz: Önce 'Allah'ın ayetle-ri'ni, ikinci olarak 'Peygamberler'i ve üçüncü olarak 'insanlardan eşitliğe çağıranlar'ı yine Allah'ı inkar edenleri ve peygamberlerle adalet isteyen insanları öldürenleri de aynı kefeye koymakta ve aynı safta göstermektedir!
Bu, Kur'an'da insanlığın sosyal anlayış biçimi ve tarih felsefesi, geçmişteki hareketlerinin de izahıdır.
İslam Peygamberi, Kur'an'ın tekrar tekrar açıkladığına göre, tüm peygamberlerinin dünyada "hikmet'i", 'kitab'ı ve "adalet'i öğretmek üzere geldikleri bu dinin son mesaj geti-ricisidir. İslam Peygamberi; insanlığı, başlarını Allah'dan başkasına kulluktan kurtarmaları için tek olan Allah'a kulluğa çağıran peygamberlerin evrensel ve insani hareketinin son Peygamberidir. İslam peygamberi, çok yönlü tev-hid dünya görüşünün gerçekleşmesiyle insanlık tarihini ırklara, milletlere, topluluklara, soylara ve sosyal sınıflara birlik bağışlamak için gelmiştir. Ayrılıklarsa hep şirk dini aracılığıyla izah edilegelmiştir. İslam'ın tevhid şiarı, düşünürlerin kelamcılann, okumuşların, filozofların ve bilginlerin yöneliminde önce kölelerin, kırbaç yiyenlerin, açların ve aşağılananların ilgi duydukları özgürlükçü bir şiar olmuştur. Bu nedenle Mekke'de onun çevresinde toplananlar, birkaç kişi dışında hepsi toplumun en yoksulu, aşağılananların en isimsizi ve en aşağılananlanydılar. Bu nedenle düşman, İslam Peygamberi'ni 'insanların en aşağıları' şeklinde aşağılıyordu; yani hiçbir varlıkları bulunmayan kimselerdi bunlar. Bu, bugün hareket için en büyük övgüdür. Halbuki Budacı dinlerin önderlerinin, abartmaksızın Çin ve Hindistan'ın soylularından olduklarım görüyoruz. Bugün değerler değişmiştir!
İslam Peygamberi, tarih boyunca yazgılarının kölelik olduğuna kesin olarak inanmış kölelere vaadedilen şahsiyetti. Köleler, aşağılananlar ve yoksullar, tamamı efendilerinin hizmetinde olan din, bilim, felsefe veya güç, şiir ve sanatın diliyle çile çekmek, zillet görmek, yük taşımak ve aç kalmak için yaşadıklarına, doğduklarına ve yaratıldıklarına inandırılmaktaydı. Zayıf bırakılmış sınıf, tanrıların veya tanrının kendilerine düşman olduğuna ve kendilerini halkın ve dünyanın işini düzene koymak için yarattığına kesin olarak inanıyordu. Nitekim Mani Peygamberi diyordu ki (aydınlık ve karanlıktan sözediyordu), "Yenilgiye uğrayanlar kaçınılmaz olarak karanlığın Özünden, güçlü fe-tihçiler ise aydınlığın Özündendirler." Dahi düşünürlerden olan Aristo ve Eflatun da şöyle diyordu: Allah veya doğa bir topluluğu köle yaratır, bir topluluğu da özgür; böylece kölelerin aşağı işleri üstlenmesi sayesinde Özgürlerin ahlak, sanat, şiir, müzik ve uygarlık kabilinden yüce-işlere yönelebilmeleri için boş vakit sağlanmış olur." İslam Peygamberi ise, tarih boyunca aldatma, yalan, şirk, ayrılık, üstünlük ve sınıfsal farklılık ile sürekli cihad halinde bulunan hareketi tamamlamak tüm insanların bir ırktan olduklarını, aynı orjinden geldiklerini, aynı yapıya ve aynı tanrıya sahip olduklarını ve herkesin eşit olduğunu ilan etmek; felsefi bir izah ve güçlü ekonomik bir düzenle örnek Medine toplumunda inanç, hukuk ve sınıf eşitliğini yaşama geçirmek için gelmiştir. Bir zamanlar aşağılanan ve köle olan Bilal bu toplumda şeref, değer ve onurunu Arab toplumunun en büyük soylularından daha üstün olarak hisseder ve herkes de bunu böyle bilir. Medine toplumunun (Arab, yahudi, Kureyş) ansızın, Huzeyfe'nin oğlu olan ve bu şehrin sokaklarında zelil ve yoksul bir köle olarak dolaşan çocuk Salim'in Küba'da Kureyş muhacirlerinin en büyüklerinin önünde namaz imamlığı yaptığını ve arkasında da toplumun en aziz ve en ulu simalarının, İslam'dan önce ve İslam'ın çağındaki en seçkin şahsiyetlerinin durduğunu gördükleri bir toplumdur bu. Değerlerin hepsi altüst olmuş ve karmaşık hale gelmiştir. Bizzat Peygamber, bütün bu cahili ve soyluluğa özgü değerlerin yıkılması için çokça çaba harcamıştır. Uzun ve gösterişli elbiselerin kısaltılması, soyluluğun belirtisi olan uzun sakalların kesilmesi emrini vermiş; cadde ve sokaklarda büyüklük taslayarak yürünmemesini istemiş; bir bineğe iki kişinin binmesini emretmiştir. Kendisi biner, arkasına da bir başkasını bindirirdi. Bazen de çıplak eşeğe biner, böylece soyluluğa özgü değerleri ayakları altına alırdı. Bir gün, yıllardır İslam Peygam-beri'nin yücelik ve görkemini işitmiş olan yaşlı biri pey-gamber'in yanına gelmişti. O'nun önünde durduğunda dili tutuldu. Karşısındaki şahsın yüceliği dilinin tutulmasına yolaçmıştı. Konuşamıyordu. Peygamber yumuşaklık, sadelik ve şefkat içerisinde omuzunu tuttu ve şöyle dedi: "Niçin korkuyorsun? Ben süt sağan Kureyşli bir kadının oğluyum. Kimden korkuyorsun?"
Bu gönderilmiş son çoban, son mesaj getirici, ıssız çöllerde ansızın ayağa kalkan ve şehirlerin para, güç ve aldatma tanrılarına hücum edenler zinciri halkasındandı. Aniden herşey başkalaştı. Peygamber'den sonra hemen bir ayrışma başladı; yani başlangıçta olayların tarihinin seyir çizgisi ile hakikatin seyir çizgisi arasında belki de bir santimetreden fazla mesafe yoken İslam mektebi ile islam tarihi ya da 'hakikat' ile 'realite' arasında bir açı oluştu. Başlangıçta bu açı küçüktü, ama başta mesafesi bir sentimet-re, yarım santimetre, santimetrenin binde biri olan açının iki kenarı giderek, tarih ilerledikçe o oranda birbirinden ayrıldı ve sonunda bu mesafe binlerce kilometreye ulaştı; eğer işin içinde başka etkenler, başka nedenler bulunursa ki vardır, bu durumda bu açının iki kenarı iki karşıt yönde birbirinden uzaklaşacaktır! Peygamberin vefatından sonra bu küçük mesafe ve bu çok az açı doğrudan ortaya çıktı; nesilden nesile doğruluk, adalet ve hakikat ile olan mesafe büyüdü.
Peygamber, sahnede bir yanda temiz inançlı müslüman-ların, diğer yanda da yabancı ve azılı düşmanların, bilinen simaların yeraldığı bir devredeki mücadelenin simgesiydi; Ali ise bu hareket içinde, hareketin gerçek bağlıları ile harekete karşı unsurlar (toplumda yeni bir maskeyle ortaya çıkmışlardı) arasında savaş çıktığı bir devrenin simgesiydi. Muaviye ve Ali'nin bugünkü savaşı, Ebu Süfyan ve Pey-gamber'in dünka savaşının (harici bir savaştı ve dostla düşman arasındaydı) tersine dahili bir savaştır; dostun dost görünenle savaşıdır, yani iç düşmanla. Bir harekette dış alanda ve dış düşmanla yapılan savaş çoğunlukla zaferle sonuçlanır, ama iç alanda ve İslam kültürü ve Kur'an di-Hnde kafirden, hatta müşrikten daha azılı ve daha tehlikeli olarak tanıtılan 'münafıkla, iç düşmanla savaşta yenilgi alınır. Peygamber, İslam'ın dış cephede, açık küfür ve şirk karşısında kazandığı zaferin simgesidir; Ali ise İslam'ın iç cephede, münafık karşısında aldığı yenilginin simgesidir.
İslam'ın içinde, hakikat maskesi altında ve İslam'ın adaletçi devriminin kalbinde can sunmakta olan yeni cahi-liyet, yeni soyluluk karşısında Ali güçlü bir üstür. Birkaç yıl Ali'min bütün çabası iç cephede, tevhid elbisesi giymiş şirkle, İslam giysisi içerisinde ortaya çıkmış kafirlikle ve Kur'an'ı mızrağın ucuna takmış putperestlikle mücadeleyle geçmiş; sonunda Ali, bilinçsiz mukaddesatçılar (hep bilinçli düşmanın oyuncağı olmuşlardır) eliyle Öldürülmüştür.[8]
Tarih Felsefesi - Habil-Kabil'
Bu mektebte tarih felsefesi, bilimsel bir determinizme dayanır. Sürekli bir akım, insan gibi diyalektik bir çelişki, düşman ve karşıt iki unsur arasındaki sürekli bir savaş insanlığın başlangıcından itibaren, her zaman ve her yerde çatışmış ve tarih oluşturmuştur. Tarih, insan türünün zaman çizgisindeki hareketidir. İnsan ise 'küçük evren'dir ve doğanın kendisinde bilince kavuştuğu canlı ve bilinçli olduğu çizgisinde evrime yürüdüğü varlığın en gelişmiş oluşumu ve yaratılışın simgesidir.
Bir başka ifadeyle insan, varlığın mutlak irade ve bilinci olan Allah'ın iradesinden bir tecellidir. İnsan bu 'insanbi-lim'de Allah'ın dünyadaki temsilcisi ve yeryüzünde O'nun yerine geçendir. Bundan dolayı insan 'olması' ve mahiyetinin oluşması serüveninden ibaret bulunan insanın tarihi raslantı, olayların oluşturduğu, macera peşindekilerin oyuncağı, boşuna, anlamsız, sonuçsuz ve belirsiz olamaz.
Kuşkusuz tarih, dünyanın diğer realiteleri gibi bir realitedir; bir yerden başlamıştır ve kaçınılmaz olarak bir yere
varmak zorundadır; bir hedefi olmalıdır; bir tarafa doğru gitmek zorundadır.
Nereden başlamıştır? İnsan gibi 'çatışma'nın başlangıcından. İnsanbilimde insanın kökenini çamur ve Allah'ın ruhundan oluşmuş olarak görmüştü. Adem'in kıssasına bakınız! 'Adem'in kıssasında konu insan türüdür; insan, gerçek ve felsefi anlamıyla, Ademdeki "ruh-çamur","Allah-şey-tan" çatışmasından itibaren başlamaktadır. Ama tarihi nereden itibaren bilmekteyiz? Nereden başlamaktadır? Kabil ve Kabil'in çatışmasından itibaren.
Adem'in oğulları insandırlar ve doğal insani yapıdadırlar, ama dövüşürler; biri diğerini Öldürür. İşte insanlık tarihi buradan itibaren başlamaktadır. Adem'in savaşı özdedir (türde) ve zihinsel bir savaştır, bu ikisininki ise yaşamdadır ve nesneldir. Bundan dolayı Habil ve Kabil kıssası 'tarih felsefesi'ni "Adem' kıssası ise "insan felsefesi"ni göstermektedir. Habil ve Kabil savaşı, tarihin diyalektiği temelinde tarihteki iki karşıt cephedir. Bu nedenle tarih de insan gibi diyalektik bir harekete sahiptir. Bu çatışma da, Kabil'in (Görüşüne göre tarım ve bireysel mülkiyet düzeninin temsilcisidir. Habil'i (Bana göre hayvancılık devresinin ve mülkiyetten önceki ortaklık döneminin temsilcisidir.) öldürmesinden itibaren başlar. Bundan sonra tarihin sürekli savaşı başlamış olmaktadır. Tarih baştan sona, katil Kabil'in tarafı ile öldürülen Habil'in tarafı arasındaki savaşın sahnesidir; egemen ve mahkum taraflar. 'Hayvancılıkla uğraşan Habil', 'mülkiyet sahibi Kabil'in eliyle öldürülür; yani üretim kaynaklarının genel ortaklığı (hayvancılık ve deniz-kara avcılığı çağı), kardeşlik ruhu ve gerçek iman devresi; tarım evresinin ortaya çıkması, özel mülkiyet düzeninin, dinsel aldatma ve başkasının hakkına saldırının yerleşmesi ile ortadan kalkar, mahkum hale gelir.
Kabil tarihte canlı kalır ve hâlâ da ölmemiştir.
Bu sonucu şuradan çıkardım: Adem, oğullarına, anlaşmazlıklarını (adaylarıyla ilgiliydi ve Kabil kardeşinin güzel adayına gönül bağlamıştı) gidermeleri için Allah'a kurban sunmaları teklifinde bulunur. Kabil, sararmış bir tutam buğdayı kurban sunma yerine getirir, Habil'se çok değerli ve genç bir kızıl tüylü deveyi. Nitekim bunu hayvancılık çağının, öbürünü de tarım evresinin temsilcisi kabul ediyorum. Tarih, hayvancılık devresinde yani deniz ve kara avcılığı çağında (Deve bu kıssada bu üretim düzeninin simgesidir) üretim kaynağının doğa olduğunu (Orman, deniz, arazi ve ırmak) ve tüm kabilenin elinin altında bulunduğunu; üretim araçlarının da pençe, kol gücü ve herkesin edinebileceği, yapabileceği basit araçlar olduğunu aktarmaktadır.
Üretim kaynakları (su, kara vs.) veya üretim araçları (öküz, saban vs.) üzerinde bireysel mülkiyet mevcut değildi; her şey eşitçe herkesin elinin altındaydı. Kardeşlik ruhu (eşitliğin doğurduğu), kitle ruhunun kutsanması, sosyal gelenek, baba saygısı, ahlaki görev karşısında ölçülü davranma, mutlak itaat, toplu yaşam sınırlarının aşmmazlığı, mutluluk, fıtri samimiyet, dini vicdan, barışçıl psikoloji, sevgi, bağışlama vs. bu düzendeki insanın özelliklerinden-dir ve Habil böyle bir insanın temsilcisidir.
İnsanın tarımla tamşmasıyla yaşam, toplum ve insan tipi, derin bir devrimin maskarası haline gelir. Bana göre bu, tarihin en büyük devrimidir; yeni insanı, güçlü ve kötü insanı, uygarlık ve ayrıçalıklılık çağını oluşturan bir devrim.
Tarım düzeni, doğadaki üretim kaynaklarını sınırladı, üretim araçlarını ilerletti ve üretim ilişkilerini karmaşık
hale getirdi. Tarım orman ve denizin tersine serbestçe herkesin elinin altında olmadığı için ilk kez insan yaşamında doğadan bir şeyi kendine ait kılma ve başkalarını ondan yoksun bırakma, yani bireysel mülkiyet ortaya çıktı.
Bundan önce insanlık toplumunda 'birey' mevcut değildi; kabile bireyin kendisiydi. Tek parça olan toplum (hepsi bir ailenin kardeşleriydiler) bölündü. Doğada bir toprak parçasının (hepsine aitti ve ortak mülkiyet vardı) bir bireyin hakkı olduğu ve başkalarının bu hakkın dışında kaldıkları ilk gün yasa, din, miras vs. adında hiçbir kural mevcut değildi; yalnızca 'güç' vardı. Kabilenin güçlülerinin gücü (ortak mülkiyet düzeninde kabilenin koruyucusuydu ve daha fazla sosyal onur kazanmanın ya da daha fazla avlanmanın etkeniydi; her ikisi de kabilenin yarannaydı) şimdi 'hak'kı belirlemenin kaynağı, bireysel yararlanmanın kuralı ve bireysel mülkiyeti elde etmenin birinci faktörü olmuştu. Nitekim "mülkiyet, gücü ele geçirme faktörüdür" diyen Marks'ın teorisini tarihin bu hassas anında, doğrulanması için tersine çevirmek gerekmektedir; şu anlamda: İşin başında mülkiyeti bireye ait kılan faktör 'güç' idi. Bireysel mülkiyeti ortaya çıkaran, 'güç'tü; bireysel mülkiyet de güce devamlılık ve silah kazandırdı. Onu yasal, doğal ve meşru hale getirdi.
Özel mülkiyet, bir bütün olan toplumu ortadan ikiye ayırdı. Sahip olma ve bireysel mülk edinme bir prensip haline gelince, haramdan sakınan ve gerçekten ihtiyaç duyduğu ile yetinen hiç kimse kalmaz. Ayrıca bu ihtiyacın ölçüsünü de kendisi belirlemelidir!
Burada herkes, devam etmeyeceği değil, artık devam edemeyeceği noktaya kadar ilerler. Önceki Habil (ya da ortak mülkiyet) düzeninde herkes avlanmada ihtiyacı olan noktaya kadar giderdi. Serbest ve cömert doğa herkesin kullanımına açıktı. İş, ihtiyacın giderilmesi için yalnızca bir araçtı. Üretimde fazla çaba sarfeden o kadar fazla kazanç elde ederdi. Ama şimdi doğanın açık ve bereketli sofrasından (orman, deniz) kenara itilmiş, sanayinin (toprak ve ziraat) aşağı ve fakir sofrasının başında izdiham oluşturmuş hırs ve daha fazla beklenti ile birbirlerinin canına bile kasteder duruma düşmüşlerdir. Bu 'sosyal yaşamın yeni' ilişkisinde kartallar ve leşyiyiciler (Kabil kıssasında kargalar) bütün zayıf kuşların kolunu-kanadını kırmış ve onları kovalamıştır. Göçmen kuşlar gibi ahenk içerisinde ve aynı sesi veren, çöllerin bağınnda, ırmak boylarında, deniz sahillerinde hareket halinde bulunan toplum şimdi özel ve tekelci mülkiyet murdarı başında vahşice ve kin güderek "Bu onu pençesiyle öldürür/ o da bunu gagasıyla didikler.
Daha sonra bu insanlık ailesi çokça özgürlük, barış, huzur ve mutluluktan, iki düşman ve karşıt kutba dönüşür: İhtiyacından ve iş gücünden fazla toprağa sahip olan ve iş için başkalarının iş gücüne muhtaç bulunan bir azınlık; tam tersine açlık çeken, iş gücü olan, ama toprağı ve aracı bulunmayan, yeni sosyal ilişki biçiminde yazgısı kölelik olan bir de çoğunluk vardır. Bu, kendisi'nden başka bir şeyi bulunmayın, ne toprağı, ne suyu, ne onuru, ne şerefi, ne soyu, ne ahlakı, ne izzeti, ne düşüncesi, ne bilgisi, ne sanatı, ne değeri, ne hakkı, ne hakikati, ne ruhu, ne anlamı, ne eğitimi, ne dini, ne dünyası vs. olmayan bir sınıfın varolduğu bir sosyal düzendir.
Bunların hepsi yerin ürünüdür; bahçe ve ziraat alanından elde edilen çiçek ve meyva, maddi ve manevi ürünlerin üretim kaynaklarına sahip olan sınıfın tekelindedir. Bu sınıf, aşağı dereceden işler yapmadığı için kendi eğitim ve öğretimine, maneviyat, edebiyat, ilim ve sanata yönelmeye ayırdığı zaman, imkan ve sermayeye sahiptir. Tek yumruk ve tek ruh olan önceki toplumda yaşarken her iki kutbun da tek ruh, tek ilgi ve tek onuru vardı: Kabile de her ikisi de boş ellerle birbirinin yanıbaşında ormana, denize gidiyordu.
Çevrelerindeki Hava (birlikte soluk alıyorlardı) gibi, topraklarının manzarası (birlikte seyrediyorlardı) gibi doğa servetleri her ikisinin de kullanımına açıktı, kabilenin kullanımına açıktı. İkisi 'eşitti, aynı zamanda 'kardeş'lerdi. Her ikisi de aynı Adem'in çocuklarıydı, Adem de aynı topraktandı. Şimdi bu iki kardeş, mülkiyet leşinin başında birbirinin yanından uzaklaşmış ve karşı karşıya oturmuştur. Artık aralarında hükümet eden düşmanlıktır. Akrabalık bağı, kölelik bağı olmuştur; eşitlik ayrıcalığa kurban gitmiş; kardeşlik kardeş katline varmış; din, aldatma ve çıkar sağlama aracına, başka da bir şey olmamaya dönüşmüştür. İnsancıl, barışçı ve sevgi dolu ruh; kin, rekabet, maltıpıcılığı, fazla beklenti, tekelcilik, hile, güç, zulüm, bencillik, katılık, insan öldürme, saldırganlık, egemenlik peşinde koşma, üstünlük taslama, erdem satma, halkı aşağılama, zayıfları Öldürme, kendi çıkarı yolunda herşeyi ve herkesi ayaklar altına alma, kardeşini katletme, babaya işkence etme, hatta Allah'ı aldatmaya kalkışma ruhuna dönüşmüştür.
Bu şekilde Habil (imanlı, barışsever ve fedakar insan) ve Kabil (isteklerine tapan, saldırgan, kardeş katili, imansız ve maddeci) tipleri arasındaki karşıtlığı psikolojik analizle ve bilimsel nedenlilik, çevre sosyolojisi, uğraşı ve sınıfları temelinde derinlemesine anlayabildiğimize ve bu ikisinin, ırk, baba, anne, eğitim, aile, çevre ve dinde ortak olduklarını (ve o çevrede henüz insanlık toplumu oluşmadığı ve çeşitli düşünsel çevreler, kültürel atmosferler, çeşitli sosyal gruplar bulunmadığından kardeşlerden herbirinin muhtemelen dini, eğitimsel ve propagandasal faktörlerin etkisi altında farklılaştığı söylenemez) öğrenebildiğimize göre, kardeşlerin, herbiri bir tipin sembolü olacak boyutta karşıt hale gelmelerini nasıl açıklayabileceğiz?
Araştırmanın bilimsel ve mantıklı metodu şudur: Bütün yönlerden birbirine benzeyen iki olgu bir yönden farklı veya karşıt olduklarında herbiri üzerinde etkisi bulunan nedenlerin, etkenlerin ve şartların fihristi çıkarılmalı; ardından, karşıt ve farklı etken veya etkenlere ulaşabilmek için her ikisindeki ortak ve benzer noktalar kaldırılmalıdır. Bu iki kardeşin kıssasında ayrılık boyutunu oluşturan tek etken, herbirini özel sosyal ve ekonomik durumda bulunduran farklı uğraşıları, ikisinin sahip olduğu işin türü, üretim altyapısının rolü ve karşıt ekonomik düzendir.
Rastlantı olarak teoriyi açıkça destekleyen şey, Habil tipinin, ortaklık çağı insanın sınıfsal psikolojisi ve sosyal gidişi, serbest hayvancılık üretimi ve avcılık ile; Kabil tipi-ninse, sınıflı toplum insanının sosyal ve sınıfsal ahlakı, kölelik düzeni ve efendilerin psikolojisi ile olan tam uyumudur.
İkinci olarak, müfessirlerin ve bilginlerin açıkladığı şey, Kabil ve Habil kıssasının, Kur'an'da, insanı öldürmenin çirkinliğini göstermek için anlatıldığıdır. Oysa bu, (Fransızların deyimiyle) sorunu yüzeyselleştirmek ve basit göstermektir. Benim teori doğru olmasa bile mesele onların anladıkları kadar basit ve az faydalı olmamalıdır. İbrahimi dinler, özellikle de İslam bu öyküyü, insan türünün bu dünyadaki yaşamının başlangıcının eşiğinde meydana gelmiş ilk büyük olay olarak sözkonusu etmektedir. Bu durumda dinlerin tüm hedeflerinin böyle bir sonucu çıkarmak olduğu yaklaşımı inandırıcı değiklir. Bu öykü, ne olursa olsun basit bir ahlaki kıssadan daha derinliklidir. "Şu halde bize, bir insanı öldürmenin çirkin bir davranış olduğu ve asla bu davranışının çevresinde dolaşmamamız gerektiği, ondan uzak durmamız lazım geldiği, özellikle de kardeşimiz olursa... açıklanmış olmaktadır!"
Bence Habil'in Kabil eliyle öldürülmesi, tarih sürecinde bir büyük dönüşümü, keskin bir kırılmayı, Özellikle de insanın serüveninde başgostermiş olan en büyük olayı bildirmekte ve onu derinlemesine olarak bilimsel, sınıfsal ve sosyolojik izah ve yoruma tabi tutmaktadır; bu da ilk komün devresinin son bulması ve insanın deniz-kara avcılığı şeklindeki İlk eşitlik ve kardeşlik düzeninin (Habil) yokolması; tarım üretiminin ortaya çıkması, özel mülkiyetin meydana gelmesi, ilk sınıfsal toplumun ve ayrıcalıkhlık, sömürü, maltapıcılığı, imansızlık düzeninin kurulması, düşmanlık, rekabet, hırs, yağmalama, kölelik, kardeş katlinin (Kabil) başlamasıdır.
Habil'in ölüp Kabil'in kalmasının tarihin nesnel bir realitesi olması; bundan sonra halkın din, yaşam, ekonomi, yönetim ve yazgısının Kabil'in elinde bulunması, eleştirel ve ilerici ve gerçekçi analizdir. Habil'in evlatsız gitmesi ve bugünkü insanların hepsinin Kabil'den artakalması da[9] gösteriyor ki Kabil düzende Kabili toplum, yönetim, din, ahlak, görüş, eğilim ve gidişatın genelliği vardır ve yaşamın kuralsızlığı, düşüncenin perişanlığı her toplum ve çağa egemen ahlak buradan gelmektedir.
'Benî Adem'in yeryüzündeki yaşamının ilk gününün (kızkardeşleri ile evlenmeleri)[10] çatışmanın, dövüşmenin, sonra da savaş ve 'kardeş katli' ile içice göstermesi, öncelikle yaşam, toplum ve tarihin çatışma ve mücadele üzerine kurulu bulunduğu; ikinci olarak, idealistlerin tersine bunun asıl etkeninin ekonomi olduğu ve cinselliğin, dini inanç, kardeşlik bağı, hak ve ahlaka üstün geldiği bilimsel gerçeğini ispatlamaktadır.
İlk anlaşmazlık, Kabil'in, Habil'in adayı olan kızkardeşi-ni kendine ayrılana tercih etmesi üzerine çıkmıştı. Adem'in görüşüyle belirlenmiş olan aday paylaşımını bozmak için ayak diretti. Adem'e şikayette bulundular. O, kurbanlık vermelerini ve kiminki kabul edilirse diğerinin artık onun karşısında susmasını teklif etti. Kabil burada da sahtekarlık yaptı ve çürümüş buğday getirdi, (ihtiyaç duyduğunda bile ihanet etmektedir, üstelik de Allah'a! Değersizi getirmesi bu düzenin insan tipini göstermektedir.) Kurbanı kabul edilmedi. Yine hileye başvudu ve arzusu yolunda giderek Allah'ın sözüne uymadı ve Habil'i (şikayetçi olmamasına ve bir şey istememesine rağmen en iyi devesini, en aziz varlığını Ma'buduna sunmuş, doğal olarak kurbanı kabul edilmişti.) kalleşçe öldürdü.
Hatta ikisinin de ölüm anındaki konuşması düşünmeye değerdir. O ölümle tehdit edilmesine rağmen Habil, yumuşaklık, şefkat ve teslimiyetle şöyle demektedir: "Bense sana elimi uzatmayacağım."
Habili insan, toplumu ve düzeniyle bu sadelik ve en ufak bir direniş göstermemekle, tekelci ve saldırgan Kabil insanı ve düzenini ayaklar altına almış oldu.
Burada ben önceleri, öyküde cinselliğin en güçlü ve ekonomiye öncelikli etken olarak gösterilmiş olduğunu zannediyordum. Burada Freudizm daha başarılı değil miydi? Bu karmaşada ilk kelime yine kadındır; tıpkı babalarının başından geçen herşeyin Havva'dan başlaması gibi.
Ama derinlemesine düşünürsek bunun sadelik ve doğruluk olmadığını görürüz. Çünkü tartışmanın temelinin, Kabil'in Habil'in adayına eğilimi bulunduğunu, yani Freud'un haklı olduğunun doğruluğuna rağmen Freud da kabul eder ki, kendisinin "ilk neden" olarak gördüğü şeyden önce neden veya nedenler topluluğu ve başka etkenler de mevcuttur. Bu kıssanın 'cinselliğin asilliği ve Önceliği1 temelinde analiz edilemeyeceğine ikna olacaktır. Çünkü Öncelikle bir soru sözkonusudur; Kabil'in, Habil'in adayına olan eğilimi nedeniyle tartışma başlattığı doğrudur. Ama daha önce şu sorular cevaplanm alıdır: Birincisi, iki kardeş arasından niçin Kabil böyle bir duyarlılığı sergilemiştir. Oysa her ikisinin de benzer tepkiyi vermesi ve benzer ve aynı ölçüde bir tutuculuk ve ayakdireme göstermesi gerekmez miydi? (ikisinin de her yönden, 'veraset ve çevre' benzerliği bulunduğunu hatırlatmak önemlidir.)[11] İkincisi böyle benzer şartlarda bile iki kardeşten birinin bu şekilde bir duyarlılığa sahip olabileceği bilimsel açıdan mümkün görülse de bu biri niçin Kabil olmuştur? Üçüncüsü, önemli olan, Öykünün
içinde ve bu ikisinin konuşmasından, her birinin davranışından ve öykünün aktarıcısı olan Kur'an'dan, Hristiyan, özellikle de Yahudi metinlerden ve de İslami tefsirler, tarih, rivayet ve kıssa kitaplarından (işin bu yönü çok önemlidir) anlaşıldığına göre Habil bir hayır tipi, Kabil'se bir şer tipi olarak tanıtılmaktadır. Tip' diyorum 'karakter' değil; yani mesele Kabil'in yalnızca arzularına tapan veya maddeci bir yapıya sahip olarak tanıtıldığı; Habil'inse yalnızca dini duyarlılığı taşıyan biri olarak gösterildiği değildir. Biri kötü bir insanın yansımasıdır, diğeri ise iyi bir insanın.
Nitekim ben, Habil'in 'sağlıklı fıtratlı insan' olduğu, kuralsız ve insanlıkdışı sosyal düzen, meslek ve ekonomik yaşamın onu 'alenî' edemediği, bozamadığı, saptıramadığı ve kiri ete mediği; sakat, çarpık, Marqiez'in deyimiyle 'ufallan-mış', tutkulu ve kirli hale getiremediği noktasına ulaştım. Habil, aynı zamanda babasına sevgi, kardeşine ilgi, Allah'a iman, hak karşısında susma, saygı ve takvayı yaşatan birisidir. Kardeşinin tersine, cinselliğe eğilim için bütün o heyecan ve kötülüğü ayağa kaldırmaz. Güzellik karşısında da kısır ve idraksiz değildir. Çünkü Kabil'in yolaçtığı bütün bu kötülükler ve başağrıları boyunca, üstelik defalarca ölüm tehdidine rağmen bir kez bile zahidçe konuşmamış-tır: "Ağabey onun hayrından vazgeçelim"; demez, "bu çirkin ablayı kardeşlik hatırına bırakalım." dememiştir.
Habil bir insandır, 'Ademoğlu'dur, ne çok, ne de az. Bu kıssayı nakleden bütün metinler de onu bu şekilde resmetmek istemişlerdir. Bence bu, çatışmasız ve ayrıcalıksız, işi de serbest olan bir toplumda bulunulması nedeniyle idi; ne deveye biniyor, ne de eşşek gibi yükün altına giriyordu; ne tebanın tannsıydı, ne de kral oğluydu, yalnızca insandı. Bu toplumda herkes yaşamın bütün nimetlerinden, toplumun maddi ve manevi bütün imkanlarından eşitçe ve ortak olarak yararlanır; herkes eşitlik içinde (Bu durumda kardeş de olacaktır.) sağlıklı, güzel, şefkatli, temiz, samimi, dost ve iyi bir ruhla yetişir.
Kabil ise özü itibariyle kötü değildir. O'nun özü, Habil'in özünün aynısıdır. Hiç kimse kötü özlü değildir. Herkesin özü, Adem'in özüdür. însanlık-karşıtı bir sosyal düzende, sınıflı bir toplumda, kölelik ve efendiliği besleyen ve insanları ya kurt ya da tilki yapan bireysel mülkiyet rejiminde, bu sahnede düşmanlık, rekabet, katılık, paraya tapınma, zillet ve efendilik, açlık ve işkembeyi doldurma, esaret ve serserilik, güç, para ve aldatma vardır: Yaşam felsefesi yağmacılık, kâr sağlama, çalıp çırpıp yemek sözkonusudur; konuşma, sövgüdür, yalandır, dalkavukluktur; yaşam, zulmetmektir, zulmü kabullenmektir, bencilliktir, soyluluk, stokçuluk, zorbalık, gösterişe tapınmadır; sosyal ve insani ilişki çarpmak, yemek, emmektir, emilmektir; insanın felsefesi, olabildiğince fazla tad, olabildiğince fazla servet, olabildiğince fazla şehvet, olabildiğince fazla güçtür; herşey bencilliğe döner, herşeyin ve herkesin kurbanı kendisi için, kenaı aşağılık katı, tamahkarlığı içindir.
Sonra Kabil; iyi, 'şefkatli, temiz Habil'in kardeşi, Adem'in aracısız oğlu, cinsel eğilimi için (çok güçlü veya çılgınca aşk beslediğinden değil, geçici olarak ve hevesini almak için) kolayca yalan söyleyebilen, rahatlıkla ihanet edebilen,vicdan rahatlığı içinde imanını çamura bulayabi-len, kardeşinin başını herkesten daha kolay biçimde vurabilen bir varlık haline gelir. Bunlar, ondaki cinsel içgüdünün herşeyden daha güçlü olması nedeniyle değildir (sayın Freud!). Tara tersine çok basit olarak neden, ondaki insani faziletlerin hayli zayıflamış ve zayıf bir hevesten de zayıf hale gelmiş olmasıydı. Eğer dediğiniz doğru olsaydı sayın Freud ve ondaki cinsel etken o kadar güçlü olsaydı, aşkına kavuşma yolunda herşeyi, her işi yapacak durumda bulunsaydı kurban sunma yerine en değerli kızıl tüylü deveyi getiren o olurdu, Habil değil! Freud'un sözü doğru olsaydı Kabil'i, babasının önerisini işitir işitmez tarlaya koşup bütün harmanları ateşe veren biri olarak görürdük. Ama gördük ki, Allah'ın rızasını kazanmak için, elinden kaçan aşkını ele geçirmek için Allah'ın huzuruna bir tutam buğday getirir, üstelik insafsız, sararmış ve çürümüş bir tutamı!
Bütün bu ayrıntıyı, öncelikle öykünün ahlaki Öğüt olduğu yaklaşımını reddetmek ve sorunun anlatılandan daha ciddi görülmesi gerektiğini belirlemek; ikinci olarak, bu kıssanın iki kardeşin davası olmadığını, iki kesimin iki düzenin davası, tarihin hikayesi, zaman süresince ayrılığa düşmüş insanlığın serüveni ve henüz sona ermemiş savaşın başlangıcı olduğunu ifade etmek için verdim.
Habil kanadı, mustaz'af ve mahkum kanattır; yani halk, tarihin öldürülmüşü ve insanlık toplumlarına egemen mülkiyet düzeni olan Kabil düzeninin esiridir. Bu savaş ise, Kabil'in bayrağının nesilden nesile egemen sınıfların eline geçtiği, Habil'in kanını değeri ve kanını çağınsın da nesilden nesile onun varislerine (adalet, Özgürlük ve gerçek iman için mücadele eden mahkum halka) ulaştığı tarihin sürekli savaşıdır. Bu savaş tüm devrelerde devam etmiş ve her çağda bir biçimde sürmüştür. Kabil'in silahı dindir. Habil'inki de.
Dine karşı dinin savaşı da tarihsel bir savaştır; sosyal şirki ve sınıfsal farklılaşmayı açıklayan şirk dini ile, sınıfsal ve ırksal birliği açıklayan tevhid dininin savaşı. Habil ve Kabil, şirk ve tevhid, sınıfsal ve ırksal ayrıcalık ile insani adalet ve birliği hile, uyuşturma ve mevcut durumu izah etme dini ile bilinç, hareket ve devrim dininin tarihsel zaman boyunca süren savaşı zamanın sonuna kadar durma-yacatır. Bu son nokta ise Kabil'in öleceği ve Habil düzeninin bir kez daha kurulacağı andır. Bu, dünya üzerinde eşitliğin gerçekleşeceği, sonuçta da tevhid ve insani kardeşliğin kurulabileceği Kabili tarihin sonundaki determinist devrimidir; adaletin sağlanmasıdır; tarihin zorunlu olarak gideceği, evrensel bir devrim, tarihsel ve sınıfsal bir intikam biçiminde kesinlikle insanlık yaşamının bütününde yaygınlaşacağı ve "Yeryüzünde zaaf ve çaresizliğe sürüklenmiş olanlara, kendilerini insanları önderleri ve yeryüzünün mirasçısı yaparak nimet vermeyi irade ettik." diyen Allah'ın müjdesinin ulaşacağı bir adalettir bu.
Bu, Habil ve Kabil'in savaşıyla başlayan; tüm insanlık toplumlarında egemen düzen üe mahkum durumda bulunanlar arasında süregelen; tarihin, adalet, 'kist' ve hakikatin determinist yazgısı olan diyalektik çelişki temelindeki geleceğin determinist devrimidir.[12]
Ve bu aralarında sürekli çatışma bulunan (tarih boyunca) iki kanattan birinde yerini belirleyen ve seyirci olmayan her bireyin her devredeki sorumluluğudur. Nitekim tarihin determinizmine inanmakla tarihin determinizmi içinde bireysel özgürlüğe ve bireysel insani sorumluluğa da inanmış olmaktayım; bu ikisini birbirine aykırı da görmüyorum. Çünkü tarih, bilimsel bir bütüncül determinizm temelinde hareket halindedir, tıpkı boğa gibi. Ama ben, bir insan bireyi olarak seçimde bulunmalı, tarih çizgisinde hareket etmeli tarihin determinizmini bilimin gücüyle hızlandırmalı ve ilerletmeli ya da cehalet, bencillik ve sınıfsal çıkarcılıkla onun karşısına dikilmeli ve ezilmeliyim.[13]
Mahrumlardan ve Mahrumlar İçin İlahi Peygamberler
Bekleyen[14], itiraz edendir; kişi eğer 'bekleyen' olmazsa, geleceğin beklentisini taşıyamaz. Değişimi bekleyen, birisinin gelmesini bekleyen, yeni bir şeyi bekleyen, yeni birisini ve yeni bir olayı bekleyen kişi, varolan duruma itiraz eden ve onu bekleyendir. Şia'nın siyasal görüşünde ve tarih felsefesinde kim bekleyendir? İtiraz eden. Neye itiraz eden? İslam adı altında İslam Tarihinde ortaya çıkana; (anlattığım gibi) tarihe egemen bu İslam'ın ilk kurbanları Ebuzer, Ali, Hacer ve Hüseyin'di. Bu, itiraz edendir; İslam adı altında tebliğ edilen, uygulanan ve övülene itiraz etmekte ve 'bu değil' demektedir. Tarih boyunca itiraz edendir; bunun için de bekleyen ve itiraz edendir, bunun için de bekleyen ve inanandır. Tarih boyunca mevcut bulunan bu gerçeğin zorunlu olarak gerçekleşmesi gerektiğine, yoksa Allah'ın evreni boşuna yaratmadığına inanmaktadır. Adem'i nasıl boşuna yaratmış olabilir?! Tarih nasıl zulmün, yozlaşmanın, zorbalığın ve cehaletin çıkarına olarak tamamlanabilir? Nasıl? Tarih boşuna mı? Eğer tarih boşuna değilse zorunlu olarak, bir hakla, tüm insani ideallerin, beşeri aşklar ve arzuların gerçekleşmesiyle sonuçlanacaktır (bu kimsenin elinde değildir). Ama aynı zamanda tarihin bu determinizminde insanların özgürlüğü ve sorumluluğu vardır.
Tarih, determinist olarak Kabil'den itibaren Kabil'in kurban olması ve Kabil'in işbaşına gelmesiyle başlar, Kabil tarihte hep hükümet eder (bütün devrelerde) ve insanlık tarihinin yönetimini hep elinde tutar. Kabil dindardır (dini de vardır) dini şirk dinidir. Ama Habil, İslam insanı, ideal insan, gerçek insan olan bir insan olarak kurban olmuştur. Bundan dolayı insanlık toplumlarına egemen olan tarih, Kabil'in tarihidir. Kabil Habil'i öldürmüş ve kendisi kalmıştır; bunun anlamı, öldükten otuz, kırk, elli yıl sonra demek değildir. Hayır, ölmemiştir; tam tersine tarih boyunca şirk adı altında insanlık toplumuna, halka ve herkesin tepesinde egemendir. Kabil, dini, kendini izah etmek, halkı mahvetmek, Habil'in şekillenmemesi ve canlanmaması için araç kılar. Aynı Kabil'in tarih boyunca üç yüzü vardır; bir insandır (halka egemen), ama üç yüzü vardır. Kur'an'da bu yüzler ve insanlık tarihine egemen sınıfın bu üç boyutu 'mele'[15] 'mütref ve 'rahib' kavramlarıyla tekrarlanır, İslam, İbrahim'in dini olarak her zaman mele, mütref ve rahibin karşısına dikilmiş ve bunlara karşı kıyam etmiştir. Hep mahrum ve zulüm görmüş halkın içinden çıkmış olan, tamamı mahrum kitleye bağlı ve çoban olan (bizzat Pey-gamber'in sözü ve tarihin şahitliğiyle veya mahrum sanatkar işçilerdi. Tarihte çobanlardan da mahrumdular.) İslam peygamberleri (insanlık tarihinin dini anlamında. Çünkü Kuranda İslam yalnızca Peygamberimizin dini değildir; Peygamber'imiz, İslam peygamberlerinden biridir.) mele, mütref ve rahibe karşı kıyam etmişlerdir.[16]
Kur'an'ın üslubu şöyledir: Tarihten bazı şahsiyetleri nesnel olarak seçer (yaratan yazarların tersine) sonra geneli kapsamak üzere ve her zaman varolan bir tip ve sınıfın temsilcisi olarak açıklar.
Mele, mütref ve rahibi üç tarihsel şahsiyet olarak (özel isimle) gösterir. Nitekim Musa döneminde ve diğer dönemlerde/Musa'dan önceki ve Musa'dan sonraki Peygamberler devamlı olarak onlara karşı kıyam etmişlerdir. Bunlar, her peygamber gönderilişinde, hakkın gönderilişinde ilk karşı koyan üç simadır: Firavun, Karun ve Bel'am b. Baura. Firavun, insanlık tarihine egemen güç kudretinin temsilcisidir. Karun, insanlığa egemen ekonomik ve mali kudretin temsilcisidir. Bel'am Baur ise insanlar arasında bulunan din kudretinin temsilcisidir; bu din hep onun aracılığıyla her üçü için sömürü aracı olur; insanları devamlı olarak, adı dini ibadet, biçimi ise dünyevi ibadet olan ibadet bağı içinde tutabilme için özgürleştirici dinden bir ip oluşturur.
Bu üçü, kendilerine özgü üç işe sahiptirler: biri güçle (özet olarak ve başlıklar halinde anlatıyorum.) insanların
başını tutar ve belini büker, biri cebini boşaltır. Diğeri de kulağının dibinde fısıldar: "Sabret, değmez; bunlar dünyanın süsüdür, değeri yok!" Bu üçü, dünya tarihi boyunca elbirliği halindedirler.
Tarih boyunca gördüğümüz, mabet, saray ve dükkanın bir süper market (her üçü) oluşturduğudur. İnsanlık, insan, halk, bütün hak dinler ve hak hareketler bu üç boyutlu ve üç şubeli Karun'un kurbanı olmuşlardır; bu, teslistir, (üçleme)
Evrende üç tanrı yoktur, ama yeryüzünde üç tanrı vardır. Bu teslistir; bu üçü, Mesih'in şahsında üç boyutlu hale gelir: Baba oğul ve Ruhü'l-Kudüs. Bazen de tarihte her üçü bir bireyin şahsında toplanırlar: Papa! Nitekim onun hem gücü, hem parası vardır hemde tanrının temsilcisidir. O, hiç kimseye fırsat vermez; hem insanların başını tutar, hem cebini boşaltır, hem de kulağına fısıldar: "Değmez!" Bundan dolayı, tarih boyunca din (Halka hükümet eden ve değişik devrelerde çeşitli milletlere hükümet etmiş bulunan din) bu resmi din görevlilerinin (rahib[17], Belam b. Baura) aracı olmuştur; nitekim diğer ikisi ile işbirliğiyle ve üçlü, teslise dayalı şirket çıkarına halkı kölelik ve zillet altında, yabancı ırkları alçalma ve geri kalmışlık altında din adına, Allah'ın isteği adına tutmaktadır. Çobanlar ve mahrumlar (Allah'ın iradesinin yeryüzündeki kurucuları ve gönderilenler daima bunlardan seçilmişlerdir.) zincirinin peygamberleri, Karun'un şahsında somutlaşan, tarihte ölümsüz ve tarihe egemen bu üçlü yüzü ezmek için çaba harcamışlardır. Bu üç yüz (tuhaftır!) son anına kadar peygamberlerin hareketiyle mücadele etmiştir. Sonra ise şirk dininin resmi görevlisi rahib (peygamberlerin hareketinin karşısında durmadıklarında) peygamberlerin hareketine katılmış ve o dinin rahibi adı altında yine halka karşı ve elbirliği halindeki diğer ikisinin çıkarma hükmünü devam ettirir. Bu hepsinden daha korkunçtur.
Şirk tevhidle tarih boyunca sürekli olarak savaşmıştır. Birkaç tanrılık, insanlık tarihinin birkaç topluluğunun, birkaç smıflıhğının ve birkaç ırklılığının koruyucu olmuştur. İki tanrılık, insanlığın iki sınıflılığının koruyucusu; üç tanrılık ise Karun'un üç yüzlü olmasının açıklayıcı sı dır. Ama Tevhid, daima inanca dayalı bir dünya görüşü ve mevcut durum temelinde oluşmamış, tam tersine evrenin hakikatinin bu peygamberlerin kalbine yansımasıyla halk arasında yayılmış evrenin asıl gerçeğidir. Bunlar, insani sünneti diriltme olarak ve halk-karşıtı olan elele etkenlerle mücadele için ('halk', 'nas' şeklinde islam'da o kadar tekrar edilmektedir ki.) bu üç yüzü birarada ezerler. Ama diğer ikisiyle elele olan ve ortak bir öyküye sahip bulunan rahib-Bel'am b. Baura yenilgiye uğramakta olduğunu gördüğünde tevhid dini elbisesine bürünür ve şirk rolünü tevhide aktarır. Bu, hepsinden daha tehlikelidir.
İslam'da Belam b. Baura kimdir? Yahudi dininin büyük rahibi ve büyük dinadamı Ka'bu'l Ahbar. Peygamber'le ve İslam'ın gücüyle savaşamayacağını anlayınca müslüman olur, İşte bu Bel'am Baura'yı Ebuzer Gıfari'ye islam dersi verdiğini görüyoruz! Ebuzer servet ayetini okuduğunda, "Servet yığan ve Allah yolunda infak etmeyenlere[18] acı bir azabı müjdele." Ka'bu'l-Ahbar şöyle der: anlamış değilsiniz! Bu, yahudi ve hıristiyan dinindekilerle ilgilidir. Ama birisi hums ve zekatını verip dini görevlerini yerine getiriyorsa, bir tuğlası altın, bir tuğlası da gümüşten bir saray da yapsa ona bir günah yoktur! Ebuzer oradan ayrılır. Çünkü peygamberin vefatı üzerinden henüz birkaç yıl geçmemişken Ka'bu'l Ahbar'm kendisine nkıh ilkesi çıkardığını fetva vererek "İslam senin söylediğin gibi değil, benim söylediğim gibi. Birisi dini görevlerini yerine getiriyorsa, bir tuğlası altın, bir tuğlası da gümüşten bir saray da yapsa ona bir günah yoktur ve sorun değildir." dediğini görmektedir. Ebuzer, bunun servet meselesi olduğunu, asla hums ve zekat meselesi olmadığını, servetin kendisinin sözkonusu edildiğini söyler. Sonra sinirlenir ve bir deve kemiğiyle Ka'bu'l-Albar'ın kafasına öyle bir vurur ki kan akmaya başlar. İslam (Hikmet ve adalet için "inandığımız gibi" ve hak önderliği halk nedeniyle ve Allah yolunda kurmak için gelmiş bulunan büyük Allah elçilerinin hareketini sürdürme olarak) sonuncu harekettir; kendi önderinin kılıcı ile Medine adında örnek, ideal bir şehir, 'erdem şehri' kuran harekettir. Kısa bir süre sonra İslam ve Tevhid toplumunda ruhbanlar ve Ahbar -yani Bel'am Baura- ortaya çıkar ve üç boyutlu o düzen bu kez İslam'da başlar.
Hüseyin, bu üç boyutlu düzenin resmi, ailevi ve kalıtımsal olarak Yezidle başladığını, İslam hükümetinin anayasasının resmen değiştiğini (Artık zahiren inandıkları, ama onunla amel etmedikleri, onu yorumladıkları şekilde değildi; silip bir başka şey yazmışlardı.) görürür. Hüseyin, bu hükümeti değiştiremeyeceğini ve onun yerine başka bir hükümeti geçiremeyeceğini Roma ve İran'ı birarada ezmekte olan bu büyük güçle mücadele için hiçbir imkan bulamayacağını anlar. Yezid'in çevresindekilere bakan Peygamber'le birlikte kılıç sallamış ve Peygamber zamanında sahabenin bir parçası olan peygamberin eski arkadaşlarının ve büyük şahsiyetlerinin izini Muaviye'nin yeşil sarayında veya Ka-fe'nin Daru'l-İmare'sinde görür; sonra, hakkı anlamış, tanımış başkalarının da ya üzüntüye kapılıp üzüntü programları düzenlediklerini ya da köşeye çekilip sürekli inledikleri ve yavaş yavaş kendilerini mahkum ederek sustuklarını izler. Bu ikinci topluluk, anlayışları böyle olan İslam'ın özel şiasıdır.
Hüseyin, Allah'ın evinin çevresinde dönen, İbrahim'in ve Peygamber'in sünnetini yerine getiren insan girdabını terketmeyi ve gidip büyük bir görkem ve ululuk içinde ölmeyi istediğinde (Baştan ölümü ilan eder.) onların aynı şekilde dönmekle meşgul olduklarını görür: İbrahim'in sünneti, Allah Resulünün sünneti hac var, bırakıp gidemeyiz ki! Ama Hüseyin, İslam'ın en büyük şiarı ve en büyük ibadeti olan haccı yarıda bırakarak şunu ilan etmek istiyordu: "Rah kayboldu, bedenle oyalanma; 'hedef ve 'yon yokoldu, boşuna dönme." Yoksa biz, Mekke'den çıkışda Hüseyin'i yalnız bırakanların ister Muaviye'nin yeşil sarayında, ister Medine'deki hükümette ve Maveraünnehir ve Şam'da isterse de Allah'ın evinde ve hac amelleri nedeniyle yalnız bırakmış olsunlar farketmeyeceğine inanmıyor muyuz? 'Yon' ortadan kalktığında bunların hiçbirinin anlamı kalmaz (nitekim anlamsızlaştıklannı ve hala da öyle olduğunu görüyoruz). İmametin manası işte budur: Yön; geriye kalan ameller artık mekanik olur, ister dön, ister doğru git, ister gayret et, ister etme, farketmez. Yön kaybolduğunda artık her şeyi yapabilirsin, farkı yoktur; Aşura günü ağlayabilir ya da gülebilirsin, farketmez.
Sonra Hüseyin kıyam mı eder?! Kıyam etmez. Çünkü
resmi bir hükümet oluşturamaz; başka hiçbir iş yapamaz. En yakın akrabalarının ağlayarak, rica ederek, yalvararak şöyle dediklerini görür: "Gitme, burada kal." Niçin? Suçlu duruma düşüp de gitmek zorunda kalmamaları için. İmam Hüseyin'e nasihat ederler: "Sizin ve ailenizin üzerine titriyor ve sizin için endişe ediyoruz. (Yol gösteriyor, rehberlik ediyor ve içlerinin parçalandığını gösteriyorlar!) Gitmeniz gerekmez; burada olunuz, burada namaz kılınız, tavaf ediniz, kurban kesiniz, halka vaaz ediniz; daha sonra bir şey yaparsınız! Dinin merasimini yapınız, bu merasimin darbesi yoktur, sizi razı eder, hatta size yardımcı da olur."
Hüseyin, İbrahim'in bu büyük merasimini tamamlayıp sonra bu işi yapmak için birkaç gün bile oyalanmaz. Çünkü insanlığa ve tüm tarihe, eğer düzen böyle olduysa, yön de-ğiştiyse ve rehberlik ortadan kalktıysa bütün bunların kalıp kalmamasının halk üzerindeki etkisinin eşit olduğunu gösterecektir. Zira bütün bunlar, insan toplumunda yeniden şirk rolünü oynamaya başlamış tevhid sünnetleridir. Hüseyin hiçbir şey yapmamaktadır. Yalnızca, Adem'den itibaren başlayan düzenin Habil'in katli ile saptığı; tarih boyunca Kabil hükümetinin, tevhid ve şirk adı altında, Musa, İsa ve İslam Peygamberi'nin dini veya putçuluk, teslis (üçleme) ve dualizm (her ikisi, her üçü, dördü de birdir!) adı altında hükümet ettiğini; bunların karşısında Adem, Nuh ve İbrahim, Musa ve İsa'nın hareketinin ve Muham-med'in hareketinin yönünün otadan kalkmakta olduğunu; tarihte kaybolmuş İbrahim'in baltası, Peygamber ve Ali'nin kılıcı ile yenilgiye uğratılmış aynı üç yüzlü koruyucu ve din adamının yeniden iş basma geçtiğini; burada İslam giysisi içinde, Peygamber'in sarığıyla, islam'ın mescidinde ve Peygamber'in mihrabında ortaya çıktığını (Halk geri çevirmeyi kaybetmiştir, insanlık reddetmeyi kaybetmiştir.) görmektedir. Hüseyin hiçbir şey yapamamaktadır; şöyle der: "öyle öleceğim, kendimi, ailemi ve çocuklarımı, yaşama ve yeryüzüne ilişkin tüm bağlarımı, ihtiyaçlarımı, akrabalarımı ve bağımlılıklarımı öylesine tahrik edici, olağandışı ve şaşkına çevirici bir olayda yokedeceğim ki, şirk hükümetini ve tevhid giysisi altındaki şirk dinini yenilgiye uğratamasam da mahkum edeceğim." Mahkum da etti. Hüseyin, insanlık tarihinin yenilgiye uğrayan en büyük galibidir. Kıyamından sonra Hüseyin'in, İslam'da olumsuzlayıcı direnişi ve tüm aydınlar, bilginler ve muttakilerin hareketini başlattığım görüyoruz. Şiilerden -örnek olarak- isim vermiyorum. Hüseyin'in Ehl-i Sünnet ve Ehl-i Sünnet'in alimleri, büyükleri arasındaki etkisi (çok azı ilmi ve mezhebi onurlarına önem vermekteydi.) şaşırtıcıdır. Ebu Muti'yi (Belh kadısı) İslam'ın kadısı olsun diye döverler, kabul etmez ve kaçar. Salih b. Ahmet b. Hanbel (Ahmed b. Hanbel'in hanbeli mezhebinin kurucusunun oğlu.) İslam tarihinin muttakile-rindendir. Belh yargısı, Belh'te ve Abbasi hükümetinde İslam'ın imameti bir yıl onun elinde olmuş, sonra da istifa etmiştir.
Tarih-i Belh'te şöyle denmektedir: "Salih o kadar fakih, zahid ve kadılık ustasıydı ki, geceleri evinin kapısını açık bırakır ve kapısının yanında uyurdu; bunu, zulüm görmüş birisi gece yarısı O'na muhtaç olursa gelebilsin diye böyle yapardı. Bununla birlikte istifa etti, yargı kabul etmekten ve yargıtay başkam olmaktan tevbe etti. Ahmed b. Hanbel'in evinde ekmek pişirmişlerdi. (Tarih-i Belh'e devam ediyoruz.) Ahmed sordu: "Bu ekmek nasıl yapıldı?" dedi. Onlar da: "Salihin evinden hamur mayası alınarak yapıldı" dediler. Ahmed "Salih geçen yıl İsfahan kadısı değil miydi?" dedi ve ekledi "Bırakın, yemeyin o ekmeği" dedi. Dediler ki: "Bir zamanlar İsfahan kadısı olmuşsa ne olur şimdi değil ya..." Ahmed şöyle dedi: "Ekmeğin, hamur mayası oğlumun evinden alınmış o ise bir zamanlar kadıydı.' 'Ne yapalım?' dediler. Dedi ki, 'saklayın, bir dilenci gelince ona verin. Ama ona hamur mayasının Salih'in evinden olduğunu söyleyin.' Ekmek evde kırk gün kaldı ve bozuldu, Belh'ten hiçbir dilenci de istekte bulunmadı. Bir müddet sonra tekrar sordu: 'Ekmeği ne yaptınız?' Dediler ki, "Dicle'ye attık.' Ahmed b. Hanbel o andan itibaren ömrünün sonuna kadar Dicle'nin balığım yemedi."
Allah'ın temsilcisi, Kur'an'ın koruyucusu ve mücahid olan, bütün dünyayı cihadlanyla ve kılıçlarıyla hak kelimesini ve 'Allah'tan başka ilah yoktur1 sözünü gerçekleştirmek için katetmiş bir kutsallıkçı çehreleri kim herkesin gözünde, hatta egemen düzene ve egemen dine inanan alimlerin gözünde bile bu kadar nefret duyulan, zalim kişiler haline getirmiş ve mahkum etmiştir? Niçin? Bu, halkın direnişiydi. Çünkü Hüseyin'in kanı, bir ellerinde Peygam-ber'in kılıcı, diğer ellerinde de Allah'ın kitabı bulunan alınlara ebedi mahkumiyet, ebedi bâtıllık, cahiliyet ve fesat mührünü vurmuştu. Bu, zaferdir.
Nitekim Kerbela'nın, yalnızca, Hüseyin'le Yezid arasında cereyan etmiş bir çatışma olmadığını görmekteyiz. Yezid yalnızca şahıs olarak fâsid biri olduğu için Hüseyin'in kıyamının mahkumu olmamıştı; Hüseyin de yalnızca Ye-diz'in gâsip olması, sadece ve sadece kendi hakkı veya Hasan ve Ali'nin hakkı sınırı dahilinde kıyam etmemişti. Hüseyin, insanlık tarihinin başlangıcından itibaren tek tek tevhid kurucularının elinde olmuş, Adem'den başlayıp büyük hak peygamberlere miras kalmış ve sonunda da bu hareketin son bayrak taşıyıcısına, İslam Peygamberine, O'ndan da Ali'ye ve Hasan'a ulaşmış bayrağı dalgalandırmak için kıyam etmiştir.
Bu bayrak, bir dini[19] bulunan egemen üç boyutlu düzene karşı tarih boyunca şirk'e, şirk olan halk-karşıtı, insan-lık-karşıtı rolüne karşı; değişik sahnelerde bu egemen düzene karşı dalgalandırılmış bir bayraktır; Peygamber'den sonra hareketin devamı için (Vahyin değil) Ali'ye, sonra Hasan'a- bu hareketi sürdürsün diye, sonra da Hüseyin'e ulaşmıştır. İnsanlık tarihinin bayrak taşıyıcısı, tarihe yakışık ve Özgü bu düzen karşısındaki bayrak taşıyıcısı olan Hüseyin hiçbir şey yapamamaktadır. Ne gücü, ne yardımcısı, ne de imkanları vardır. Ama bu bayrağı, kendisinin ve ailesinin yokolmaktan, en aziz kişilerinin (kadın ve erkeklerden) en feci esaret yazgısına sürüklenmekten başka bir yolu olmadığım bilerek dalgalandıracaktır. Bir ordu kura-masa da, egemen gücü değiştiremese de ve resmi önderliği ele alamasa da en azından bu bayrağı (herşeyin yokolması bedeli ile) onun suratına yapıştıracaktır. Bu şekilde de, insanlık tarihinin kurmaylarından, bayrak taşıyıcılarından biri olarak rolünü ifa etmiş olacatır. Bu durumda Hüseyin'i Yezid karşısında düşünmeyiniz; hatta Hüseyin'i İslam tarihinin yalnızca altmış yılı ile de sınırlamayınız. (Tıpkı Peygamber ve Ali'yi de sınırlamamak gerektiği gibi) Hüseyin'i, adalet ve hak hareketi tarihinin tarihteki varisi olarak kabul ediniz; Hüseyin'den sonra başkalarına başka yardımcılara ve hareketin başka devam ettiricilerine ulaşması gereken bir mirastır bu. Bundan dolayı Hüseyin'in kıyamı, insanlık tarihinin büyük savaşının ortasında meydana gelmiş bir kıyamdır. Bu nedenle de varistir Hüseyin. Varisi ziyaret ederken (ne kadar azametli olduğunu) görüyoruz; en büyük sıfat, en büyük tarih felsefesi, en büyük felsefe
yalnızca Hüseyin'in kıyamının felsefesidir. Çünkü Hüseyin'in varisi, Nuh'un ve Adem'in varisidir; (Yani hakikat için tarih boyunca ve çeşitli alanlarda insanlıkla birlikte başlayan, şimdi ise Adem'den Hüseyin'e ulaşmış bulunan bayrağıyla) İbrahim'in, Musa'nın, İsa'nın ve Muhammed'in varisidir.
Bu, sonuncu savaş değildir. Herşeyin sonu da değildir. Çünkü mahkum olan düzen Hüseyin'den sonra devam etmiştir. Bu bayrak, ondan sonra başka varislere ulaşmalı, her biri tarih boyunca rollerini (zamanın gereklerine bağlı kalarak; taktikleri farklıdır, ama yön, hedef ve düşmanları sabittir.) yerine getirmeli ve başkalarına devretmelidirler. Bu anlamda Hüseyin, peygamberlerin varisi, Peygamberlerin yerine geçen bir varistir ve bu bayrağı tarihe devretmelidir. Bu bayrak, tarihin intikamını alacak kesin zaferle ve devrimin, insanlığın büyük devriminin temelini atacak kesin zaferle (Nitekim insanlık Habil'in yenilgisinden sonra determinist olarak, bu devrimde sürekli olmak üzere zafere ulaşacaktır.) sonuçlanabilmesi için daima dalgalanmalı ve sürekli olarak savaş alanında kalmalıdır, aksi takdirde hüsran vardır...[20]
Ahlak ve Ekonomi
Ahlak konusu, hem eskiden çeşitli dinlerin bilginleri arasında, hem de günümüz felsefi ekollerinde, (hatta materyalizm, diyalektik materyalizm, sosyalizm ve egzistansiyalizmde) sözkonusu edilmiştir. Ahlak konusu sosyalizmde yalnızca sözkonusu edilmekle kalmamış bu ekolün en temel sorunu olmuştur.
'Ahlakı 'canım kardeşim', 'değerli arkadaşım" öğütleriy-le bir tutmamak gerekir; çoğu evliyanın (!), pek çok nasi-hatçinin ve de öğretmenin düşündükleri ve hâlâ da düşünüyor oldukları gibi bir ahlak akla gelmemelidir.
Bir gün kız okulu öğretmenler kurulunda küçük bir öğrenciyi, birkaç öğretmenin önerisiyle, sürekli olarak veya ılımlı ve insaflı (!) bir istekle onbeş gün okuldan uzaklaştırmak istediler. Bunun nedeni, "Eteğin niçin kısa?" sorusunu cevaplarken, herkesin Önünde Sınıfta: "Öyleyse kendiniz misafirliklerde niçin bu kadar açık giyiniyorsunuz öğretmen hanım!" demesi olmuştur. Öğrencinin büyük suçu ashnda gidip kitap okuması, konu bulması, öğretmenlerin konuklarının doğru, yanlış, yeni ve eski olmasını tartışması, eleştirmesi ve karşı çıkmasıdır! Bana görüşümü sordular.Dedim ki, "Eğer uzaklaştırma kararı haklıysa, güçsüz öğretmeni mutlak güçlü zanneden ve ne dikte etseniz yazan bütün bu öğrencileri uzaklaştırmak ve yalnızca bu Öğrenciyi tutmak gerekmektedir, ama ne yazık ki sizin gözünüzde onun davranışları ahlakdışı, diğer taraftan disiplin, hal ve gidiş, ahlak terbiye notu yirmi olan diğer asil öğrenciler ise ahlaklı." Tarihin çeşitli devreleri boyunca felsefe ekolü, maneviyat, milliyet, toplum, insan vs. adı altında bir 'psikoloji, nitelikler ve davranış tarzı' türü 'ahlak' olarak anlatılmış ve bu, halk kitlesi için egemen güçlerin sultası karşısında 'Ölçülü davranma felsefesi' olmuştur. Bu egemen güç; bir imparator olabilir, büyük bir imparatorlukta; birkaç vatandaş veya işçi karşısında bir han veya bir hacı baba olabilir; ailede ve evlat karşısında bir baba da olabilir. Roma sömürgesi altındaki köleler ve zelil kavimler için üretilmiş olan hristiyanlık ahlakını (kilisenin oluşturduğu şekilde) ahlak kabul edenler, Roma imparatorluk rejimi ve egemenlikçi ruhu çıkarına iş yapmış olurlar.
'Genel barış', 'herkesi sevmek', 'intikam ruhu ve tepki göstermeyi olumsuz hale getirmek, 'suskunluk, dayanma ve soylu davranma ruhu' 'maddiyatı aşağılamak ve yaşam ötesi konulara yönelmek', 'iç dünyaya doğru emeklemek ve dış dünyadan kopmak' gibi ilkelerin hepsi dünyadaki ya-rarlanmacı ve yağmacı güçlerin sınırsız, engelsiz ve tehlikesiz olarak baskın ve saldırı düzenlenebilmesi için yolu açacak, halkı kendisiyle veya diğer yerlerle meşgul edecek manevi memurlardır. Tasavvufun soylular arasında gelişmesi, Ailen Dalla'ın ahlaki bozukluktan ve günümüz dünyasında genç neslin isyanından korkması, tarihin tüm soylu olmayanların soyluluğa övgüde bulunmaları ve soylu insanları sevmeleri rastlantı değlidir. 'Soylu', 'güzel atın niteliğidir; güzel at, iyi binek olan, gerçekten beğenilecek mâkul ve mantıklı ahlak ve tavırları bulunan attır! Bundan dolayı, bir ahlak, bir kavmin tarih ve kültürünün sosyal, sınıfsal ve ekonomik düzeninin ya da tarihsel bir aşamasının doğurduğu sosyal gelenekler, belirtiler, özellikler, tavırlar ve izlerin toplamı anlamındadır; bunlar görecelidir ve tıpkı diğer sosyal olgular gibi doğan, büyüyen, ölen ve yerini geleneksel olgulara, yeni sosyal ahlaka bırakan değişkenlerdir.
Bir diğeri de, yürürlükteki geleneksel ve toplumsal düzenlerin çoğundaki Ortak ahlaki ruhtur. Bu, 'Ölçülü davranma felsefe si dir; teslimiyetin iç kayıt ve bağları ya da siyasal, sınıfsal ve ekonomik bir düzenin ve sabit sosyal bir yanının kurulmasının ve bir hükümetin uzun devreleri boyunca ruh, vicdan, tavır ve görünüşte genel anlamıyla bir toplumun ruhsal davranış çizgisi ve manevi değerleri anlayış biçiminde kalıcılık bulan ve şekillenen olumsuz adet ve özellikler toplamıdır. Öyle ki, örneğin çok terbiyeli, zarif ve anormal aşırılık içeren tanışma ve hediyeleşmede, dil terbiyesinde ve sosyal tavırlardaki aşırılık (hatta basit bir hal-hatır sormayı bile Öğrenmek için uzun süre çalışmak zorundadır) böyledir. Yine sosyal ilişkilerimizde de görülmektedir, örneğin biri "dün sizi görmek için evinize geldim, yoktunuz." demek ister, ama kalkar şöyle der: "Pak yüce hazretin öpülesi ayağına erişebilmek için hep bir fırsat gözlüyordum, ama efendinin değerli zamanına rahatsızlık vermemek için saray kapısının tüm sevenlerine açılacağı ve benim de başkalarına asalak olarak dergahın mü-ridleri ve yakınlanndanmış gibi öpülesi eşiğin yüce feyzine nail olabileceğim bir ânı gözlemeye başladım. Nihayet dün, tertemiz yüce hazretin mübarek huzuruna varmak maksadıyla sarayın kapısına kadar geldim. Saygıdeğer bir görevli, mübarek bedeninize bir rahatsızlığın arız olduğunu ve uyku buyurduğunuzu bildirdi; bu nedenle de ilgi odağımız hazreti ziyaret etmenin büyük nimetinden yararlanamadık..." (Bu terbiyenin de, bu edebiyatının da Allah canını alsın!) Bu ahlak ve terbiyeyi, sınıfların birbirinden çok uzak mesafelerde, sabit ve birinden diğerine geçmenin imkansızlığı içinde bulunduğu; sınıfların birbiriyle irtibatı için bir dizi protokole, adaba, karmaşık merasimlere ve yapılması gerekli olanlara riayet etmek gerektiği bir düzen doğurmaktadır. Eski sınıflı düzenlerde, soylu ahlakı ya da saray tavır ve adabı (Courtoisie), egemen, soylu, saraylı ve dinadamı sınıfları karşısında kitlenin konumunu somutlaş-tırdı; hatta sınıfsal ilişkiler değiştikten sonra bile bu ahlakın tavır, konuşma, edebiyata, maneviyat, eğitim, genel terbiye üzerindeki etkileri yerinde kalmaktadır; bazen de toplumun gerçek makam ve gücü ortadan kalkar, yerine bir makamın görünürdeki ve içi boş kabuğu kalır; lakap, unvan ve sözlü protokoller daha fazla ve daha aşırı olur!
Nitekim İslam tarihinde 'Hüccetülislam' lakabı büyük Gazali'ye "Sikatulislam' lakabı da Şeyh Tusi'ye özgüdür, kendisi Şia'nın ilim önderidir. Ama bugün bu iki lakabı ev meclislerinde mersiye okuyanlardan birine vermeye kalksanız, din adamlığı makamına ihanet suçundan kellenizi uçururlar![21]
Hayır ve Şer
Eski ve Yeni ahlakta, Aristo'nun açıklamasından Sart-re'a kadar hayır ve serden sözedilmiştir; yani ahlak, 'ha-yır'a, çağıran ve 'şer'den kaçındıran bir ilimdir. Bundan dolayı, gerçek evrenden bahseden bir ilimdir. Gerçek evren doğaysa 'fizik' olur; maddesel unsurlar ve aralarındaki bağlantı ve bileşim eğilimiyse 'kimya' olur; insansa 'antropoloji1, 'yeryüzü ise jeoloji', ağaç ve bitkiyse 'botanik' olur, ama konu hayır ve şer ise ahlak ilmi sözkonusudur.
Ahlakın gerçekleşmesi için teşhisin boyutlarından biri 'hayır ve şer'dir. Ama ahlak, hayır ve şerri anlamakla bitmemesinin yanısıra, yalnızca hayır ve şer olması halinde zihinsel, felsefi ve kelami bir ilme dönüşür, sadece teoride işe yarar, sosyal ve bireysel yaşamda zerre kadar etkisi olmaz. Bundan dolayı ahlakın sorunu, hayır ve şerri tanımlama sorunu değildir; tam tersine insanın kendisinin sorunudur; Hayır ve Şer karşısında yer almış bulunan insanın, hayır ve şerri seçenin sorunudur, hayır ve şerrin ayırımı ve işlerin hayır ve şerre bölünmesi sorunu değil.[22]
Ahlakın Üç Temeli
İnsanın 'nasıl yaşayacağı' ve 'nasıl olacağı' konusu olan (benim düşündüğüm şekilde) ahlak, üç temele dayanmaktadır (Bir temel yani hayır ve şerre değil) ve her ekol (ister dini, ister dindışı ister manevi, ister maddi; ister idealist, ister realist) bu üç temeli ele amak ve aydınlatmak zorundadır. Eğer ele almaz veya belirsiz bırakırsak ahlak, sapasağlam ve gerçekleşmesi mümkün bir şey olmaktan çıkar. Bu üç temel şunlardır:[23]
1- İsar
İnsan olmanın veya ahlakın temel direği olan şey 'îsar' kelimesindedir. Hiçbir dilde bu kısalıkta bunca anlamı veren bir kelimenin bulunmadığı bir kelimedir- 'îsar, 'başkasının veya başkalarının çıkar veya yararlarını kendi çıkar ve yararlarına üstün tutmaktır. 'İşar', ahlakın zirvesindeki davranıştır; kişinin; "kendisi" ve "Başkaları" yolunun ayrımının başına geldiğinde (birinci yol, "Kendisinin" çıkar, lezzet, kalıcılıkla ve salimen ulaştıran bir yola gitmektedir; diğer yol ise bunları "Başkalarının" çıkar, lezzet ve mutluluğunu sağlamak için bir kenara itmek zorunda kalacağı bir yol) ikinci yolu, yani 'başkaları'nı seçmesi, 'isar'da bulunmasıdır. Bu bireyin kendi çıkarını sağlama ve kendisi için. yaşama yönünde hareket ederken başkalarının da çıkarını düşünmesi ve başkalarının da yaşamını sağlaması yolundan başka bir şeydir. Böyle bir durumda îsar' yoktur, İhsan' vardır.
'İşar' büyük bir meseledir. Ama davranışın kendisinden daha önemlisi (bireyin, kendi çıkarını gerçekten cömertçe, zahidçe ve gözü arkada kalmaksızın başkasına veya başkalarına bağışlamasına, kendisini mahkum ve mahrum bırakmasına rağmen) bu davranışın mantıklı ve akli izahıdır. Bu davranışı akılla izah edebilecek, yorumlayabilecek ve analiz edebilecek ve onu mantıklı gösterebilecek hiçbir sosyoloji ve antropoloji felsefesi, ekolü mevcut değildir. Bu öyle bir davranıştır ki, birey burada başkasını kendisine tercih etmekte ve ne manevi, ne de maddi hiçbir ödül beklememektedir.[24]
Alış-verişin Çeşitleri
Üç çeşit davranışımız vardır:
Birincisi; hepimizin tanıdığı ve sabahtan akşama kadar kendisiyle boğuştuğumuz türdür; bir şey veriyor, bir şey alıyoruz. Maddi bir iş yapıyor ve maddi bir karşılık alıyoruz. Bazen de manevi bir iş yapıyor, maddi bir karşılık alıyoruz; her iki durum da birdir. Yumurta verip şeker aldığım veya işimi filan fabrikaya bir miktar ücret karşılığında sattığım ya da manevi bir mal (klasik ezberler, öğüt veya dini olmayan menkıbeler gibi) verdiğim ve karşılığında para veya şöhret yada makam ve güç (ne farkı var?) aldığında bir alışveriş, muamele yapmış olmaktayım. Bir şey vermiş (maddi veya manevi) ve bir şey almış bulunuyorum.[25]
İkinci çeşit: Bu şekille ilgili olarak, sofrasından, cebinden ve yaşamından, yaşantısında en küçük bir etkisi olmayacak şekilde bağışta bulunan kişilere dikkat çekeceğim. Bunlar da iki türlüdürler; niteliği niceliğe feda edenler ve niceliği niteliğe feda edenler. Birinci tür de, yüz tümen yardımda bulunduklarında gazete ve derginin sayfalarını kendi isimleriyle simsiyah hale getiren ve tüm dillerin, bu dostça bağışın çığırtkanı olmasını isteyen kişileri görüyoruz. İkinci türde ise, bağışı karşısında isimklerinin radyo ve televizyondan yayınlanmasına, gazete ve dergide basılmasına ve dillere düşmesine razı olmayan, çünkü isimleri basılsaydı isim kalabalığında kaybolacağı, şimdi ise yalnızca bağışının miktarı yayınlanmış olmakla herkesin hayranlık dolu bir şaşkınlıkla ne kadar bağışsever bir adam olduğunu söyleyeceği, onun da mutluluk ve gururla bu kişinin kendisi olduğunu açıklayacağı şekilden daha fazla tad alan ve kibirlilikleri daha fazla tatmin olan kişileri görüyoruz. Bu kişi, kibirliliğini, 'o gider' için kendisinden para almalarına karşın ismini sözkonusu etmemeleri ricasında bulunduğu birkaç kişinin hayranlık dolu takdirleri ve takdir yüklü şaşkınlıkları ile tatmin etmiştir. Böyle bir tavır nedeniyle ona bağışta bulunan biri olarak kabul eden bu birkaç kişi, onun için, bilinemeyen bir ismin radyodan kulaklarına ulaştığı ve birinin bile beyefendinin zarif enda-mıyla karşılaşmadığı binlerce kişiden daha tatmin edicidir. O, muamele niceliği niteliğe feda etmiştir.
Bundan dolayı, bağışta bulunanın yaşamında hiçbir zarar verici etkiye yolaçmayan, mahrumiyet ve sıkıntı getirmeyen, yalnızca bağışta bulunabilecek fazlalıklardan olan bağış izaha muhtaç değildir. Çünkü ahlaki ve insani terbiye ve Sosyal akıl', insanları bu işe teşvik etmek için yeterlidir. Her insanın gönlü içgüdüsel olarak, vicdanın rahatlayacağı, ama günümüz akıl, bilim ve mantığıyla (maddeci dünya görüşüyle, mantıkçı dünya görüşüyle, diyalektik dünya görüşüyle, egzistansiyalist dünya görüşüyle de) açıklanması mümkün olmayan davranışlarda bulunmak ister; bu, bireyin, kendisine ihanet olarak başkalarına hizmet etmesi, başkalarını kurtarmak için kendisini esarete atacak çabalara yönelmesi, kendisinin ölümü pahasına başkalarının yaşamasını istemesi, kendi ekmeğini taşlaş-tırmak pahasına başkalarına ekmek araması, sınıf veya toplumunun kurtuluşu için ölmeyi kabul etmesi, açlığını giderecek kadar olan yemeğinin tamamını (az bir şey, bir lokma olsa bile) başkasına bağışlamasıdır. Bunu mantıkla açıklamak mümkün değildir; bu 'işardır.
Nietzche, ondokuzuncu yüzyılın dahi filozofu ve insanlığın iftiharı büyük bir yazar ve bilgindir. Kendisi, insanın manevi sermayelerinden biridir (ona taraftar olmak veya karşı çıkmak ayrı bir konudur) Başlangıçta o kadar öfkeliydi ki, yalnızca 'Güç'ü doğru kabul ediyordu. Ömrünün sonlarında insanlığına döndü; bir keresinde akarsuya düşmüş zayıf bir atın ağır bir arabayı çekmeye çalıştığını, ayağa kalkacak gücününse olmadığını, buna rağmen arabacının bir cellat hırçınlığıyla kırbacım can yakacak şiddette vurup durduğunu görmüştür. Daha fazla dayanamadı ve arabacının koluna yapıştı. Filozof Nietzche bir atı savunmak için (at yalnızca mazlum durumdaydı. Nietzche'nin malı bile değildi) arabacıya saldırmıştı. Bir tarafın filozof, diğer ta-rafınsa arabacı olduğu böyle bir kavgada kimin yeneceği bellidir. Nietzche, arabacıdan yediği tekmeyle yere yapıştı ve öldü.
Nietzche'nin bu davranışı bir 'olay' ve bir 'realite'dir ve tüm dünyada benzerleri vardır; burada Nietzche'nin o büyüklüğüne rağmen bir atın (bir at bireyinin, at türünün değil) yazgısını düşündüğünü, hayatını tehlikeye atacak ve yaşamını feda edecek kadar duyarlı davrandığım duyduğumuzda coşkulu biçimde ona övgüde bulunmalı; davranışını da, yaşamında cereyan etmiş ve belki de hayatında en büyük etkiyi yaratmış en yüce ve en görkemli davranış olarak kabul etmeliyiz. Oysa böyle bir davranışın maddeci felsefe ve mantık bakımdan izahı mümkün değildir. Çünkü izahı yapılabilir olan şey, fayda ve davranış arasında sebep-so-nuç ilişkisinin bulunması ve yatırımla sonucun uyum içerisinde olmasıdır.
İnsan bir işe yatırımda bulunuyorsa kâr sağlama ümidi taşıdığı içindir. Küçük bir kâr elde etmek için bir büyük bir yatırımı batırırsa davranışı, aklen kabul edilemez ve çılgınca bir davranıştır.
Çünkü aklın düşündüğü tek şey budur: Bir işte harcananın tamamı toplanır; bu toplam daha sonra bu işten sağlanan gelirle karşılaştırıldığında, ele geçen miktar bu iş için harcanandan daha fazla değilse bu, akıl dışı ve kabul edilemez bir davranış olur.[26]
Abraham'ın Mantığı
Aile dostlarımızdan biri, arasıra bize uğrayan 'Abraham' adında bir kişidir. (Bizimle onun arasında onunla böylesine ilgilenmememize yolaçacak nasıl bir benzerlik var bilemiyorum) Özelliklerinden biri sentez gücüne sahip olmaması ve kopuk düşüncesidir; tıpkı 'Anne, Baba: Biz suçlanıyoruz' konferansını dinlemiş olan beyler gibi. Bu konferans iki bölümdür: Birinci bölüm, din karşıtı, dine karşı nefret dolu ve itaraz eden kız ve erkek çocuğun konuşmasından aktarılmıştır. İkinci bölüm ise onların eleştirilerine din adına cevap veren ve saldırılarını reddeden benim sözlerimdir. Birinci bölümde din karşıtı kız ve erkek çocuğun ağzıyla İslam'a saldırı, ikinci bölümde ise benim ağzımdan dini ve gerçek dini kavramları savunma vardır. Ama bunlar yalnızca birinci yarıya dayanarak yargıda bulunmuş, din karşıtı neslin sözlerini benim sözüm olarak düşünmüş, bana saldırıya girişmiş ve dedikodu çıkararak; kaseti çoğaltarak "Filan kişi, dini sohbetinde Allah'ı kıyamet gününü ve dini resmen reddetmiş; Kur'an, namaz, dua, Şia ve herkesle alay etmiş bütün bu dini ilkeler karşı bir delil getirmiş (!). Üstelik Hüseyniye-i İrşad'da, hem de Ramazan'ın yirmiü-çüncü gecesi, bu bir yana birkaç bin dindarın karşısında; tüm dini ilkeleri mutlak olarak kökten uçurmuş!" dedikodusunu yaymışlardır. Bir başka grup da kalkmış benim dinkarşıtı kız ve erkeğin ağzından naklettiğim ve dindar anne-babalanna hitaben söyledikleri delilleri benim inancım kabul ederek delil ve ayetlerle bir bir çürütmüşlerdir!
Konuşmanın ilk yansı, anne ve babasını saldırıya hedef yapan din karşıtı genç neslin saldırı ve suçlamalarının toplamıdır; nitekim konuşmanın adı da 'Anne, Baba: Biz suçlanıyoruz'dur, yani bu nesil karşısında suçlanmamız olmamızdandır; bunlar da yöneltilen suçlamalardır. Burada bu neslin temsilcisi olarak onları dile getiriyordum.
Konuşmanın ikinci yansında da, inancım olan dinin bir temsilcisi olarak bu suçlamalan reddediyor, kökünden kesiyor ve şunu ispatlıyorum: "Anne ve babanız şahsında ezdiğiniz din değildir ve siz dini, baba ve annenizin anladığı şekilde Allah, Kur'an, dua, şefaat, iman, ahiret, adalet, velayet, bekleme, şia vs. olduğu şeklinde anlamaktasınız".
Bu eleştirici topluluk, bir konuşmanın karşıt iki yansını Mraraya getirmeliydiler. Bu iki bölümün biraraya getirilmesi ve birleştirilmesinden elde edilecek sonucu yırgılanna dayanak yapmadılar. Çünkü zihinleri, sentez yapma ve sonuç çıkarma gücünden yoksundur. Olguları ayrı ayn kavrar ve onlar arasında sebep-sonuç ilişkisini kuramazlar.
Tek tek kavrama ve kopuk düşünme şampiyonu olan bu 'Abraham' bir gün bana "Hamam için Cuma günleri Kum'a gidiyorum; çünkü Tahran'da hamam fiyatı onbeş Kıran[27], Kum'da ise üçbuçuk Kıran. Bunun için hamama gitmek üzere Kum'a yollanıyorum" dedi. Dedim ki, "İyi de, gidiş için otobüse otuz riyal, dönüş için de otuz riyal veriyorsun!" itiraz ederek şöyle dedi: "Otobüs parasının hamam ücreti ile ne ilgisi var?!"
O, otobüs parası ile hamam ücreti arasında bir ilişki kuramıyor ve sonuçta Kum'da hamama gitmenin kendisi için
bir pepsiye ek olarak dört tane hamam anlamına geldiğini zannediyordu!
Sentez gücünden yoksun ve kopuk düşünen Nietz-che'nin davranışı anlayamaz ve şöyle derler: "Birisi yüzbin Tümen'lik yatırım yapsa buna karşılık işinin randımanı beş Tümen olsa bu davranışı ahmakçadır, kabul edilemez bir davranıştır. Dahi bir filozof ve Alman toplumunun (ve dünyanın) en büyük sermayesi olan Nietzche'nin o davranışında feda olması, bir at karşısında kalıcılaşması ve bu durumda da 'Abrahami' bir davranış olmasının izahı mümkün değildir; davranışı da kabul edilmez, bayağı ve olumsuzdur."
Yüreğimi, duygularımı ve insanlığı coşturan bir işin mantıksal çıkanında bayağı ve mantıkdışı bir davranış olarak tecelli etiğini, Nietzchevari bir işin 'Abrahamvari' bir iş olarak yorumlandığını görüyoruz. Nietsche'nin yaşamının görkemli sonunda 'kâr ve 'değer' konusu bütünüyle aydınlanmaktadır. Burada insanlık Nietzche'yi bir ata kurban etmekle zarar etmiş, ama insanın hangi noktaya kadar sorumluluk duyabileceği; başkalannın, hatta hayvanlann bile yazgısıyla ilgili olarak, yambaşında geçen aşağılayıcı zalimce bir olguyla ilgili olarak hangi noktaya kadar duyarlılık taşıyabileceği konusunda bir 'değer' yaratmıştır. Bunun, şu zamanımızda bir köşede oturup bütün ömürlerini kitaplara haşiye yazmakla lügat tartışmalan yapmakla ve hayali maneviyatla uğraşmakla geçiren kişilerle ne kadar büyük farkı vardır; ama fakirlik, açlık, sömürü, zillet ve talihsizlikten yambaşlarında Ölen insanları (hatta müslü-manlan) hissetmez ve hiçbir kitapta bulunmayan 'Zeliha' adını veya Hafiz'ın bir beytinin bu manaya değil de şu manaya geldiğini keşfetmek kendilerini heyecan ve mutluluğa boğar. Nietzche'nin yarattığı (canı pahasına) akılötesi 'değer', hakkı (dili bağlı bir atın hakkı bile olsa) savunmanın insani bir davranış; zulmü (bir hayvana yapılan zulüm bile olsa) engellemenin de insani bir sorumluluk olduğudur. Nietzche'nin ortaya çıkardığı, hakkı savunma ve zulmü engellemenin hayata göz yumma noktasına ulaşabileceğidir.
Nietzche'nin davranışı mantıkdışı ve izahı imkansız bir şeydir; ama Tsar'dır, üstelit 'Can îsarı', hem de bir atın hakkını savunma konusunda. Ne maddenin maddeyle alışverişi, ne maddenin manevi olanla, ne manevi olanın maddeyle, ne ihsan ve hayır yardımının zaman, dil ve servetlerinin doğurduğundan yaşamlarında en küçük bir etkisi olmaksızın muhtaçlara bağışmaları anlamıyla muamelesi değildir.
'Isar', herşeyi bağışlamak, ama karşılığında hiçbir şey almamak için bir fermandır; yani şu demektir: Ey birey! Başkalarının yaşaması için Öl. Başkalarının özgürlüğe ka-vaşması için esareti kabul et. Yaşamını halkın hizmetinde çile, talihsizlik, mahrumiyet ve tüm tadlardan uzak durmakla geçir. Bütün talihsizlikleri göğüsle ve dayan. Sonraki neslin ve nesillerin iyi yaşayabilmeleri için böyle acı içinde, yaralı ve mahrum olarak yaşam sür.
Ama niçin? Hiçbir cevabı yoktur. Maddeci insanı böyle bir işe teşvik edecek olan, yalnızca şiir, sanat, müzik ve ruhsal telkindir; sonraki etki ve sonuca ilişkin hiçbir ümit ışığı insana başkalarının yararına kendisini yok saydıramaz.[28]
Bu dünya görüşü (hatta sosyalist ve insana tapan dünya görüşü bile olsa) bireycilikle sonuçlanacaktır. Böyle bir dünya görüşünde insan bilinçli, uyanık, mantıklı ve akıllı olursa kendisine hiçbir faydası olmamak üzere başkası için îsarda bulunmasının ve çıkarlarını, tadları, tüm ömrünü, imkanlarını ve sermayesini bu yolla harcamasının geçmişteki telkinlerden gelen ahmakça ve boş bir iş orduğunu anlar. Bireyin ahmaklık yapmasını isteyen bu başkalarının, bireyin fedakarlığına ihtiyaç duyması toplum ve kitle ruhu' (Toplum ruhu', davranışda ve düşünen bir kişilikdir.) olduğunu, kendisini feda edeceği ve çıkarlarını kendi bireysel çıkarına tercihte bulunacağı, hatta canını bile cömertçe bağışlayabileceği bireylerin ihtiyacı olduğunu kavrar. Çünkü toplum, Bireyler'in bencil olmamalarını ve çıkarların kendisi için kurban etmelerini gerektirir.
Öyleyse toplum ve bir arada bulunma, sürekli olarak, bireyin çıkarlarının, çabalarının, çilelerinin, imkanlarının, yeteneklerinin, hatta kendisinin, kendisinin değil toplumun hizmetinde olmasına ihtiyaç duyduğundan dinin, nasyonalizmin, sosyalizmin, türe tapmanın, insancıllığın vs. diliyle (hepsi de toplum ruhunun yansım alan dır-bireyi kitle yolunda fedakarlığa çağırmak üzere ahlak oluşturmuştur. İyi ve kötü için böyle bir ölçü) kendisini topluma feda eden herkesin 'değerli' ve iyi olduğu; kendisine dönen ve yalnızca kişisel çıkarlarını ve bireysel yaşamını ganimet bilen herkesin de fasit ve 'değersiz1 sayılacağı toplumun ölçüsüdür; bu toplum ise değerleri varetmiş ve bireylere telkin etmiş olandır. Yoksa akılcı mantık, niçin kendime ve yaşamımı topluma feda edeceğimin, hangi sebep ve gücün beni bu işe zorlayağının cevabını veremez. Bu sorunun cevabını, bu telkinler, yiğitlikler veya duygular ve benzerlerinin, ahlaki örgütler ve psikolojik, düşünsel vs. Propagandalarla bu işe yönlendirilecek duygusal şahıslardan başkasında sergilenmeyeceği, tek açıklamanın bu olduğu şeklinde verir. Ahlakın zirvesi îsardır: Başkaları için malın îsarı, huzurun îsarı, güvenliğin îsarı, tadın îsarı, yararlanmanın îsarı, aşkın îsarı, nihayet canın îsarı. Eğer bir felsefe, ekol ve din îsarı açıklayamazsa; eğer bir dünya görüşünde îsarın mantıklı bir içeriği bulunmaz ve kabul edilebilir olmazsa; yahut dünya görüşü bulunan bir din felsefe veya ekol (maddeci ve maddeci olmayan) bireye "Toplum için feda ol ve kendini başkalarının kalması için kurban et." diyemez ve bireyin, başkalarının kurtuluşu için kendisini ateşe atacağı bir sebep, ilişki ve üstlenme gerekçesini dışarıdan onun düşünce, davranış ve görüşü için sözkonusu edemezse temelsizdir, ahlakının da temeli yoktur. Çünkü halk yolunda fedakarlık ve hedef için can vermek insandaki fedakarlık ve kahramanlık içgüdüsü olursa (ölüme razı olan balansı ve kovan meselesindeki gibi) fedakarlık 'değer'ini kaybeder, toplum için ne kadar çok değerli olsa da.[29]
Hayır ve Şerr'in Dayanağı
Bana göre dindışı ve ateist felsefelerde en büyük ahlak analizi Sartre'a ait olandır. Yani marksizmin bir ahlak açıklaması getirememiş olmasını Sartre telafi etmeye çalışmıştır. Nitekim egzistansiyalizmin maneviyat ve insanlığa, yani hümanizme marksizmden daha fazla eğilim göstermiştir.
Birey, başkalarının da sergilemesi hoşuna giden bir davranışta bulunduğunda davranışı 'hayır'dır; hiç kimsenin sergilememesi ve yalnızca kendisinin yapması hoşuna giden bir davranışta bulunduğunda ise davranışı 'şer'dir. Sartre böyle açıklamaktadır. Yine şöyle der: "Evren boşu-
nadır; varlıkta tanrı, hedef, değerlendirme ve gözlem yoktur. Hayır ve şer etkeninin anlamı olmadığı ve davranışlarımızı İzah edip düzenleyeceğimiz bir disiplin bulunmadığı için hayır ve şerrin kaynağı kişisel yargı ve duygu temelinde içsel bir kaynaktır." Bu, işin çözülme belirtisidir; nitekim cahiliyet devri Arabistan'ında bir Arab, kızını çocuk sevgisi ve insanlık içgüdü ve duygularının tersine diri diri gömüyordu; içi yanıyor ve gözlerinden de yaşlar akıyordu, ama büyük insanî fedakarlık duygusu taşıyordu. Utanç ve zilleti önlemek için böyle bir işe el attığını zannediyor; her erkeğin böyle bir yiğitliği sergilemesinden, bireysel ve kişisel duygularına kapılmamasından ve ailesini utandırmasından hoşlanıyordu. Sartre'ın görüşünde bu, hayırlı bir davranıştır. Çünkü herkesin, davranışlarım hayır ve şerre dönüştürüp bölüştüreceği başka bir dış disiplin mevcut değildir.
Davranışların hayır ve şerre bölüneceğini ve davranışın hayır ve şer olmasını belirlemenin de bana ait olduğunu kabul ettiğimizi varsayalım. Benim yaptıklarımın başkaları tarafından da yapılmasından hoşlanmamın 'hayır'; benim yaptıklarımın başkaları tarafından da yapılmasından hoşlanmamamın ise 'şer' olduğunu farzedelim (örneğin bir kasap olsam ve halka keçi yerine köpek etini şişlik olarak satsam şer bir yapmış olurum. Çünkü başkalarının bana bu muameleyi yapmalarından hoşlanmam. Eğer güzel eti piyasadan ucuza satarsam hayırlı bir iş yapmış olurum. Çünkü herkesin her meslekte böyle bir işe el atmalarından hoşlanırım.) Şunu da kabul edelim: Sartre'ı ifadesiyle kendimizden, istek ve tanımlamamızdan başka disiplin ve ölçü yoktur. İyi de buradan itibaren, Sartre'ın cevabını düşünmediği bir soru gündeme gelmektedir.
Sartre buraya kadar doğru gelmiştir, ama seçenin yalnızca ben olduğum, benim istek ve tanımlamamdan başka bir disiplin ve ölçü olmadığı herkes yerine ve herkes için seçimde bulunup davranış sergilediğim takdirde (buna göre her bir birey herkesin sorumlusudur) hangi etkenin 'yararlı şer'i olumsuzlayıp' zararlı ve tehlikeli hayır'ı seçmemi zorlayacağını düşünmemiştir.
Eğer hayır ve şerrin, ahlak ve seçimin dayanağı bensem hiç kimsenin bana sitemde bulunmaya öğüt vermeye ve beni mahkum etmeye hakkı yoktur. Davranışımın hayır ve şer olduğunu değerlendirecek hiçbir dış faktör yoksa hangi etken ve disiplin mahkum edebilir; bunun hayır, şununsa şer olduğunu bilsem şerri seçer miyim? Şu halde hayır ve şer ilkesinden sonra 'emredici' ve 'yasaklayıcı' ilkesi sözko-nusu olmaktadır, yani 'Ahlaki seçimde dış icra sorumlusu.[30]
Emredici ve Yasaklayıcı
Ahlakın üçüncü ilkesi, emredici ve yasaklayıcı faktördür. Çünkü dayanak yalnızca ben olursam ve benim dışımda böyle bir güç mevcut bulunmazsa asla 'hayır'ı seçemem; bu ise benim için tehlikeli, zararlı ve ölümcüldür. Asla 'şer'ri olumsuzlayamam; yarar, tad ve huzurunsa bundadır.
Şu halde 'îsar' temelindeki ahlak seçim anında bireye emreden veya yasaklayan unsur olarak hayır ve şerrin bilgisi ve bireysel üstün etkenin belirlemesidir.
Anlattığı gibi, Sartre bu aşamalara kadar ilerledi ve ahlak felsefesi bu son noktada topallamaya başladı. Ama Marks, ahlak konusunda Sartre'dan daha geri kaldı. Sosyal ve sınıfsal görüşte marksizmin Sartre'ın egzistansiya-
lizminden daha ileri, yani daha realist olmasına rağmen ahlakta da o kadar geridir. Öyle ki, son zamanlarda ahlak sorunu marksizme şiddetle sözkonusu edilmektedir; çünkü günümüz insanının krizi ahlaki krizdir.
Sınıfsal çelişkinin ekonomi ve sömürü sorununu içerdiği doğrudur, ama bu evrensel zemindedir. Günümüz uygarlığında ve çağdaş insanın kültüründe en temel tehlikeyi oluşturan ve tüm düşünürlerin üzerine kafa yordukları sorun olan şey, ahlaki kriz sorunudur. Bir de tüm insani ve ahlaki değerlerin tepetaklak olması; üstelik de yalnızca burjuvazi veya kapitalist düzenin rolü (maneviyatı, tüm değerlere ve insandaki manevi olan herşeye inancı ortadan kaldırma ve onunla eylemli olarak mücadele etme değil, temelde ahlaki değerlere inancı ve îsar ilkesinin, günümüzün Descartes'çi akıllı - mantıklı insanı için izahının mümkün olmamasıdır. Yeni felsefeler de dünya görüşüyle uyumlu, insani değerlere uygun ve günümüz insanı için açıklayıcı olabilecek bir ahlak oluşturamamış ve dinin yerine koyamamışlardır. Çünkü din daima üstyapı olmuş ve bugün dinin bir kenara konulmasıyla ahlakın tüm temelleri yıkılmıştır, çünkü ahlak dinin üstyapısıdır.
Jean Isoule'nin deyimiyle, felsefe tarihinin başlangıcından, yani Aristo'dan (Ondan önce Sokrat'tan) bugüne kadar tüm çabalar tanrısız bir ahlak mektebi ortaya koymak; ahlakı, dini altyapı ve temelinden ayırıp ahlakın kendisine veya insanseverliğe ya da materyalist felsefeye yahut mantığa dayanmak üzerine olmuştur. Ama bütün çabalar sonuçsuz kalmış ve ne zaman ahlak sürekli altyapısından ayrılma istenmişse çöküntüye uğramıştır.[31]
Felsefede Materyalist Ahlakta idealist
Bugünün insanının felsefi, düşünsel ve kültürel krizi ahlaki bir krizdir.[32] Bunun nedeni, 'îsar'ın izah edilememesi ve maddeci ahlakta, bireyi kendisine rağmen hayrı seçmeye zorlayacak bir dış etkenin bulunmamasıdır.
Burada marksizm çelişkiye düşmüştür: Çünkü bir yandan materyalizme dayanıldığı için insanın maddeselliğinin asıl olduğuna ve insan yaşamında ekonominin asıl olduğuna; diğer yandan da bir inanç sorumluluğuna ve sosyal ülküye dayandığı için kendi sosyal düzeninde ve çağında aydın, bilinçli bireysel-insanî misyona ve sımfsal-sosyal sorumluluğa inanmaktadır. Onun diyalektik materyalizmi bir taraftan madde ve ekonominin asıl olduğundan başkasını kavraya mam akta ve düşünce dünyasında yer bulamamakta, diğer taraftan Feurbaeh'ın felsefî materyalizminden (ya da Epicures'ün epiktirizminden) "[33] ayrı bir materyalizm olduğunu ve sosyal önderliği, adalet istemini ve genel eşitliği ortaya çıkarmak ve bildirmek istediği için doğal olarak hedefin gerçekleşmesi için tüm bilinçli insanların ve birey birey sömürülen sınıfın sorumluluk mücadele ve fedakarlığını, sömürü ile mücadele sorumluluğunu sözkonusu eder. Şu halde marksizmin maddeciliği yalnızca bilimsel bir konu değildir; eğer böyle olsaydı çelişki meydana gelmez ve bireyin sosyal sorumluluğu onun için konu olmazdı.
Marksizm, insanlar için, bu mektebe inanan bireyin kendisini feda edeceği inanç, hedef ve aşkın kutsal değerlerini ortaya koymak istemektedir. Bundan dolayı marksizm bir taraftan mutlak maddesel bir altyapıyı sözkonusu etmekte, diğer taraftan sorunu ve mektebi bir din, bir inanç olarak ele almaktadır! insanlarla konuşurken ahlaki ve dini bir dil tutturur: 'Adaletin gerçekleşmesi için savaşın, devrim için kendiniz ateşe atın, misyonunuzun gerçekleşmesi ve başkalarının ekmek, eşitlik ve kültürünü temin etmek için tüm çıkarlarınızı, gerektiğinde de canınızı verin..." Bu ikisi çelişkilidir; çünkü sosyal bir ideoloji ve misyona sahip olan kişinin, kendini feda etme, toplum için fedakarlıkta bulunma ilkesini açıklayamaması mümkün değildir.
Bir birey veya bir topluluğun (aydın, bilgin, işçi) halkın ideallerinin gerçekleşmesi yolunda tüm ideal ve çıkarlarını, hatta yaşamını feda edecek bir misyonu bulunmasına rağmen (bir tür maneviyatın asilliği; bir tür irfanı veya dini görüşün asilliği; yaşamın realitesinin, yararlanıma ve çıkarının üstünde bir ilkeye inanç temelindeki yüce misyon) mektebinin madde, ekonomi ve realistliğin asıl olduğuna dayalı bulunması; insan için de bu dünyadan maddesel yararlanmalardan başka bir şeyin sözkonusu etmemesi, misyon ile mektebin çelişkili olduğunu gösterir. Çünkü determinist ve kaçınılmaz olan, materyalizmin daima durakla-maksızın individualizmle sonuçlanması ve "Ne varsa işte budur, insan yaşamı da şu birkaç yıl ve birkaç kalem ihtiyaçtan ibarettir" inancının da, ahlakın da "öyleyse ne varsa ben ve bana ait lezzetlerdir." anlayış ve davranışını izlemesidir. Çünkü maddeci realist birey, maddesel çıkarlarını başkalarının maddi çıkarları nedeniyle bırakırsa realist olmayan bir davranışta bulunmuş olur. Zira ben başkalarının ekmeği için canımı verdiğimde bu 'ekmek' benim açımdan artık 'ekonomik bir realite' değil; manevi-insani, mad-deüstü ve ekonomi ötesi bir konudur.
Materyalizmi kaçınılmaz olarak çelişkiye sürükleyen şey, ondaki maddesel olgunun manevi olguya dönüşmesi, ekonomik realite ve realistliğin ekonomi-karşıtı ve idealist bir gerçek haline gelmesidir.
Uhrevi sevap veya Allah'ın rızası ya da dini görev nedeniyle değil, yalnız ve yalnız işçilerin ücretini yükseltme yolunda mücadele yolunda kendi ücretim feda eden, hatta canını bile veren bir işçi maddesel bir davranışta bulunmamıştır. 'Ücret' konusu onun için (mutlak maddeselliğin sembolü olan kağıt para ve sikke halindeki altın ve gümüştür) mutlak idealizmidir; ekonomi karşıtı bir davranıştır (Ücreti kaybetmekle sonuçlanan bir davranış); tam olarak, Allah için kendine arınma uygulayan veya canını Allah yoluna armağan eden Allah'a çokça yönelen bir arifin veya dindar bir mücahidin davranışı türündendir. Bu iki davranış arasındaki farklılık hedefte ve işin sonucundadır. Ama benim sözüm, 'Ekonominin asilliği' veya 'evren, yaşam ve maddi insanın' asilliği çerçevesinde yeralamayacak olan
'davranışın izahı' ve 'davranışın kendisi' üzerindedir. Çünkü felsefî materyalizm ahlaki individualizmle sonuçlanır, yani epikürizmle, ki bu şudur: Kim felsefi açıdan mutlak maddeselliğe, kör, sağır, hesapsız ve duygusuz evrene inanırsa davranışsal yaşam ve ahlaki gidiş bakımından işi kendiliğinden ahlaki bireyselliğe yani 'kendi ayağı üzerinde durmaya ve 'ganimet kan'a sürükler. En iyi örneği, Ca-mus'un 'Taun' kitabının kahramanıdır: Oran şehrini taun sarmıştır ve halk kitleler halinde ölmektedir. Halk içindeki şehrin dinadamı tehlikeli hastalıkla mücadeleye ve ölümü göğüslemeye bel bağlamıştır. Çünkü ilahi ve dini görevi onu böyle bir sorumluluğu davet etmektedir; dünyadaki herkes karşısında sorumludur. Ama kendi kendine düşünür; böyle biri yoksa dünyada, ben ve bizim davranışımızı gözleyen hiçbir bakış mevcut değilse, benim bu kimsesiz ve hesapsız boşunalık diyarmdaki hizmet ve ihanetim birbirine eşittir. Çünkü bilinçlenme, değerlendirme, dayanak ve yargıda bulunma işin içinde olmazsa hayır ve şer ne anlam ifade edecektir? 'Körler' diyarında ister örtülü ve asil bir şekilde dışarı çık, ister çıplak ve utanmazca, birdir; 'sağırlar' diyarında ister lanet et, ister tebrik, her ikisi de birdir, yani her ikisi de hiçtir boştur. Gözleyici bulunmadığında güzel ve çirkin; dinleyici bulunmadığında da konuşmak ve susmak birdir.
Şu halde bütün işler eşit olduğuna göre en akıllıca iş, herkesin seçeceği, 'tad veren' iştir; en akılsızca ve en izah edilemez seçim ise böyle bir dünyada başkalarının hayatını taun'un pençesinden kurtarmak için kendi yaşamından vazgeçmektir. Hiçbir şeyin olmadığı şu anda artık açık ve inkar edilemez gerçek, "Ben varım, birkaç yıllık hayatım var, başka da, daha sonra da hiçbir şey yok." ve "Ben bu şeylerden tad alıyorum."dur. Sonuç?
Hayyam şöyle sonuç çıkarmıştır: "Elimize geçerse bir lokma buğday ve ekmeği/iki teklik şarap, bir de kuzu bu-du/Ben ve sen oturur avluda/Bir şölendir bu, sultanlara layık olmasa da"
Politzer (marksistler arasında ünlü bir kişidir ve Paris yakınında bir işçi üniversitesi kurmuştur) bu çelişkiyi anlamış ve sorunu 'Felsefenin Başlangıç İlkeleri' kitabında ele almıştır; bulduğu çözümü şöyle anlatır: 'Biz yaşamımızda, toplumda ve felsefemizde materyalistiz, ama ahlak ta idealistiz."!
İyi de bu montaj nasıl olabilir? Yaşamın tamamında me-taryalistken bir defalığına nasıl idealist olunabilmektedir? Materyalizmden mutlak idealizme nasıl ve hangi yoldan geçüebilmektedir? Politzer yolu bulamamıştır, çünkü yol yoktur.
Felsefede materyalist, ahlakta ise idealist olmak, 'Sorumluluk' ile 'Maddesellik' arasında Marks'ın kaçamamış olduğu bir çelişkiyi göstermektedir. Çünkü hiçbiri bu durumu gözardı edememiştir. Aslında materyalizmde 'Isar'm izah edilmesi mümkün değildir; fedakarlığı maddeci akıl anlayamaz, kaçınılmaz olarak da bireyi başkaları için veya ülkünün gerçekleşmesi için fedakarlığa (yaşamın ve maddi çıkarların ötesidir) davet edemez; aksi takdirde, diğer dil ve düşünceleden daha çok idealize, hatta hayalperest düşünce ve zihne ait olan 'ad, kahramanlık, gurur', gibi kavramlara dayanmak durumundadır. Diğer taraftan, canını veren, ama inanç yapısı mutlak maddesel olan fedakâr bireyin davranışı yalnızca şu şekilde yorumlanabilir: Başkaları, veya inanç yolunda yaptığı fedakarlık, insandaki özel bir içgüdüdür, sosyal bir bağlılıktır. Bir davranışın içgüdüsel olması onun değerden yoksun olduğu anlamına gelir.
Çünkü her 'değer', 'bilinç ve özgür seçim'den kaynaklanır; buradan hareketle sadece insanın 'değer' yaratabileceği söylenir. Fıtrî, içgüdüsel ve doğal olan da çok değerli, yararlı, hayırlı, güzel ve saf olabilir, ama 'değer' taşımaz.
İslam'da ahlak felsefesi, bir anlamda, 'ben'in ölümü ve olumsuzlaşmasıyla 'ben'in yetiştirilmesi ve ihyasıdır. Peki 'yalancı ben' nasıl yokedilebilir, 'gerçek ben' nasıl ihya edilebilir? Acaba bir köşeye çekilip hayali usturalarla ve farazi kırbaçlarla bu gösterişçi, yalancı ve münafık 'ben'i kazıyıp yokedebilir ve 'ilahi ben'i bulabilir miyim? Hayır. Bu, sapkın bir hayalperestlik ve aldatıcı bir kibirliliktir. Buda'mn söylediği gibi, bir tür 'yalancı ben'e geri dönmektir; arınma, ibadet, ruhbaniyet, inziva ve benzeri isimler altında bir tür dinsel gurur ve ruhani kibirdir.
Öyleyse, 'yalana ben' nasıl ve nerede yokedilebilir. 'Büyük ben' nasıl ihya edilebilir? İnsan toplumunda mı, yoksa ilahî özde mi?
İslam'da bu ikisinin birbirinden farkı yoktur ve birbirlerine aykırı değildirler; tam tersine, birbirlerinin gereği ve gerek duyulanıdırlar. Ben', Allah'a ulaşabilmek için 'biz'de yokolur; 'ben'in 'biz' yönünde yok olması da bireyin ilahi 'ben'ine Allah'a doğru yön vermektir. Bundan dolayı İslam'da 'ben' ne Allah'ın özünde, ne de sosyal çıkarlarda yokolur; ne Allah'ın, ne de toplumun çıkarları karşısında sabit hale gelir; tam tersine 'yalancı ben'in yokolmasını sağlamak üzere 'insanî ben'in (tüm insanlarda aynı olan ben) yerleşmesi, yetişmesi, gelişme ve olgunlaşması içindir. O halde 'yalancı ben'imi "biz"e kurban ettiysem, Allah karşısında ve Allah içinde kendimi yoketmişim demektir. Aynı şekilde, kendimin gerçek 'ben'ine de asıl olmayı kazandırmış ve ona dayanmışımdır.[34]
'Yalancı Ben'
İnsanî varlıklardan bir varlığı veya bir topluluğu yahut insanî varlıktan bir tipi parça parça eden, her parçayı diğer parçaların karşısına yerleştiren, özünde bir bütün olan insanlığı kavmi özellikler, sınırlar ve renklere ayırıp dağınık hale getiren ve insanlığın bir parçasına ben olma'yı veren özelliklerin tümü birkaç çeşittir:
1- Irksal ben: 'Siyahlar' karşısında 'biz beyazlar'; bir tür bireyselliktir, bütüncül değil, göreli bir bireyselliktir.
2- Kavmi ve ulusal ben
3- Sınıfsal ben: 'hizmetçi' karşısında 'efendi ben'; 'efendi' karşısında 'hizmetçi ben'; 'mahkum' karşısında 'hakim ben; 'köle ' karşısında 'sahip ben'; 'yoksul' karşısında 'varlıklı ben'; 'işveren' karşısında 'işçi ben'; bunlar, insanlık birliğini parça parça eden duvarlardır.
Burada 'sınıfsal ben' 'bireysel ben'e de dönüşebilir. Nitekim iki kişi yanyana oturduklarında, birinin özellikleri, elbisesi, durumu ve işgal ettiği yerler diğerinin elbise, durum, hareketler ve ilişkisi ayrıdır. Bu ikisi hem iki birey, hem de iki sınıftırlar ve her biri kendi sınıfıyla birdir; ilişkileri iki 'ben' ilişkisi değildir, iki sınıf ilişkisidir. Bundan dolayı 'sınıfsal ben'de her sınıfın milyonlarca kişisi bulunmasına rağmen her birey, sınıfının milyonlarca bireyi ile eşittir.
4- 'Ailevî ben': Soyluluk, ayrıcalıklı olma, onur övüncü bulunma veya bulunmama ve benzeri konularda birbirinden ayrılma. Bu, her aileye (ve ailenin bireylerine) bireysellik verir.
5- Mesleki ben: Öğrenci karşısında hoca; isteyen karşısında istek; başkanlık edilen karşısında başkan; tüccar, üniversiteli, ordu mensubu vs. say sayabildiğin kadar!.
Diğer 'benleri tek tek saymaya zamanım yoktur.
Her birey birkaç 'yalancı ben'e sahiptir, yani bir ırka bağlı olmasının yanısıra bu birimin içinde bağlı bulunduğu bir de kavim, sınıf, aile ve meslek vardır. Hatta dinler, inananlarına diğer 'ben'lerden ayrı ve belirgin bir 'ben olma' verirler. Çünkü 'dinler' yalan, 'din' ise doğru olandır ve İslam dünyada yalnızca bir dini kabul eder, 'dinleri değil. Gerçekliği bulunmuş ve doğru yönde olmuş bütün dinleri 'İslam' olarak isimlendirir, Adem'den tutun zamanın sonuna kadar; ister İslam peygamberi'nden önce, ister sonra (yani O'nun mektebine inananlar) olsun; dolayısıyla müslü-manlar hem İslam Peygamberi'nden Önce vardılar, hem de sonra. Çünkü İslam, bir din, bir varlığın hakikati, bir akımdır ve bir hareketi vardır. İnsanın varlığı da bir öz ve varlıktır Adem birdir ve bir ırktır. Çeşitli 'benlerin hepsi yalancıdır ve değişik ırksal, kavını, sınıfsal, ailevî, meslekî, hatta itikadı kimlikler aracılığıyla tecelli etmektedir. Nitekim bunları kazır, yokeder ve tüm renkleri silersek, renksiz, ak ve aydınlık bir öz kalır ve derinden hepsinde aynı olan bir ışık yansır; insanî tek inanç, te duygu, tek özdür bu. 'Doğru ben' her bireyin kendini yok ederek ulaştığı ve kendisi olduğu 'O'dur. 'O' ise hem ilahi varlıktır, hem de insanın, aşkın özü. Bu nedenle İslam, bireyi, Allah'a kavuşmak için Allah'ın yarattıklarında -halk- yokolmaya davet eder.[35]
Ekonomi Fıkhı
Bugün içinde bulunduğumuz durumu gözönünde bulunduralım: Devamlı olarak "Neden zamanın ihtiyacını idrak etmiyorsunuz? Neden yoksul sınıfın ihtiyaçlarını anlamıyorsunuz? Neden sınıf tezadını hissetmiyorsunuz? Neden sömürüyü anlamıyorsunuz? Neden fıkhımızı, bir grup sermayedarın menfaatine hizmet tekelinden kurtarmıyorsunuz? Neden? Neden?" şeklindeki sorularla ulemayı sıkıştırmaktayız.
Bu nedenler anlamsızdır; bu eleştiriler boşunadır. Zira eğer bir alimin hayatına bakarsanız, ondan böyle bir şey beklemenin yanlış olacağını görürsünüz. Çünkü o bu işleri yapan sistemin bir bireyi durumuna gelmiştir. Önce ahkam, fıkıh, din bilgisi, dinî meseleler... ve benzeri konuları tahsil eder; daha sonra toplumsal bir insan olmuştur artık. Genellikle zenginlerle ve makam sahipleriyle diyalog içerisindedir. Esasında gerçekten Ali dostudur, Muhammed dostudur; Kur'an'ı tanıyor ve gerçekten de bütün hayatını İslam'a göre tanzim ediyor; ama toplumsal ilişkilerde, "kendi seviyesindeki" kimselerle irtibat ve diyalog içerisindedir. Büyük bir fıkhı şahsiyetle diyalog içerisinde olan, "seviyeli" ve "şahsiyetli" kimseler, kimlerdir? Ya pazarın büyük bir şahsiyetidir, ya büyük bir toplumsal şahsiyet, veya bir büyük siyasî şahsiyettir veyahut manevî bir şahsiyettir. Bir çiftçi, tuğla fırınlarında çalışan bîr işçi, falan ayetullahın müridi olmasına, onu kendisine taklid mercii kabullenmesine, bütün ailesini bu hazretin ilmihaline göre yetiştiriyor olmasına ve birgün bu hazreti kendi sofrasının başına davet etmeyi hayal etmesine rağmen, şöyle bir diyalogun şerefine nail olamaz. Şimdiye kadar böyle bir hadise gerçekleşmiş değildir. Aslında böyle bir diyaloga ihtiyacı da yoktur! Onunla, bu sözkonusu kimse arasında bir çizgi, bir seviye duvarı var ve aşılması olanaksızdır. Esasen, toplumsal yapı onu kendiliğinden, toplumun üst sınıfıyla diyalog kurmaya itmiştir. Bu seviyeden, halkın ne yaptığını hissetmemesi tabiîdir. Rivayetlerin ve Kur'an'ın ayetlerinin, devamlı olarak onu fakir halka yönelmesi yolunda iğnelemesini, kış geldiği zaman, onları etrafına toplayıp, onlara dinî konuları anlatıp, onları ümitlerle tahrik etmek şeklinde algılamaktadır. Bir de bakar ki, İslam'dan da yararlanan solcular bu risaleti de yerine getiriyorlar! İçerisinde "mahsur kaldığı sınıftan dolayı" bundan fazlasını anlayamaz, anla-mamalidir da! Ama bolluk ve zenginlik içerisinde büyüyüp mühendis olan biri, bugün iman ve itikadından dolayı yoksul kesimle irtibat kurabiliyor, bir ziraatçi gibi 8 saat tarlada çalışabiliyor; işin anlamını anlayabilmek için fabrikada işçisiyle birlikte çalışmaya gidiyor; ellerdeki nasırın, 2x5 metrelik tek odada, fiziki yönden beş kişinin yerleşmesinin anlamını yakalamaya çalışır. Psikolojik, duygu, terbiye ve fizikî yönden yerleştirilmeleri problemdir! Onlara gitmesi gerekir, ama sadece konuşmak için değil. Onlara rehberlik yapmak için de değil! Bilakis kendisini adam etmesini, yani kendisine miras kalan zindandan, toplumsal zindandan, doğumuyla kendisine sunulan zindandan kurtulabilmesine yardımcı olabilmek için gitmeli. Böyle bir şeyin imkanı yok mu? Biz kendiliğinden bir tipe giriyoruz. Bu tip daha biz doğmadan bize yüklenmiştir. Farsça dilinin bize yüklenmesi gibi. Toplumsal yaşantımız da, bizim seçimimiz olmadan bize yüklenir. Arkadaşlarımız ve benzeri konular da daha biz dünyaya gelmeden tayin edilmiştir.
Toplumsal durumumuz, inancımız, imanımız, edebiyatımız, sanatımız, zevkimiz ve hatta inkılapçılığımız, daha önceki şartlara göre, daha biz yumurta kabuğunun içindeyken tayin edilir.
İslam peygamberinin yaptığı en köklü işlerden biri, insanları sınıfa dayanan tiplerden, kısır toplumsal yapıdan ve coğrafi, sınırlarda haps olmaktan kurtarmaktı. İnsanın iki zindanı var: Biri "toplumsal zindan" ve diğeri "coğrafî zindan". Benim dünyanın bu coğrafî biriminde doğuşum, benim için bazı şartları tayin edici olmaktadır. Ben eğer İsviçre, Mısır veya Tanzanya'da doğmuş olsaydım, kuşkusuz bugün durumum farklı olacaktı. Netice olarak bu coğrafî kesimde dünyaya gelişim benim için, tayin edici bir fonksiyon ifa etmiştir.
Hiç olmazsa zindanını, duvarlarını büyüt; bir kalede hapsedil, bir hücrede değil..!
Çok ilginçtir; toplumsal bir mesele konusunda açıklama yapan bir alim, taklit merciilerinin büyük oranda yani en az yüzde 95,5 oranında köylerden gelenler olduğunu vurgulamaktadır. Köylerde nasıl bir yapı mevcuttur? Köy, bütün büyük beşeri toplumlarda olduğu gibi, üç unsurun birleştiği bir yapıdan "jandarma, han ve molla" üçgeninden oluşmaktadır. Bu üç kesim hükmetmekte, geriye kalanlar ise ırgatlık. Yani hiçbir şey değillerdi. Hayvan seviyesinde görülen varlıklardı! Hayatı yaşıyan gerçekten bu üç sınıftı. Şimdi artık, bu üçünün yerine "doktorlar"ın halkı soyduğuna kuşku yok. Ama bu yeni bir meseledir. Tarihin alt-yapı-sında devamlı olarak, bu üç kişi köylü üzerinde yürütme hakkında sahip olmuş, her üçü devamlı olarak birbiriyle ilişki içerisinde olmuştur. Bu üç kişinin irtibatı, çok yakın ve samimi olmakla birlikte diğer iki kişi devamlı bir şekilde hanın etkisi altında olmuştur. Çünkü han ekonomiyi elinde bulundurmaktadır. Diğer ikisi (jandarma ve molla) ondan doğmuştur. Bu durum, han, jandarma, molla ve eş-kiyanın yerine halkı soymak için köye gelen doktorun devreye girmesine kadar devam eder. Ben bizim Kevir köyüne giden bir doktoru biliyorum; köyde 5-6 yıl kaldıktan sonra geri döndüğünde getirmiş olduğu para, bütün köylülerin varlığından çok fazlaydı. Yani o, üç kişinin işini tek başına yapmaktadır. Köyde kurulan bu sistem içerisinde "ağa"nın oğlu, böyle bir ruhla ve böyle bir irtibat içerisinde -köye hakim olan hanın tesiri ve hükmü altında- gelip ders okumaya başlıyordu. Daha sonra siketülislam, hüccetülislam, ayetullah ve onun ardıdan ayetullahılazim makamına ulaşır, büyük bir şahsiyet haline gelir. Ama babasının köyde hanla olan irtibatının geleneğine uyarak o da memleketin "han'ıyla irtibata geçer. Bakın şöyle olur: Toplumsal ilişki nicelik yönünden değişir. Ama nitelik yönünden değişmez. Yani "az bir gelişme" gösterir. Hacmi ve çeşidi fark eder. Yoksa ilişki, aynı ilişkidir. Saniyen bizim "ilimler havza-sı"na hakim olan psikoloji aynı psikolojidir. Yani bu aç talebeye sınıflar konusunu açtığın zaman, kapitalistten daha çok sağcı olur. Dine bağlı olan, maddî yönden yoksul kesim arasında bulunmasına rağmen, sağ kanattan daha sağcı olan bir çok insan görmüşüzdür.
Bir insana "nasıl düşünüyorsun?" sorusunu sormanın yerine ona kimden yediğini sormak gerekir! İstisnayi durumların dışında, bu bir genel kaidedir. İstisnalar kaideyi bozmaz. Bir insanın nasıl düşündüğünü öğrenmek için, ilk başta onun nereden finanse edildiğine bakmak gerek. Maddî olarak beslendiği yerden, fikrî olarak da beslenmektedir. Başka şekilde düşünmesi beklenemez.
Peygamberin hicreti, bir şehirden başka bir şehire göç etmekle sınırlı değildi. Bir çeşit insandan, başka bir çeşit insana geçişti. Geleneksel ve miras baskısıyla kanser tümörüne dönüşmüş bir toplumun, başka bir yapıya dönüşümüydü. Bir tümörün yerinden sökülmesi, atılmasıyla birlikte, yeni hür bir dünyaya geliş gibi. Hem de başka bir şekilde. Toplumu kendi inancına göre bina etmek ve irtibatların bu değer ölçüsüne göre şekillenmesi. Mekke'de sürü sahibi, tüccar veya soylular sınıfından olan kimse, tabiî olarak Ebu Süfyan, Ebu Cehil, arkadaşları ve Dar'ul Nedve çerçevesi içerisinde kişiliğim yitirmek durumunda kalacak; iyi bir insan, fıtraten seçkin biri olsa bile -Mesela Ebu Talip gibi- gerekli atmosfer olmadığından o meclis ve yetki sahibi yaşlılar karşısında "Muhammedi" bir düşünceye sahip ola-mayacakdır. O, böyle düşünebilmek için bu atmosfeden çıkmalıdır. Çıkarılmalı, sökülmelidir. Yoksa İslam'ı içinde bir süs, bir dekor veya bir örtü olarak gizleyecetir. Müslüman da olsa, yine o "soylu Kureyş" kimliğinden sıyrıl am ay aca-tır. Öyle ise onun, bu atmosferden kurtarılıp, özgür bir platformda gelişmesini sağlamak gerek. Onu o atmosferden söküp, Medine'de ekmek, aşılamak ve adam etmek zaruridir.
Devamlı olarak orada oturan, devamlı eli öpülen, bütün arkadaşları büyük ve soylu ve şeceresi ta Hz. Adem'e kadar belli olan... Hepsinin ona çalıştığı, herkesin ona getirdiği, onun da yediği bu "bey" birçok şeyin anlamını idrak edemezdi. Peygamber de onları Medine'ye getirdi. Daha sonra aç kaldıklarından, ilk kez açlığın manasını hissettiler. Hem de konuşmayh değil, bizzat acısını midelerinde hissederek! Evi olmadığı için birkaç gece mescitte yatar. Bir yerden bir yere naklolanın, birkaç gece uykusu gelmez. Şimdi burada mescitte yatması gerek, hem de nasıl mescit! Ev istediği anlaşılır, ama ev yok; yemek istediği anlaşılır ama yemek yok. O derece hastalanmışlardı ki, Medine'nin havasının Kureyşliler için öldürücü olduğu şaiası yayılmıştı. Hepsinin helak olacağım, kısır kalacaklarını söylüyorlardı. Kısır kalma propagandası, Hatta Medine müslümanlarmı da etkilediğinden, ilk çocuğun doğmasıyla törenler düzenleniyordu. Bu sevinç, daha çok yapılan propagandaların etkisiz kalmasına tepki mahiyetindeydi.
Ayrıca üç-beş arabın hurma yetiştirerek yaşamını sürdürdüğü Medine'de yaşamak onlara zor geliyordu. Çalışması da gerekiyordu. Aynı zamanda açtır da. Sermayesi de yoktur; bütün mülkü orada kalmıştır. Onu gaspetmişler, Çocuklarını da alıkoyup, vermemişlerdir,
İlk defa açlıkla karşılaşıyor, çalışması da gerekiyor, ama nasıl? Burada makam veya masabaşı yok, bu yüzden ameleler gibi sokak başında iş bulmak için beklemen gerekiyor. Hz. Ebubekir! Muhterem ve büyük bir şahsiyet olduğunuz doğrudur ama, burada tıpkı bir amele, bir işçi gibisin. Tıpkı bir amele gibi şehre gelmişsin ama, iş yok. Kureyş kabilesinden daha aşağı seviyede olan Hazrec kabilesinin, yani üç-beş yahudinin -hem de yahudüerin en kötüsünün- veya kocası ölmüş dul kadınların yanında çalışması gerekiyor. Keçilerini sağmalı; eğer birkaç dal hurma ağaçları varsa onlara bakmalı... Peygamber de tıpkı bu ameleler gibi çalışmak durumundadır. Ancak onlar buna tahammül edemezler; peygambere "sen git kendi işini gör, biz senin yerine de çalışırız ve kazancımızı paylaşırız" derler. Bütün bu çabalar günde iki hurma kazanıp, karınlarını doyurmak içindir.
Hayali bile zor olan bu yaşantı bugün sadece teoride hatırlanır ama, hayatını bu şekilde değiştiren İslamî anlayışını da değiştirir. Onun anhyacağı İslam, bizim düşünce sınırlarımızı aşmaktadır. Orucun hikmetinin, insanın açlığı hissetmesi olduğunu söylerler. Ama bütün vitamin eksikliklerinin, ramazan ayında telafi edildiği orucun bu hissi doğurması kuşku vericidir? Bu nasıl tip bir açlıktır? Hileyi seri yoluyla, Allah'ın emrini hedeften saptırmaktır! Dinle oynamadır! Çalışmayan adamın tuttuğu orucun amacı nedir? Orucun ne olduğunu anlayamaz, sağlık için uygulanan rejim gözüyle bakar, oruca! Yaptığı hazırlıkla gün boyu yemeğe minnet etmez! Onun cinsi değişmelidir. Biz Müslümanlardan biri, eğer bize iki kilometre uzaklıkta bulunan güney bölgesindeki, bizden daha muttaki, mütedayyin, samimi, vatandaşımız ve din kardeşimiz de olan müslümanın evine gider misafir olursak, onun çocuklarıyla birlikte yaşadığı yerde yatarsak ve çocuklarımızla birlikte onun sofrasının başına oturursak "kardeşliğin" ne olduğunu anlarız. Yoksa benim ve onun arasındaki iki kilometrelik uzaklığın korunmasıyla birlikte, benim kardeşlikten sözetmem laftan öteye gitmez. Hatta bir sürü ayet okusak, arkasında görüşümüzü pekiştirmek için bir ton şiir okusak, ardından bunu desteklemek için bir sürü rivayet nakletsek ve ardından toplum bilimi ile yorumumuzu ortaya koysak bile, yaptığımız '.aftan öteye gitmez. Bütün bunlar realiteden uzak boş
sözlerdir! Bunlar konuşma sanatıdır. Toplumsal gerçeklerle hiçbir ilgisi yoktur.
Maddiyata inananların, toplumsal yaşantılarından ve dünyalarından kopup, maddî ideolojiye yönelmeleri, dünyayı bir kenara itmeleri ve ardından gidip yoksullarla yaşamaları, onların dertlerine ortak olmaları -İslam'ın dünya konusundaki bunca köklü ahlakî değerlendirme yapmasına rağmen- onlar için zillet olmaz mı? Gece ve gündüz, minberlerden bize dünyanın fazileti hakkında konuşmalar yapılmıyor mu? Ayrıca dünyanın insanı ne kadar bozup, imha ettiğini bildiğimize göre, bu konuşmaları dinleyip, bizzat biz bu konuşmaların kurucusu olmalıyız ve ondan sonra dünyaya dalıp; dünyanın zindanında ölüp gitmeliyiz!? Böylece, zindanda hapsolduğumuz anlaşılıyor. Esasen laftan ibaret kalan sözlerin hiçbir anlamı olmaz. Çünkü insanın geleceği üzerinde etkili olabileceğini sanmak yanlıştır.
Din, paraya bağımlı oldukça kimse onu tanımaz; dini bina etmek için biri çıkmadan, hiç bir taklit merciî, hiç bir müfti, hiçbir hatip ve hiçbir yazar din için çalışmaz. Bizim ulema bile, eğer kurucu olmazsa çalışmaz. O zaman bu din ne olur?! Kurucusu para olan bir din, yine o paranın koruyucusu olmak zorundadır. Başka şekilde olmasına imkan yoktur. Bunların birbirinin üzerinde ekmek ve tuz hakları var. Birbirine bağımlı haldedir. Meydan böyle boş kalınca, alt-yapılan materyalizm olan komünistlerin halktan, kitlelerden, yoksulluktan ve dünyaya karşı mücadele etmekten sözetmelerine sebep olmaktadır. Böyle bir düşüncenin, materyalist çerçeveden çıkamıyacağından da kuşku yok. Öte-yandan tevhidi dünya görüşüne, Allah'a, irfana ve .... inanan biz müslümanlarm böyle kısır bir çerçeveye sıkışması, kişiliğimizin, yaşadığımız hayatın rengine boyanmasına vesile olmaktadır.
"Fıkhımız" böyle olmuş, "tefsirimiz" böyle olmuş, "kelamımız" böyle olmuş "vazimiz" böyle olmuş, "ulemamız" böyle olmuştur! Çok güzel! Pazarımızın da böyle olduğundan kuşku yok. Öyle ise aradaki bu bağ ve ilişki koparılmalıdır. Ancak bütün bu olumsuzluklara rağmen ben, İslam'ın ulema sınıfının tekelinden çıkarıldığı ümidindeyim. Bakın henüz bile, resmi ulemanın elinde fazlasıyla temel bir gücün bulunduğu doğrudur. - Şu taklid merciinin elindedir- Ancak resmi olmayan nesil arasından fedakarlık, fedailik, anlayışı, hiçbir karşılık beklemeyen aşıkları, umulmadık bir şekilde gündeme getirmiştir. Onlar bu "para " ve "din" çerçevesi içerisinde kendilerini hapsetmeden, sevdalı bir şekilde İslam'ı, zamanı, tarihin yönünü hissettiler. Bugün bu sevdalıların bütün dünyada İslam'ın çehresini, üzerine konan tozdan kurtardıklarına şahid olmaktayız. Resmi din kurumunun ölümüyle, İslam'ın ölmeyeceği gün gibi açığa çıktı. Öyle ki, yeni ruh Filipin'den ta Türkiye'ye -Avrupa sınırına- kadar, yani en Uzak Doğu ülkesinden ta Avrupa sınırına kadar uzanan bu çizgide İslam yeni bir bi'set gibi, yeni bir çehre, yeni bir düşünce ile, tıpkı yeni gelmiş bir öğretinin dinamik fonksiyonları gibi canlandı; yeni bedenlere can verdi ve ümitleri yeniden kendisine bağladı.
Bu görkemli harekette, bizim gibi insanlar bu İslam'a sevdalılar kervanına -patates soymadan tut, ta çay dağıtmaya kadar- yapacağı küçük bir hizmetle kuşkusuz İslam risaletine bir hizmet yapmış oluruz. Ancak bu güzergahta, "mela"mn daha önce bize "bunu yaparsan şu kadar sevap kazanırsın, şunu yaparsan bu kadar günahkar olursun" şeklinde dini bir Ölçü kazandırmış olmasından dolayı, kendi kendimizi kandırmamız yetmiyormuş gibi, kendimizce Allah'ı ve halkı aldattığımızı sanıyoruz. Bunun hiçbir önemi yoktur, hem de hiç!
Yaptığımız hayırların hiç bir değeri yoktur. Çünkü bu hayırlar amelle birlikte değildir. Amele yönelme, gayret gösterme, ameli güzelleştirir. Amelin küçüğü veya büyüğünden çok, onda amelden kaynaklanan hareket ve gayreti göstermek Önem taşımaktadır. Bir amel hayata bütün olarak yansımalıdır.
Bugün ümitsizliğin bu derece büyüdüğü, her yandan ümitsizlik unsurlarının kaynadığı, zaafın gelenekselleştiği, dünyaya bir taze güç olarak girmek isteyen İslam'a karşı hiçbir zaman bu derece geniş boyutlu saldırıların olmadığı bir zamanda, şuurlu bir şeklide tehlikeyi hissetmeli ve birlik içerisinde düzenlenen bütün komploları etkisiz hale getirebilmeliyiz. Öte yandan ortada bir güç olmazsa, düşman varlığına yönelik bir tehlike hissedip, komploya kalkışmaz gerçeği de, insanı bir yönden ümitvar ediyor. Düşmanın bütün gayretine rağmen, kendisine yönelik bir tehlikenin doğduğundan kuşku yok. Nitekim Çin'de bulunan 60-70 milyon müslüman veya diğer ülkelerdeki büyük müslüman kitleleri daha önceleri azınlık statüsüne bile alınmazken, diğer bazı ülkelerde ölü bir toplum olarak unutulurlarken, bugün varlıkları, yükselttikleri sesleri dünyanın belirli odaklarını korkutmaktadır. Bunların tamamı iman ve ümit belirtisidir. İnancımıza olan imanımız kadar, dinin varlığını sürdürmesinin, hiçbir resmiyeti ve gelenek bağlısı olmayan, hiçbir usûl, soyluluk, makam, şöhret unvanı bulunmayan, herhangi bir dini aba, cüppe ve kıyafeti bulunmayan samimi insanların fedakarlığına bağımlı olduğuna inanmalıyız. Şu selam bile vermeye üşendiğimiz sokaklardaki isimsiz basit insanların, bütün varlıklarını yeni bir iman uğruna feda etmelerine rağmen, hiç birisinin ismi hiçbir yerde mevcut değil. Ne saygıya, ne soyluluğa, ne makama, ne ders halkasına, ne ilimler havzasına, ne müride, ne de şöhrete sahiptirler. Samimiyet ve ihlastan kaynaklanan bu güç seferden dönüp, İslam'ı savunmak ve dünyada gölgelenen çehresini yeniden açığa çıkarmak için meydana gelen boşluğu doldurduklarında, kuşkusuz İslam'ı yeniden ihya edecekler; onun yeniden bütün dünyada gerçek manada gündeme gelmesini sağlayacakladır. Tıpkı yeniden gündeme geldiği gibi. Ben 10-13 yıl önce Paris'teyken 8-9 müslü-man gencin İslamî çalışmalar yaptığını görüyordum. Ancak bunu 3-5 seneden fazla sürdürebilmeleri şüpheliydi. Çünkü beslendiği devamlı bir yer yoktu, giderek zayıflıyorlardı. Bu durum bana çalışmaların, yakın bir zamanda öleceği vehmini veriyordu. Şimdi baktığımda ise orada hareket eden büyük bir güç haline geldiğini görüyorum. Harekette heyecan, geniş boyutlu tesir ve etkiye sahiptir, mesuliyet yükleyen büyük bir alternatif güç olmuştur. Onur kaynağı bu hareket, sürekli bir üretkenliğe sahiptir. Yani "varlığı" ve "etkinliği" Avrupa'da hissediliyor. Bu gelişme sadece İranlı talebeler arasında değil, diğer bütün müslüman talebelere kadar uzanmaktadır. Öyle ki, İslam'ın çehresini gölgelemek için, müslümanları gericilikle yaftalamaları, daha çok kendilerini gülünç duruma getirmektedir. Artık kimse bunları sadece "serî kesim meseleleriyle" uğraşan kimseler olarak görmemekte! Hayır serî kesim peşinde koşmuyorlar. Serî kesim anlayışını bulmuşlar ve onunla mücadele etmektedirler! Onları sadece ferî konulara çekenlerin yeri olamaz, aralarında. O zamanlar, sözkonusu bu birkaç müs-lümanın yanında bir ilmihal ve bir ibrikten başka bir şey yokken, bugün başka bir nesil olmuşlar. Eğer onları görmezlikten gelirsek, kendimizi de görmezlikten gelmemiz kaçınılmaz olacak.
Kanaatimce bizler -bu sınıfın zindanında hapsolan, bu şekilde doğup, oluşturulanlar olarak- kendimizi bu sınıftan
dışarı çekip, bir iç, içtimaî ve sınıf hicretini gerçekleştirmeliyiz. Kendimizi dünyada yeniden şekillenen ve giderek yayılan bu genç İslamî gücün içine atabilmeliyiz. Bu düşünce tarzı kalıcıdır. Sadece kalıcı da değil, benim kanaatimce dünya durmadan bu tarafa doğru kaymaya devam ettikçe, etkisinin önemi daha iyi de anlaşılacaktır. İdeoloji ve sistemlerin içine düştüğü çıkmazlar; yirmi yıl öncesine kadar "bütün meselelere çözüm getireceğiz" diyen fazlasıyla ilerici ideolojilerin yetersizliği -gerçekten de dünya büyük nisbet-te buna inanmıştı- İslam'ın başarısına büyük şans tanımaktadır. Bundan 30-40 yıl Önce İslam, bütün ideolojilerden daha geri noktadaki mesaj sahibiydi. Çünkü hiç bir söylev ve gündeme sahip değildi. Geleneksel bir yaşantıyı, pazarı ve mevcut durumu idare etmekten başka bir şeyle meşgul olmuyordu. O yaşam tarzını düzenliyorlardı. "Ulema" da bu konulara açıklık getiriyordu, meselenin başını-sonunu yorumluyordu. Oteyandan birkaç müridin getirmiş olduğu hums ve zekat onun geçimine yetmektedir. "Gayp İmamın naibi" olmakla birlikte "yeryüzünün ve gökyüzünün direği"dir de. Buna benzer bir sürü, lakap ve unvan. Ama bugün durum tamamen farklıdır. İslam ideolojisi bugün bir alternatif olarak ortaya çıkmış ve bugün insanlığı diğer bütün ideolojilerden daha ileri noktalara ulaştırabilme gücüne sahip olduğunu da ispatlamıştır. Yani insanın diğer boyutunu açıklayıp, ona dayanabilir ve bütün eksiklikleri -öyle ki, bu tarafa yöneldik ferdiyetçi olduk, o tarafa yöneldik bu kez kapitalizme duçar olduk, diğer yana yöneldik bu defa de faşizm belasına kapıldık, öteki yana yöneldik bu kez de tek yönlü, kısır görüşlü ve gerici olduk- ortadan kaldırabilir.
Kuşkusuz bu da, bugünkü insanın arayıp da bulamadığı bir kurtuluş ve doğru yoldur. Öyle müslümanlar ortaya çıkıyor ki, -elbette bizim gibi değil, bilakis benim anlatmaya çalıştığım müslümanlar- durmadan bizi geride bırakarak ilerliyorlar. Onların karşısında kendimizi eskimiş olarak kabul ediyoruz. İşte bu müslümanlar, bütün bu çıkmazlardan kurtulmanın yolunu bulduklarını ortaya koydular. Biz eğer hareketlenen bu sahneden kaybolursak, ölmüş oluruz. Bence en büyük tehlike de budur.
Ben sömürülmüş İslam'dan sözediyorum. Dünyada hiçbir güç İslam kadar sömürünün kurbanı olmamıştır. İslam ülkelerindeki bütün aydınlar, bu gerçeği gözönünde bulundurarak İslam'ın kurtuluşu için seferber olmalıdırlar. Bizzat İslam kurtulmalıdır, müslümanlar değil! Eğer müslümanlar kurtulup, İslam yine "zindanda" kalırsa, yeniden ikinci kez "irtica"nın zindanına düşerler. Biraz ilerleyip, yeniden geri dönerler. Şimdi görüldüğü gibi. Veya İslam'dan uzaklaşıp, başka ideolojilerin peşine takılması, onun misyonu bittikten sonra yeni ideolojilerin peşinde ümit aramaları kaçınılmaz olacaktır. Bu yüzden sömürüye karşı başlatılan savaş, İslam'ın kurtuluş savaşı olacaktır. İslam milletinin, İslam sınıfının veya İslam kitlesinin kurtuluşunun yerine İslam asırlık zindanından kurtarılmalıdır, ilk Önce...
Şimdi dünyadaki savaşlar, kitleleri götüren savaşlardır. An,cak kitleler savaşa giderken, İslam'a göre hareket etmemişlerdir. Bunun yerine, her yönden eksik olan ideolojilerden yararlandılar. Buna rağmen çoğu yerde, dünyanın en büyük güçlerini köşeye sıkıştırabilmişlerdir. Eğer büyük, köklü ve kapsamlı bir kültüre sahip olan İslam'ı kabul-lenseler, neler yapabilirler? Cezayir'de müslümanların 5-6 ayet ve 2-3 İslamî rivayetten oluşan sathî, basit ve sınırlı İslamî kültürü benimseyerek, emperylizme karşı mücadele verdiklerini görmekteyiz. Bu onların kültürünün kaynağı olur. Afrika'da herkesten Önce silaha sarılır ve emperyalizme karşı mücadele verir. Siyah Afrika, 20 yıl sonra müslümanların izinden gitmeye başladı ve onlara uydu. Neden onlar ilerlediler? Çünkü, çok sathî ve zarif bir İslamî kültüre sahipti.
Şüphe yok ki, müslümanların, halkın, insanların ve kitlelerin kurtuluşunun tek yolu, bizzat İslam'ın kurtuluşunu gerçekleştirmektir. İslam'ın, bilinçli veya bilinçsiz bir şekilde "zamanın otoritesine", "hakim sınıfına" veya daha açık ifadele "paraya" bağımlı hale getiren, tamamen belirgin olan grubun zindanından kurtarılması gerekir. "Din", "para" tarafından beslendiği müddetçe din, paranın hizmetinde olacaktır. Halkın hizmetinde olamayacağı gibi, halkı dinin hizmetçisi olarak da görür. Ona avam gözüyle bakar, dinin kurtardığı insan gözüyle değil! Peygamberimizin halk ile olan irtibatıyla, "ulemamızın" halkla olan irtibatını kıyaslayın!? Ulemadan bazılarının takındığı tavır, daha çok "kapıkulu" tavrı mıdır, yoksa "Muhammedi" bir tavır mıdır?
Siz Peygamber'in kıyafetine bakın, Medine'de nasıl yürüdüğünü izleyin. Çok sade bir giyim ve kıyafetiyle halktan biridir.
Aynı şekilde Ali savaştan döndüğünde, kılıcından kan damlıyordu; eve girince Fatma'ya sesleniyordu: "Kılıcımı yıka!"
Bu hanımıdır da... Kocasının ve babasının kılıçlarını alıp yıkıyor..
Bu peygamberin tutumudur. Bir de yazdığı mektuplara bakalım. Mektubun altındaki imza şöyledir: "Abdullah oğlu Muhammed'ten, Fars Kralına"; "Abdullah oğlu Muham-med'ten, Rum Kralına"... Zamanın iki büyük gücünün yöneticisine yazılmış mektup... Ne onların ve ne de peygamberin lakabı ve unvanı var. Onlar da cevap olarak "...'dan Resulullah'a" şeklindeki unvanı yazıyorlardı. Ama bir aye-tullaha yazılacak mektubun zarfı çoğu zaman, onun lakab-larına yetmemektedir!. Bu lakablar nereden geliyor? Hangi sisteme aitir? Hangi kültürden kaynaklanıyor? Sınıf kültüründen başka yerden mi kaynaklanıyor? Sınıf kültürü neden lakaba gerek duyuyor? Çünkü halk ile bu sınıf arasındaki mesafe çok büyüktür.
Bu mesafe devamlı bir şekilde korunmalıdır. Aşağı sınıftan biri, yüksek tabakadan biriyle görüşmek istediğinde, bir seri teşrifat, karmaşık bir sistem, belirgin gelenek, saygı ve edep koridorundan geçip, çeşitli ıstılahlarla irtibat kurabilir. Kolay bir şekilde kapı çalınıp, içeri girip sohbet edilemez. Bu ilişki iki sınıfın ilişkisi değildir! İki sınıf arasındaki ilişkide bir seri lakab ve teşrifat olmalıdır. İslam'ın giderek yeni bir hal aldığı ortada. Şimdi Ali'yi büyük övgülerle anarsın, "neden "aleyhisselam" veya "hazreti" ve ... şeklindeki unvanları kullanmadın diye itiraz eder. "Hazret", bugün artık bir lakab ifade eder! Bugün "eğer" bir adama "hazret" derseniz, ona hakaret etmiş olursunuz. Sonra, "eğer" Muhammed'e hazret (!) derseniz, bu onun makamına mı işarettir?! Bu nasıl bir makamdır. Lakaba ve lakab yapmaya ihtiyaç mı var? Daha önce o lakabı "devlet"ler ve "sal-tanaf'lar ifade ediyordu. Şimdi bunu "din" yapmaktadır. Bu, onun kopyasıdır. Yani kapıkulu sisteminin, kültür ve teşrifatının bir olgusudur. Ulemanın bu tavrına bakın, bu tavır soyluluk sınıfından mı geliyor, yoksa Ali'den ve Mu-hammed'den mi? Tavrı, oturuşu, kalkış şekli, toplumsal konumu, onun sınıfının ve düşünce tarzının simgesidir. O bir yere girdiğinde, her şeyden önce nereye oturacağım hesaplar. Sadece bu bile, hangi tipten olduğunu göstermektedir;
bunun için dilinde sayıkladığı konuşmayı dinlememek gerekir. Okuduğu ayetler, rivayetler, Ali'nin velayetine ait sözler, laftan öteye gitmez! Burada olduğu için böyle konuşuyor, eğer başka bir yerde olsaydı bir keşiş olurdu; veya budist bir rahip. Tavrı, Firavun sihirbazlarının tavrıdır, davranış şekli budist rahiplerinin davranışıdır. Hiçbir fark yoktur. Buradadır ama, davranış şekli Firavun sihirbazlarının, budist rahiplerinin, keşişlerin veya Ortodoksların davranışından farklı değil.
Kıyafeti, haşmetli; traşı, soylu; tavrı, tamamen diğerlerini aşağılayıcı; müridleri de hiçbir sual sorma hakkına sahip değil! Konuşmaya haklan yok."Ağa" getirir, mürid tefsir etmesi lazım! Ağanın maksadı şuydu, buydu diye. Ağa bir-şeyler "saçmalar" hepsi onun bu sözlerini nakletmelidir! Bu hepsinin peygamberliğine inandığı, onun yolunda canını feda ettiği ve dünyayı değiştirmek için bütün yaşantılann-dan vazgeçtikleri İslam Peygamberi'nin tavrı, davranış, sünneti ve ilişki biçimi olamaz... Bu tamamen "para"nın kültürünü ifade ediyor!
Hükümetlerin fasid, zorba ve İslam dışı oldukları söylenir. Çok iyi de akıl, Kur'an, Peygamberin sünneti ve İslam ulemasının icmasına dayanan İslam fıkhı nedir? Bu fıkıh, toprak sahipliğini, sermayedarlığı, hatta köleliği nerede yasaklamış veya sınırlamıştır? Fıkıh, feodalite devresinde kendisini büyük hanların, toprak ve köle sahibi soylulann çıkarlarına uygun olarak uygulatabilmiş milyonlarca çiftçi ve kölenin insanlık dışı sömürüsünü izah edebilmiş; şehirlerin gelişmesi, burjuva ve piyasanın olgunlaşması devresinde ise köylerdeki ziraatçinin, şehirderdeki işçi ve elişi sanatkarlannm çilesinin ürününü çok düşük bir değere satın alıp köy ve şehirdeki tüketicilere yüksek fiyata satan, bunu da kendisi çalışmaksızın yapan kâr peşindeki parape-restten, 'para sihirbazı', 'piyasa oyuncusu' ve 'çalışmadan kazanma'mn şeytanî zekasına sahip 'Allah'ın sevgisi" ve Allah'ın kullarının rızkı için aracı kutsal bir 'hacı bey1 tipi üretebilmiştir', Bugün de, sünnet olmuş bîr Onassis'ten (bunun 'payı'nı da Öder) kolayca sahip olduğu temiz niyeti ve tohumu tertemiz bir rahimde atılmış temiz lokma nedeniyle ilahi lütfe hak kazanmış bulunan; Allah'ın kullarına meçhul olan hikmetiyle O'nu nimetleriyle nimetlendirdiği üstün binlerce ailenin rızkını onun eline ve yeterliliğine koyduğu hayırlar yapma, iyiliklerde bulunma, iyi işler sergileme, fakirleri doyurma, yoksulların elinden tutma, mes-cid inşa etme, ilim ehline lütufta bulunma, seyyidlere yardım etme yoluyla dünya ve ahiretin hayrını kendisi, öncek-lerin ruhları ve ahlakının geleceği için kazanmış olan salih ve hayırlı bir şeriat bağlısı yaratabilmektedir! Denecektir ki, "Bu Ehl-i Sünnet fikhıdır; hükümetlere bağlı olduğu için doğal olarak egemen sınıfın (yani seçkinler, soylular ve efendiler) savunucusu durumuna düşmüştür. Bu sınıf, yöneticinin güç kaynağıdır; ulema ve saltanat ise onun iki koludur. Ama şia fıkhı böyle değildir. Şia, resmî İslam'ın hükümetleri karşısında hep cephe almış; o zamanın siyasal ve idari kayıtlarından, bağlanndan özgür kalmış; fıkhı, halkın haklarını koruyan ve siyasal cephesiyle ahenk içerisinde olmuş; egemen rejimi oluşturan ve hilafet ya da saltanatın onun yansıması olduğu ekonomik düzen ve sosyal sınıfa karşı soyluluğa ve sınıflılığa itiraz eden bir cephesi bulunmuştur." Safevîle öncesine kadar bu cephe alış doğrudur. Şia, İslam'ın başlangıcından itibaren devrimci, halkçı ve sı-mflüık karşıtı İslam'ın temsilcisi olmuştur. İslam'sa Pey-gamber'den sonra sapmaya başlamış; Muaviye'nin istüasıyla cahili ekonomik, kültürel ve ahlaki soyluluk düzeni İslam'ı işgal etmiştir. Bu durum karşısında düşünsel, siyasal, hatta silahlı direnişe girişen güç Şia'ydı; İslam toplumunda kabilevî, sınıfsal ve ırksal soyluluğun sessizce şekillenmesi karşısında ilk kez uyarı ve itiraz feryadı yükselten, şehade-te kadar yürüyen, Peygamber'in gerçek ashabı arasından Ali'nin ilk izleyicileri olan gruptu. Bu ashab, İslam'da yalnızca dini değil, 'adalet'i de arayan, şimdiyse adaletin 'ilahi adalet1 adı altında göğe götürüldüğü, böylece de yeryüzünde ondan bahsedilmesinin önüne geçildiğini ve dünyanın ondan boş kalmasını sağlamak üzere ahirete aktarıldığını görenlerdi. Allah, Kur'an, Peygamberlik, kıyamet, ibadet, namaz, oruç, hac ve cihaddan kastedilenin, zalimlerin ve çıkarcıların daima ve her yerde bundan sonra dindar ve müs-lüman olmaları; insanları aynı şekilde boğazlamaya devam etmeleri, ama şeriata uygun biçimde, kıbleye dönerek ve 'bismillah' zikriyle yapmaları olduğunu gözlüyorlardı. Ne kadar da güzel!
Biliyoruz ki, bundan sonra bir yıl boyunca da devrimci Ali, itirazcı Fatıma, kıyam eden ve şehid Hüseyin 'hak gası-bı' olan hareketlerinin tuttuğu cepheyi tanıtan 'imamet' ve 'actalet' şeklindeki siyasal ve sosyal şiarla hem gasp ve zorba egemenlik olan hükümetin siyasal rejimini olumsuzla-mış, hem de sınıflı ve zalimce bir düzen olan topluma egemen sosyo-ekonomik düzeni. Nitekim sonuca ulaşmış özgün Şia kıyamlarının tamamında iki özelliği görürüz: Biri, köylülük yönü ve genel olarak toplumun çiftçiler ve kölelerine baskı ve sömürü altındaki milletlere dayanması; diğeri ise sınıflılık karşıtı feodalite karşıtı yönü ve egemen siyasal sistem; soylu ve toprak sahibi sınıfa bağlı tebliğci ve dina-damları; Arab, Türk, Tatar, Moğol eşraf, han ve hakan saltanat rejiminin yazar ve politikacıları tarafından hep Mazdekçilik'le suçlanan bu cephe alıştır. Çünkü İslam'ı mülkiyete ilahi bir kutsallık ve göksel bir saygınlık bağışlayacak kadar sınıfsal ve siyasal çıkarlarıyla yoğurmuş olanlar, kaçınılmaz olarak, soyluluk mülkiyetini 'refz' eden (reddeden) devrimci Şiileri 'rafizi', Mazdeki, hatta Haşhaşi olarak isimlendirmek zorundaydılar!
Ama Safevilerden sonra herşey yer değiştirdi. Bin yıl süren çileden sonra 'güç'le uzlaştı ve sultanın tahtının yanı-başında kolları sıvayarak hizmete durdu. Bunun karşısında sultan, gasptan bin yıl sonra Meşhed'e ziyaret adımını attı; bir günlük Aşura yerine iki ayı, Muharrem ve Sefer'i matem için değerlendirdi; bu, tüm anlaşmazlıkları sona erdirdi; imamet ve mazlum adalet yolundaki bir yıllık çaba, cihad, işkence ve şehadetten sonra Şia fakihi Şah Abbas ve Şah Sultan Hüseyin'in saltanatına rıza gösterdi. Hz. Zehra'nın hakkı olan Fedek'in gaspına itiraz yükseltti ve Hüseyin'in katillerine lanet etti; böylece herşey güzelce ve hoş bir şeklide son buldu, imamet ve adalet de yerleşti; şimdilik sessiz kalmalı ve Hz. Mehdi'nin zuhuruna havale etmeliydi. Kendisi geldiğine göre doğru bildiği şekilde davranacaktı. Allame Meclisi'nin ifadesiyle, Al-i Muhammed'den Hz. Kaim'in zuhuruna kadar saltanat bu büyük ailenin elinde olacaktı!
Şia'nın görevi anlaşıldığına göre 'Şii' fakihinin durumu da kendiliğinden açıklığa kavuşmaktadır.
Doğaldır ki, güce bu siyasal bağımlılık, peşinden servete sosyal ve ekonomik güç, bir paranın iki yüzü gibidir; bu bakımdan Şia uleması sınıfsal açıdan da egemen sınıfın zindanına girmiştir. Bu sınıf, toplumun ekonomik gücünü kendi kontrolünde tutan sınıftı. "Onun nasıl düşündüğünü bilmek istiyorsan Önce nereden geldiğine bak."
Ulema, göbek bağını sultanın rahmine bağlamıştır ve onun ikizidir; bu durumda fıkhının da 'güç' cenininde gelişmesi doğaldır; hakanlardan kopan Şia uleması ise 'han'a ve 'kötü yüzler' olan sınıfa bağlanmıştır. Bu sınıftan malları olanlar 'hisse'sini verirler; ganimet elde edenler humsunu öderler. Her durumda, dinin bir harcaması vardır, dinin harcamasını ise dünyalık sahipleri karşılarlar. Bu ikisini, ayakta kalmak için birbirlerine sahip olmaları zorunluluğu doğaldır.
Zekat nelerden alınır? Dört tahıldan[36], üç hayvandan [37] ve nakillerden[38], yani toprak, sürü ve para sahiplerinden. Hums kimden alınır? Kârdan; Öyleyse kâr sahipleri gerçekten kârlıdırlar. Böyle bir durumda fakih'in köyde 'hanla şehirde ise 'hacıyla işi-gücünün olması doğaldır; açıktır ki fıkhın da 'hacıhan' bir boyutu bulunacaktır. Feodalite devresinde şeyh, hanın gücüne bağımlı olmuş, burjuvazi ve piyasa çağında ise hacının servetinin bir parçası haline gelmiştir, yalnızca hacı şeyh' olanları geçiyoruz! Bu yakın ilişki ve sınıfsal iki taraflılığın fıkıhta iz bırakmaması nasıl beklenebilir? Oysa fakihteki ahlakta, psikolojide, sosyal kimlikte, sınıfsal davranışta bile derin ve çok yönlü izler bıraktığını görüyoruz: Uzun, gösterişli süslü ve boylu elbise giymek yavaş, ağır ve şahane harekette bulunmak, terbiyeli, kendini kaybetmiş ve boynu bükük, bir kenarda oturma, ayağının dibinde olma, gösteriş, debdebe oluşturma ve protokol düzenleme için adeta özel eğitim görmüş 'hizmet'teki, 'huzur'daki, 'hocaefendi'nin peşindeki çok sayıda mürid ve taraftarla birlikte dolaşmak, fener taşıyan, üzengileri tutan (bugün için taksinin kapısını açan), çeşitli mekanların girişindeki perdeleri kaldıran, kapıcılık yapan, hocaefendi'nin özel hizmetini gören (Allah'a sığınırım!) ve cemaat imamlarıyla, vaizlerle, şehirlerin 'ünlü şahsiyetleri ile, ticaret piyasasında sosyal ve siyasal konulara ilave olarak dini, şer'î ve ilmî konularda da (nitekim hocaefendinin bir yazar, bir araştırmacı, bir görüş, bir kurum, bir kitap, bir hareket, bir düşünce grubu ve bir ilim kesimi hakkında görüş açıklamasını, hüküm yayınlamasını, tekfir fetvası vermesini, emredip yasaklamasını ve olumlu bulup desteklemesini dayatır) güvenilir, doğru haberin kaynağı, adaletli ve saygın şahidler olan 'saygın unvanlılarla özel ilişkileri düzenleyen görevlilerle birlikte olmak, ayrıca gösterişli, acaip, garip, yeni üretilmiş 'ayetullah', 'ayetullahi'1-uzma' ve "huccetu'l-İslam ve'1-müslimin' gibi uzun unvan, lakap ve resmî vasıflar taşımak.
İslam'ı, tarihi, sosyal düzenleri, siyasal örgütleri ve sınıfsal kültürleri az çok tanıyıp da saray adetlerini, merasimlerini, protokolünü ve ahlakını, özel sınıfsal kültürü ve soylu sınıfın Özel davranış tarzını göremeyecek kimse var mıdır? Kayıtlamalarla dolu böyle bir davranış tarzı, protokol, saygınlıklar ve bu kadar adap, merasim, o kadar unvan ve göz yoran, ağız dolduran, anlamsız lakap; sıradan bir insanın işittiğinde şaşırıp kalacağı ve Peygamberin ashabından birinin duysaydı ıslıklayacağı protokolün, Peygamber, Onun soyu ve çevresindekilerin 'İslamî edep', sosyal kültür ve davranış tarzı ile kıyaslandığında taşıdığı benzerlik, Mu ham m edin (SAV) yaşantı, ahlak ve edebinin Muhammed Şah ile, Hüseyin'inkinin Şah Hüseyin ile, Fatı-ma-i Zehra'nın kinin (mücadele, çile, fakirlik, bedensel çalışma, güç ve ağır sorumluluğun yansıması, zamanın dayanmaktan aciz kaldığı bir erkeğin mücadele yoldaşı ve eşi olan bir kadın) Fransa kraliçesi Marie Antuanetıe ve Nası-redddin Şah'in annesi Melike Hatun ile, Peygamber'in Medine mescidinin bir köşesindeki topraktan evinin Bağdad'ın binbir gece sarayı ile benzerliği kadardır.
'Peygamber'in sünneti' nedir? Ehl-i Beyt, velayet ve Ali'nin imameti nedir?
Bunlar, kitap yazmayı veya açıklama, tebliğ ve halkı bilinçlendirme için minbere çıkmayı da yüce makamlarının sarsılması olarak görürler; bu iş için bir de özel deyimleri vardır, "mürüvete aykırı"! "Mürüvef'ten maksatları, görkemli, ağırbaşlı, sakin, azametli, saygın, izzetli ve unvan sahibine yaraşır biçimde hareket etmek, dışarı çıkmak,-halk arasında görünmek ve halkla birlikte gezinmektir. Örneğin spor ayakkabı giyer, hızlı yürür, sade giyinir, bir mecliste veya yolda birisiyle rahat ve doğal konuşur ya da Allah etmesin gaflete düşer ve gülersen, sarığın Kaçar hanı Ağa Muhammed'in tacından daha küçük olursa, sakalın Fethaiişah'ın sakalından daha kısa olursa yahut Kur'an tefsiri anlatırKitikad kitabı yazar veya Allah saklasın İslam'ın gerçeklerini açıklamak ve halkı bilinçlendirmek için minbere çıkar, vaaz ve irşad irtikap edersen, ayet ve hadis nakliyle uğraşırsan 'mürüvete aykırı' davranmış olursun. Çünkü bu tür davranışlar 'faziletlilerden sayılan hadisçile-rin ve tefsircilerin işidir. Nitekim vaizler, minbere çıkanlar, mersiye söyleyenler, Kur'an okuyucuları ve ağlatıcıların işi gücü 'cahillerle ve hayvanlar gibi', hatta daha sapık olan avamladır; bütün bunlar ulemanın işi de değildir. Büyük ve kerem sahibi ulemanın halkla ilişkisi, yalnızca, 'mürü-vetin ta kendisi' olan namazda öne geçme; asıl işi de toplum için 'ilmihal' yazmaktır; bunu bile doğrudan yapmaz, taharet, necaset, hayız, nifas, guslün kısımları ve meseleleri, namazın şüphelerinin logaritme cetveli, hums hükümleri, zekat, nikah, miras ahkamı, ve bu kabil gündeme getirilen bireysel ve tekrarlı sorulara 'hocaefendinin çevresi nden birinin cevap vermesi ve hocaefendinin de sonunda bu ilmihalin fetvaya uygun olduğu desteğini buyurması sonucu oluşur ilmihal.
Peygamber'i görüyorsunuz, yanıbaşında da Ali'yi; keçi kılından iplerin bacağı sarılmasıyla oluşan çizmeye benzer bir ayakkabı, deve tüyünden veya adi ketenden bedene yapışmış dar bir elbise, başa konmuş sıradan bir başlık, toprağa karışmış baş ve yüz ve kana bulanmış bir kılıç ile savaş yolculuğundan şehre döner, eve gider ve kılıçlarını eşlerine verirler: "Yıkayın!"
Peygamber'i görüyorsunuz; uzun elbise ve sakallardan ve Allah'ın diğer kulları, çobanlar, hurmacılıkla uğraşanlar, sıradan kitleler, gösterişsiz, çilekeş ve unvansız aile ve taifelerden ayıran soylu sınıfa mahsus eda ve tavırlardan nefret duyarak sakalını avucunun içine alır ve ilan eder: "Bir avucun dışında kalan ateştedir." Eteklerin dizlerin üzerinde kısa tutulmasını, elbisenin kollarının gözlere sade görünülmesi için dirseğin yarasından daha uzun yapılmamasını, süslenme ve elbisenin toplumdaki köleler, hizmetçiler, adı sanı olmayanlar, çilekeş, ziraatçi, hayvancılık yapan bireyler, aşağı tabakanın sıradan insanlarının sahip olduğundan farklı olmamasını buyurur.
Kendisi soylu sınıfın değerlerim; seçkin, süzülmüş, 'belirgin', 'unvan sahibi', 'saygın', 'asil', 'şerefli', 'soylu', gösterişli, soy-sop bakımından geniş aile, topluluk ve sınıfların adap, merasim ve yaşayışım olabildiğince fazla olarak herkesin gözü önünde ayaklar altına alır; kendini onlara yabancı ve onlardan nefret eden biri olarak takdim eder; üst sınıfların kültür, adap, değer ve davranış tarzlarından olabildiğince fazla kopup uzaklaşarak mahrum ve mahkuk olan, sınıfsal, ırksal ve sosyal övünç yoksunu kitlelerin arasına karışır ve onlara benzer.
Bu tür bir elbise ve bezenme ile evden çıkardı. Bir topluluk ona eşlik eder ve yüce Peygamber'in, üstün insanın ve olağanüstü şahsiyetin gözüne bakardı; O ise yürürken sokakta oynayan bir grup çocukla karşılaştığında O'nun heybetinden kaçışmamaları ve duvarın dibinde titreşmemeleri bir yana O'nunla oyun oynar ve bir süre peşinden giderlerdi. Kendisinin torunları da çoğunlukla bu çocukların arasında olurdu. Sadelik içinde ve gösteriş yapmaksızın onları yakalamak için peşlerinden koşar, onlar da kaçardı. Bazen onları tutar omuzlarına alır ve şefkatli bir baba, iyi bir amca gibi gönüllerini alırdı. Büyük şahsiyetler at veya deveye binerdi; katır özellikle de eşek ortalama insanların, aşağı sınıfın ve çiftçilerin bineği idi, O'nun (yetim, aç ve sı-ğınaksız bir çoban, olan, şimdiyse şerefliliği başka bir anlamda zamanı anlatmak ve Bilal'in soyluluğunu Ebu Süf-yan'm soyluluğunun yerine geçirmek için gönderilmiş bulunan O.) bineği ise katır ve eşekti.
Ali O'nun eşeğe bindiğini bildirmektedir; üstelik de çıplak eşeğe! Çoğunlukla birini de arkasına oturturdu. Mürü-vetin hilafetini görün. Çıplak ayak, kısa etek, kısa kollu elbise, basit bir başlıkla iki kişi olarak çıplak bir eşeğe binerek sokak ve çarşıda dolaşan bu kişi kimdir. Bazen O'nu bir yolun kenarında, şehre gelmiş bir yoksul ve çölü dolaşan bir yabancıyla ya da çalışmaktan yorgun düşerek yere oturmuş ve sokağın duvarına yaslanmış evsiz bir amele ile karşılaştığında yanına gidip oturur, onunla tanışır, halini hatırını, başından geçenleri ve işini sorarken, samimice ve özel olarak sohbet ederken görürlerdi; böyle kişiler O'nunla yakın ilişki kurar, bu tür bir dostluk ve sohbet arkadaşlığında hoş bir tanışıklık ve şefkat bulurdu; uzun süre O'nunla konuşma ve dertleşmeyi sürdürür, içi ferahlar ve bir parça ıslatılmış ekmek veya bir avuç hurma ve yağda kızartılmış bir miktar undan oluşan öğle yemeğine katıldığı tanımadığı bu kişiyle tanışmaktan son derece memnun kalırdı. Bu kişi, Fars şahinşahımn ve Roma imparatorunun değerli taşlarla bezenmiş tahtları üzerinde O'nun adının korkusundan titredikleri; doğumuyla Medail sarayının yıkıldığı ve Fars ateş tapınağının ateşinin söndüğü kişiydi. Şimdi sokağın kenarında toprak üzerinde bağdaş kurup bu 'mükellef sofranın başında, bu 'şaşırtıcı şehirde misafir olmaktan nasıl keyif duyulurdu! Yine, herkesten çok hak gözeten O, bulduğu bu yeni dostu gece kendi sarayında misafir ederdi. O'nun sarayı, çölün yumuşak kumlarından hah ile döşenmiş topraktan bir odaydı. Sarayın avlusu da mescid!
O, gece birkaç ay sonra, arkadaşları Muhammed'in (SAV) evinden bir duman tüttüğünü görecekledi. Bu, ümmetin önderinin 'Saray'ında o gece yemek piştiğinin belirtisiydi! [39] Bu 'aydınlık Medine'de, 'temiz Medine'de, bu 'üm-mi devrimci çoban' büyük, ama karanlık ve pis uygarlıkların yıkıntısı üzerinde başka bir tür uygarlık kurmuştu. Soyluluğu başka bir türdendi; tüm düzenlerin tersine bu ümmetin soyluları: Selman, kaçak bir yabancı; Ebuzer, bedevi bir çöl gezgini, Bilal, Habeşli bir köle; Salim, Küba'da Mekkeli KureyŞ'in soylularının ve Medineli şahsiyetlerin önünde namaz kıldıran Huzeyfe'nin eski hizmetçisi; Medine'de Peygamber sefere çıktığında Onun yerine Mescidi'nnebi mihrabına geçen şehrin fakir körü.
O'nu bir köle gibi davranışları vardı ve bununla övünür-dü; övünç ve üstünlük bugün böyle olmuştur; değerlerde devrimdir bu!
Nitekim O'nu, O'ndan bahsedenlerden daha iyi tanıyan İmam Sadık Muhammed'i (SAV) şöyle nitelemekte ve övmektedir: "Allah'ın Resulü, kulun oturduğu gibi oturur, kulun yediğinden yer ve kulun bildiğini bilirdi."
Allah'ın risaletini omuzlarında taşıyan bu kişinin oturup kalkması bir kulun yiyip içmesi ve uyuması; bilgisi de bir kulun bilgisi gibidir.
Arablarm avam kitlesiyle, şehrin gençleriyle oturur, en tehlikeli ve siyasal ve askeri sorunları danışır, onlardan görüş ister, kendi görüşünü söyler ve halkı, azameti karşısında aşağılık duygusuna kapılmaniaları ve muhalif görüşlerini açıklayabilmeleri için böyle yetiştirirdi. Oylama yapardı; bazen kendisi azınlıkta kalır ama çoğunluğun dediğine teslim olmaktan kaçınmazdı.[40]
Bedir'de, tanınmayan bir asker O'nun askeri mevzilen-me biçimim beğenmedi ve karşı çıktı. Askerin gerekçelerini dinledi, kabul etti ve ordunun mevzilenme şeklini onun görüşüne uygun olarak değiştirdi. Üçyüzonüç kişiyle Ebu Süf-yan'ın kervanının peşine düşmüştü. Ebu Süfyan kervanı kaçırmış, bunun yerine Peygamber'in ardından da donanımlı bir ordu göndermişti. Aslında bu küçük grupla düşmana karşı savaşmayı istiyordu, ama ordusu sebep sormayan kör ve sağırlardan ve Özürlü memurlardan kurulu değildi. Herkesi topladı; yalnızca üst düzey komutanlara değil, tüm askerlere görüşünü anlatarak fikirlerini sordu; herkes sözünü söyledi ve savaşta karar kılındı; böylece savaşa girildi.
Hendek'te çeşitli kabile ve kesimlerin birleşmesinden oluşmuş bir cephe olan düşman içinden bir kesimle (Gafta-niler) gizli bir müzakereye girdi ve Medine hurmalığının üçte birini alıp gitmelerini teklif ettiği, onların da bunu kabul ettiği gizli bir anlaşma yaptı. O'nun canını ortaya koymuş mü'min fedaileri olan Medineli taifelerin önderleri bu anlaşmayı kabul etmeyerek bunun kendileri için utanç olacağını, yabancıların şimdiye kadar alışveriş veya bağış dışında kendilerinden bir hurma bile alamamış olduklarını, bugünse Peygamberi ve İslam'ı bulduktan sonra onlara nasıl haraç verebileceklerini, bunu yapamayacaklarını söylediler.
Peygamber -üstünlüğünden yararlanmayarak-, kendisinin söylediği gibi olması gerektiğinden bahsetmedi; görüşünü izleyicilerine dikte etmezdi, diktatör değildi. Büyük bir sadelikle şöyle dedi: "Medine hurmalığı sizindir bu nedenle onu hakkında karar vermekte sizin hakkınızdır. Razı değilseniz vermeme hakkına sahipsiniz." Peygamber'in anlaşmasını yırtıp attılar.
O'nu o kadar sever ve O'na imanla öylesine aşk beslerlerdi ki, hep kendisine tapmaları tehlikesinden korkar dururdu. Bunun sonucu olarak, izeliycileri, hatta sıradan ve adı sanı duyulmamış kişiler bile Ona Öylesine serbest, sınır tanımaksızın, basit, hiçbir adap ve eğitime bağlı kalmaksızın davranır, ilişki kurar, sohbet eder, eleştirir, hatta saray, hanlık, sınıfsal düzen ve soyluluğun kültür, ahlak ve yaşantısı ile yetişmiş olan, İslami görüş ve dini psikolojisi de bununla kirlenmiş, bunu huy haline getirmiş bulunan ulemasının da saltanat huyuna yakalandığı bizlerin aklının alamayacağı, inanamayacağımız, edepsizlik, küstahlık, terbiyesizlik ve kabalık olarak göreceğimiz (bunun da doğal olacağı, çünkü terbiye, yetişme ve uygar oluşumuz, soyluluğa ve sınıfsalhğa özgü bulunduğu, dolayısıyla da kaçınılmaz olarak protokol, dalkavukluk, riya, gösteriş, yağcılık vs.ye mecbur olduğu) itiraz ve muhalefette bulunurlardı.
Allame Meclisi -Safevî Şiiliğinin ilk imamı Şahın adını yazabilmek için birkaç sayfa önceden; harekete geçer ve olağanüstü zeka ilim ve zevkini göstermek üzere Şah Sultan Hüseyin'in ayağına sanat yüklü ifadeler edebî kullanımlar, filozofça buluşlar, hikmetli keşifler, şairce ince düşünceler, bolca ayet ve rivayet serer; ardından, aralarında Şahın asıl ismini bulabilmek için uzun bir süre uğraşmanın gerekeceği aklı şaşırtacak uzun bir ünvarlar, lakaplar ve vasıflar zinciri başlar.[41]
Saygıdeğer hazret... Kaçarlardan Muhammed Şah devrinin büyük dinadamıdır; 'Akaidu'ş-Şia' adında küçük bir kitap yazmıştır. Allah bu kitabı hiçbir şuur sahibinin eline geçirmesin. Şia inancına dair bu kitabın, hakim olarak yalnızca masum imamı gören, şiarı imamet ve adalet ve Ali'nin velayetini tek İslamî ve yasal rejim sayan imamın naibi, devrimci ve halkçı İslam kültürünün varisi bir dina-damı tarafından yazılmış olan bu kitabın girişinin özeti şöyledir:...
Peygamber'in ashabının ve memurlarının...'e (üstelik Allah'ın peygamberi ve toplumunun siyasal önderi olan Peygamber'in) yazdıkları mektuplarla kıyaslayınız. Yine bizzat Peygamber'in kendi çağında en büyük imparatorlara ve krallara hitaben yazdırdığı çok sayıda mektuplarla kıyaslayınız.
Din adamının 'hacıhan'a bağımlı olduğunu, ama hacıha-nın da dinadamına muhtaç bulunduğunu görüyoruz.
Ali'nin izleyicileri arasında bir Muaviye'nin yeşil saray sahibi olması dikkat çekmelidir. Muhammed'in (SAV) İslam'ını taşımak ama Ebu CehÜ'e teslim olmak, Hüseyin için ağlamak ama Yezid'le elele bulunmak, şer'i bir kılıfa muhtaçtır.
Bunlar ekonomi piyasasında derslerini öğrenmişlerdir. Bir araziyi gasbederler, sonra da idarî hilelerle hukuk danışmanları ve hazinede görevli memurların yardımıyla her yıl onun yasal vergisini devlete ödeyebilecekleri bir iş yaparlar, böylece resmî vergi belgelerini göstererek bu arazinin mülkiyet hakkını ispat ederler. Bu mülkün, vergisin benden alan devlet benim bu mülk üzerindeki mülkiyet hakkımı kabul etmiş demektir.
Allah'la da böyle bir muamele yapabilirler. Piyasada bir ömür yağmalamış, halkın canına kasdetmiş ve bir Karun hazinesi yapmışım. Halk buna kuşkuyla bakar; çocuklarım beni halkın canisi olarak görür. Gönlüm de çirkindir. Ömrün sonudur; bir yandan halkın serzenişi, diğer yandan ölüm korkusu beni endişelendirmektedir. 'Mal anndırılabi-lir' yolunda görüşler vardır; cennetten arsaları satışa sunan aracılar hatta Peygamber, imam, Bedir ve Kerbela Şe-hidlerinin özel odalarını buradan senin için rezerve edece komisyoncular mevcuttur. Mekke'ye gider, gücünün yetmesi vergisini boynundan atar, malının hesabını hoca efendinin huzurunda verir, onların'hisse'sini de öder ve makbuzunu alırsın. Bu makbuzun, mallarının vergisini ödediğine dair belgedir, artık niye üzülüyorsun? Bugün, yanm yüzyıl kan emdikten sonra masum hale geldin; doğrusu tıpkı annenden doğduğun andaki gibisin, bir başka doğuş! Bu öylesine bir hafifleme ki![42]
İdeoloji ve Düzen Ya Da Sistem - Akaid ve Ahkam
Ahkam, ideoloji temeline bina edilmelidir. Çünkü ideoloji ahkamın konulmasının ruh, felsefe ve hedefidir.
İdeoloji sabittir; çünkü evren, insan ve idealleri tanımaktan ibarettir. Onda ictihad ve ilerleme vardır, ama zi-hinselliğin değişim, düzelme ve ilerleme çizgisinde; değişmesi mümkün olmayan nesnelliğin değil. Ahkam veya sistem ise iki çeşittir. İnsan ve evrenin ilişkisine bağlı olan bölüm değişmezdir. (Namaz, oruç, hac vs.) Sosyo-ekonomik ilişkileri, grupsal davranış ve gelenekleri düzenleyen bö-lümse, sosyal ve ekonomik yaşam şekline bağlı olması, toplum yaşamının da değişken bulunması bakımından değişmek zorundadır.
Bu değişim, onun konusu olan realitelerin değişimi temelinde biçimlenir, ama taraf tutma ve ideoloji karşısında sorumlu bulunma ile kayıtlıdır.
Taharet bir idedir, ama teknik ve ekonomik ilerleme, gelenekler ve çevresel şartlara göre temizliğin şekli değişebilir.
Gerçekte hüküm veya yasa, bir inanç gerçeğinin maddesel şekli ya da gerçekleşme aracıdır; bazen de şartların değişmesi sonucunda onun ilk içeriğiyle çelişki arzeden veya en azından ona yabancı olan ya da yavaş veya eksik hale getiren bir şekil veya araçtır. Nitekim fakirlikle mücadele için olan yoksulları doyurmanın geleneksel şekli» mahrumların yararına bir sosyal ve sınıfsal mücadele şartlarında fakirliğin kalıcılaşması ve mahrumların kurtuluşu yolunda engel çıkarması için bir araç haline gelir.
Bunun gibi, İslam ideolojisi geçmiş yüzyılların felsefî, mezhebi, sufî ve ilmî ekollerinin etkisi altında kalmış, eski dünyaya hakim kültürün görüş ve ruhuna göre uygulanmış ve kendisini bu duruma uygun hale getirmiştir.İslam fıkhı da sınıfsal düzenin, üretim biçiminin, feodalite ve eski ticarî burjuvazi ekonomik dağılımının etkisi altında şekillenmiş, gelişmiş, daha sonra da fakihlerimizin görüşünde, fıkıh İslamî olduğundan, aynı eski kalıplar içinde süreklilik adı altında dondurulmuş ve sabit hale getirilmiştir.
Alışveriş, ziraî anlaşma, emek-sermaye ortaklığı, kira, tefecilik, faiz, zekat yerleri, hums vs. muameleler, kazançlar; bütün bunlar, İslam fıkhının uyumlu kılındığı, hapsedildiği ve kendilerine özgü hale getirildiği tarımsal ekonomi ve eski piyasının geleneksel sorunlarıdır. Başlangıçta izleyicilerinin düşünce adamı, söz adamı, protokolcü, pratik adamı, mücadele adamı, şeklinde birbirinden ayrılmayan devrimci bir topluluk olduğu İslam'da, ümmetin topluma dönüştüğü ve toplumun sürekli olarak sınıflı bulunduğu sonraları topluma hakim kesimde resmî din adamlığı adında, diğer toplumlardaki dinlerin dinadamlarınınkine benzer bir rol üstlenen, bu rolün de mevcut durumu açıklamak, inançları yorumlamayı ve hükümleri oluşturmayı üst sınıfın ve mahrum sınıfın karşısında olarak yapmak olduğu bir sınıf biçimlendi.
'Egemen olabilme' kuralı, özel mülkiyetin temeli şeklinde yoksul sınıfı yoksun bırakmak için sermayedarın yararına olarak ifade edildi. Onun niçin sahip olduğuna itaraz etmesine cevap olarak sunuldu. Toprak sahibinin toprağının stokçunun deposunun, zenginin altın ve gümüş kesesinin çevresinde kutsal bir sur oldu. Oysa bu kural yoksul sınıfa bağlı ve bu sınıf karşısında sorumluluk duyan bir fakihin eline geçerse köle çiftçi ve işçinin elinde, üretmiş olduğu ve sermayedarın da mülkiyet payı altında çaldığı, oysa işçi ve köylüye ait olan artı-değeri ya da malın kârım geri alabilmesi için keskin bir kılıç olur. Egemen düzende 'halk'tan kasıt varlıklı olandır.
Geçmişteki sınıflı düzen fakihlerinin yaptığı en büyük iş, ayet, hadis ve hükümlerin statükocu yorumudur. Bu alanda yaptıkları en dervişçe şaheser ise, ekonomi konusuyla ilgili bu ayet, hadis ve hükümler arasından varlıklı sınıfın çıkarına yorumlayıp açıklayabil di ki erini ('egemen olabilme' kuralı gibi) yasal bir ilke ve fıkhî bir yasa haline getirmeleri; varlıklıların çıkarına, malı bulunmayanlarınsa karşısında yorumlayıp 'egemen olabilme kurah'na dönüştürdükleri "İnsanlar mallan üzerinde egemendirler." hadisi gibi, çıkarımın, içtihadın ve fetvaların temeli yapmalarıdır. Kapitalizm, mal sevgisi ve mal yığmanın ortadan kaldırılması; eşitlik bireysel mülkiyetin reddi, kâr düşkünlüğünün dışlanması ve para çıkarının mahkum edilmesinin yerleştirilmesi; ürünün işe bağlı olması prensibi vs. hakkında gelmiş, tekrar edilip vurgulanmış o kadar ayet, rivayet,
Kur'an kıssası, Peygamber, imam, ve ashabın davranışlarını 'mutluluğu sağlama', yani öğüt ibretli öykü ve ahlaki konular şeklinde almışlar, fıkha girmesine izin vermemişler ve İslam ahlâkı konularının arasına sokmuşlardır. Egemen sınıfın çıkarına yorumlanabilecek ekonomik ilkeler fıkıh hükümleri, amelî yasalar ve mevlevî emirler olmuş; mahkum ve mahrum sınıfın çıkarına olan ekonomik ilkeler ise ahlakî değerler, manevî temeller ve irşadî emirler olmuştur; tıpkı "Altın biriktirip yığan ve bunları Allah yolunda infak etmeyenleri acı verici bir azapla müjdele..." veya "Malın çokluğuyla övünmek sizi kendinizden geçirdi..." ya da "Vay haline... mal yığıp biriktiren..." ayetleri gibi.
Sermayedarlar ve kapitalizm aleyhindeki bütün bu ayetler, hatta bağımsız sureler hayır ve şer konusunda öğüt, minber ve teorik ahlak meseleleri mevzuu olmuş, sözkonu-su hadis ise fıkhın temeli sayılmıştır. Sömürülenlerin yararına olanı minbere çıkarmışlar, yani havaya; sömürenlerin yararına olanıysa aşağıya, yeryüzüne, yaşamın içine indirmişlerdir!
"Bir tuzak hazırladılar, Allah da bir tuzak hazırladı: An-dolsun ki Allah tuzak hazırlayanların en hayırlısıdır."
Onlar bu dünya, bunlar da ahiret, kıyamet günü için!
Diğer yol, 'egemen olabilme' gibi varlıklıların çıkarına yorumlanmış ilkesel içeriği genişletmek ve bunun tersine, varlıksızların yararına, varlıklıların ise zararına olan ilkesel içeriği de daraltmak, bayağılaştırmak, çaresiz kılmak, sınırlı ve özgü kılmaktır; tıpkı konusu aynı çerçevede olan bir ev ve aileye sorun çıkaran ağaçla ilgili olarak gelmiş 'zarar vermek ve zararla karşılıkta bulunmak yoktur.' kuralı gibi: Bir adamın, dal ve yapraklar yüzünden yalnızca bir yoldan eve girebildiği, o yolun da bir başka evden geçiyor olup ev sahibinin hanım ve çocuğuna eziyet verdiği bir ağacı vardı. Peygamber, ağacın sahibini, ev sahibinden gelen şikayet üzerine rahatsızlık vermemesi için uyardı. Ağaç sahibi, 'egemen olabilme' kuralını bahane ederek uyarıyı kabul etmedi. Peygamber ağacın kesilmesine ve kendisine getirilmesini istedi. Burada, bir şey üzerindeki mülkiyetin bir başkasına zarar vermesinin, bir mülkiyetin başka bir mülkiyetle çatışmasına yolaçtığı sonucu çıkmaktadır.
Bu kuraldan, sömürme ve sömürülmenin mutlak olarak ortadan kaldırılması sonucu çıkarılmamıştır, hatta daha genel olarak insan haklarına (siyasal, ekonomik, düşünsel, varoluşsal) her tür saldırının ortadan kaldırılmasını da.
Diğer bir yol, hiçbir şekilde egemen sınıfin çıkarına yo-ruml anam ayacak, anlam ve içeriğini sınırlama imkanı da bulunmayacak şekilde olan kuraldır. O kadar açık ve kesindir ki, hiçbir yol yoktur; varlıklı sınıfin ihtiyaç duyduğu ve zenginlerin, iş gücünün para aracılığıyla sömürülmesi-nin zararına olarak mecburen yapıştıkları çözüm, tanrının başına külah geçirmektir. Oldukça safça, ahmakça ve utanmazca olan, adı değiştirmek için forma el atmaktır; tıpkı eldeki malın, barışa tuz-biber serpmenin, razılığı kazanmanın, hatta sevap elde etmenin Allah'a karşı savaşla değiştirmesi olan faiz gibi.
Bütün bunların nedeni bir tek şeydir: Din adamı sınıfının egemen sınıfa bağımlılığı. Egemen kuruma bağımlılık geleneği, Şia'da egemen sınıfa bağımlılık, hükümetle elele bulunma ve onun memuru olma şeklindedir ve zengin sınıf onu bu yolla beslemektedir. Bu, halkın yağmalanması, çiftçi, işçi ve kölelerin sömürülmesi ve tüketiciler üzerindeki zulüm karşılığında ona bir pay veren bunun adını da 'imamın payı' koyan sınıftır. Ne kadar şüpheli ve kötü bir kavram! Pay! Halife 'Resul'ün yerine geçen kişi' adını almıştı, bu ise 'imamın naibi' adını. Kanı emilen işçi, çiftçi Ve köle ne zakatını verecek bir şeye sahiptir, ne de humsunu ödeyecek köle payına; ömm için, Resul'ün halifesinin, İslam'ının da, imamın naibinin İslam'ının da verebilecek bir şeyi yoktur. Mahrumlar bu kutsal makamlara ve saygıdeğer fakihlere ilgilerini sunmuşlar, el öpmüşler ve temiz duygularını açıklamışlardır; onlar ise bunun karşılığında mahrumlara öğüt vermiş, sabra ve yetinmeye çağırmış, kuru müjdeler vermiş ve şu telkinde bulunmuşlardır: Sırat köprüsünün başını tutacak ve Adn Cennet'inde bir ev, gıda, nimet ve rahat bulacaksın, ama bir şartla, bu dünyada efendinin ambarına götürdüğün harmanı, vesvese ve dini ihtiyatla, bir başağın bile yiyeceğine bulaşmamasına dikkat ederek götürmelisin. Çünkü hem haram lokma olur, hem namazın batıl olur, hem de orucun; tüm varlığın necis hale gelir; hem dünyada bereket ortadan kalkar, hem de ahirette nasibine rahmet düşmez. Çünkü "İnsanlar malları üzerinde egemendirler"!
Kutsayıcı bir fabrika müdürü, bekçiyi, fabrikanın bahçesinden biraz sebze yetiştirmekten meneder, çünkü hisse sahipleri buna razı değildirler.
Şaşırtıcı olan, Peygamberin "Tarım alanı, gasıp bile olsa çiftçiye aittir." şeklindeki açık ve kesin buyruğunun bütünüyle unutulmuş olmasıdır. Çünkü bu buyruğu hiçbir yere oturtamazlar; ne mal sahibinin çıkarına yorumlayabilir, ne halkın zararına sınırlayabilir ve küçültebilir, ne tanrıya şer'î külahı ters giydirebilir, ne de İslam'ın ahlâk konuları arasına sokup uygulamadan çıkarabilecekleri bir açıklama türü getirebilirler; hiçbir yol yoktur. Bu bir hükümdür; üstelik de güçlü bir vurguyla gelmiş ve yüzdeyüz ekonomik bir haberdir; "gasıp bile olsa" kaydı ile ve basit; sıradan ifadelerle t laffuz edildiği için de felsefi, ahlakî, manevî, ruhî ve uhrevî yoruma yol bulunmamaktadır. Derin bir iz bırakmalıdır; küçük bir şey değildir. Ekonomik düzenin tamamını kaplar; sermaye ve iş, mal ve kâr ilişkisini üretim çizgisinde belirgin hale getirir, tehlikelidir. Tüm toplumu hallaç pamuğu gibi atar. Bir rivayet naklettiğimizde naklettiğimizin doğru olmasına mecburuz; doğru olan rivayeti nakletm-ye mecburuz; doğru olmayan rivayeti nakletmeye ise mecbur değiliz. Yalanı anlatmamak vaciptir; doğruyu anlatmamak ise vacip değildir. Bu da son çözümdür. İslam'da varlıklının zararına, çilekeşin ise yararına bir ilke varolduğunda ve hiçbir şey de yapılmadığında yapılabilecek tek şey onu nutturmak, aslı gündeme getirmemektir.
Unutturmak da bir yoldur.
Ekonomi fıkhını İslam'ın ekonomi görüşü temelinde anlamak gerekir; bu temelde çıkarımda bulunmalı ve içtihad etmeli ya da onun kararlaştırılmış fetvalarımı eleştirmelidir. Ekonomi fıkhı, ekonomi görüşüyle uyumlu olmak zorundadır. Aslında bu, inançla ilgili kavram, ilke, ülkü ve maksatların pratikte ve dış dünyada gerçekleşmesinin yasası olan akılcı ve açık bir kuraldır. Önce bir devrim veya hareketin siyasal felsefesi ortaya konur; buna göre ve bunun gerçekleşmesi için temel yasa düzenlenir.
Siyasal felsefe anlaşılmaksızın temel yasalar kavrana-maz; eleştirilemez, desteklenemez ve incelenemez veya düzenlenemez. O olmaksızın aslında anlamı da yoktur. İlk olarak insan felsefesi ve insan hakları ortaya konur; daha sonra medenî hukuk vergi, yargı vs. hukuku düzenlenir. Fransa'daki vergi yasaları ve medenî hukuku Güney Afrika ve Suudî Arabistan'dan, Ortaçağ Roma'sı veya eski Atina'dan ya da Sovyetler ve Hindistan'dan ayıran şey, bireyin asıllığına, ırkın asıllığına, dinin, kavmin, sınıfın vs. asıllığı-na dayanan hukuk felsefesidir.
İşte ekonomi görüşü veya felsefi dünya görüşü ve ideolo-jisiyle uyum içerisindedir. Bundan dolayı bir mektebin düşünsel altyapısı, onun dünya görüşü ve ideolojisidir. Daha sonra onun çizgisinde ve ona uygun olarak antropoloji felsefesi, yaşam felsefesi; o temelde ekonomi felsefesi; o temelde malî düzen; mülkiyet, üretim, gelir dağılımı; düşünce ve iş arasındaki sabit ve değişken sermaye arasındaki, toplu ve bireysel iş arasındaki vs. ilişki gelir.
Ne yazık ki İslam'ın ekonomisinden sözettiğimizde yalnızca mülkiyet hükümlerini ve fıkhî yasaları inceleme konusu yapıyoruz. Bu nedenle, ekonomi düzenini incelemek için öncelikle İslam'ın ekonomi felsefesini araştırmalı ve İslam'ın ekonomi felsefesini anlamak için İslam'ın dünya görüşünü ve antropolojisini ya da ideolojisini bilmeliyiz.
Temel altyapı Tevhiddir (Dünya görüşü); sonra da ırksal tevhid gelir (Antropoloji); daha sonra ise İslam'ın ekonomi felsefesi:
1- Tüm üretim kaynakları ve doğadaki üretilebilir ve tüketilebilir doğal maddeler, tüm insanların Allah'ı aracılığıyla tüm insanlar için yaratılmış bereketlerdir.
"Sizin için gökten su indiren O'dur; içecek ondan, ağaç O'ndandır; nitekim hayvanlarınızı otlatmaktasınız. Onunla sizin için ekin, zeytin, hurmalıklar ve meyvelerin her türlüsünden bitirir. Şüphesiz bunda, düşünebilen bir topluluk için ayetler vardır."[43]
"Bundan sonra yeryüzünü serip döşedi. Ondan da suyunu ve otlağını çıkardı. Dağlarını dikip oturttu; size ve hay-
vanlannıza bir yarar olmak üzere."[44]
'Terde olanların tümünü sizin için yaratan O'dur.."[45]
2- Mal, ekonomi ve yaşamın övülmesi ve kutsanması: "Geçimliği olmayanın ahireti de olmaz.", "Mal sevgisini severim.", "Güzel olan, Rabbinden bir bolluk ve çokça ganimettir." (Hatta İslam'da en büyük hareket olan hicretin hedefi, refah içinde bir maddi yaşama ve ileri ekonomiye kavuşmaktır.)
3- Tam tersine, dünyayı aşağılama ve yasaklama: (Acaba çelişki mi var?) "Mal ve çocuklar dünya hayatının süsleridir.", "Kuşkusuz mallarınız ve çocuklarınız sizin için imtihandır." Yoksa ekonominin, mülkiyet ilişkisinde hayır ya da fitne ve şer olmasından başka bir şey midir? "Mal çokluğu sizi öylesine kendinizden geçirdi ki, kabirleri bile ziyaret ettiniz..."[46] "Ki o, mal yığıp biriktiren ve onu saydıkça sayandır..." (Hümeze 2), Hatta fakihler 'mal'ı, meşru ölçüsünün birkaç Dirhem'den fazla olamayacağı şeklinde belirginleştirmişlerdir. Tarih bunu böyle anlatmıştır: "Onu bakan gerçekten kördür, onunla bakan ise görür."
4- İslam'da bireysel mülkiyetin dokunulmazlığı olarak anlaşılan birçok konu, yürürlükteki (özellikle de Arap Yarı-madası'nda) üç etken olan gasp, hırsızlık ve yağma nedeniyle ve bu üç unsuru ortadan kaldırmak için gündeme getirilmiştir. Örneğin 'Veda Hutbesi'nde şöyle denmiştir: "Ey insanlar, kanlarınız, mallarınız, bugün ve bu ayda olduğu gibi Allah'a kavuşuncaya kadar dokunulmazdır."
Halkın haklarını savunma; hırsızlar, yağmacılar, gasıp-lar, adam öldürenler, yani halk düşmanları karşısında halkın yaşama hakkını, varolma hakkını savunma nerede, kendisi hırsızlık, yağma ve gasp olan halkı hizmete sokma ve sömürme faaliyeti için sermaye üzerindeki ve üretimin doğal kaynaklarının tekeli üzerindeki bireysel mülkiyeti savunmak nerede?
5- Birey, mal üzerindeki mülkiyette asaleten davranışta bulunamaz; vekaleten ve halife olarak davranış sahibidir; toplumun yerine geçmiş olarak vardır. "Allah'a ve Resu-lü'ne iman edin ve sizi üzerine halife kıldığımızdan infak edin." (Hadid)
Şu halde mal üzerindeki mülkiyetin Roma hukukundan ve batı görüşünden gelmiş olan bugünkü anlamıyla kültürümüzde karşılığı yoktur. Tam tersine 'mülkiyet sahibi' ye-rine.'kullanan', 'değerlendiren' ve 'nezaret eden' kullanılmalıdır. Dolayısıyla birey, gerçekte Allah olan (Rab) asıl mülkiyet sahibinin memuru olarak davranışta bulunur, yani üretim faaliyeti ile doğal ve hammaddeleri, göreve uygun olarak 'Allah yolu'nda infak etmek üzere tüketim maddelerine dönüştürür.
"Yeryüzü Allah'ın (Azze ve Celle) ve onu imar edenindir."[47] Stuwart Millin ifadesiyle, "Toprağı işlemek, sahibi üzerindeki görevdir. Eğer bunu yapmazsa ona, bu toprağın genelin mülkü olduğu ve ancak nezaret etme hakkının ona verildiği esasına göre davranılır."
İslam 'mal ve üretim kaynağının hapsedilmesi'nden reddeder. 'Cevahir'ul-Kelam' isimli kitapta ölü toprağın diriltilmesi ile ilgili olarak şöyle denilmiştir. "Bazı fakihler, toprağı diriltecek olanın, diğer insanların kullanım alanını daraltmamak için kendisine yetecek kadarla sınırlandırılması gereğini sözkonusu etmişlerdir.[48]
İdeoloji
Özel bir algı türü olan inançla ilgili algıdan ibarettir. Algı birkaç bölüme ayrılır:
1- Felsefi algı, 2- Teknik algı, 3- Edebî-sanatsal algı, 4-İrfanî-mezhebî algı, 5- Siyasal algı 6- Sosyal bilimsel algı, 7- İnançla ilgili veya ideolojik algı.
Şu anda dünyada mevcut bulunan savaş, 'doğu ve batı' savaşıdır. Batı, altı adet algının hepsinin zirve s indedir, ama inanç algısına sahip değildir. Yani batının, savaştığı için herşeyi vardır ama ne için savaştığını bilmemektedir. Diğer taraftan doğu bu algıların hiçbirine sahip değildir ama ideoloji algısı vardır. Yani savaştığı için hiçbir şeyi yoktur, ama ne için savaşması gerektiğini bilir ve daima ideolojik savaştadır. Algının tüm değişik boyutlarının tersine ideolojik savaşla, devamlı baskı altında olmasına rağmen gelişip saflaşır ve güç kazanarak zafere ulaşır. Yani altı adet algının tamamı, çöküş devresinde yozlaşmaya uğrar ama ideoloji çöküş devresinde güç kazanır. Bu bakımdan tarihteki tüm ideolojik hareketler çökmüş toplumlardan çıkar, uygar toplumlardan değil. İbrahim'in, Muham-med'in, Mesih'in, Buda'nın hareketi çökmüş ülke, toplum ve kabilelerden çıkmıştır; yukarıda sayılan algılardan hiçbirisine sahip değildirler, ama bu altı algının tamamına zirvesinde sahip olan büyük uygarlıkların bulunduğu yerleri hep ezip geçmiş ve etki altına almıştır.
Tarihte yeni bir toplum, yeni bir millet ve yeni bir hareket oluşturan şey, inanç doğuran ideolojik algıdır. Diğer algılar ortaya inanç çıkarmazlar. Filozof veya sanatçı olan kişi tüm algılarını para karşılığında kolayca değiştirebilir ama ideoloji algıda insanın davranış türü köklü biçimde farklılaşır. Yani canını kolayca ideolojinin eline verebilir. Diğer bir deyişle ideoloji inanç doğurur, diğer algılarsa gûç.
İdeolojik algı büyük insan üretir, diğer algılarsa büyük uygarlık. İslam tarihinde görüyoruz ki, Muhammed (SAV), Ali, Ebubekir, Ömer, Ebuzer vs. zamanındaki Medine'nin dünyanın uygarlık merkezleri olan Medain, Roma veya İskenderiye ile farkı, diğer tüm algılar karşısında bir ideoloji merkezi olmasıdır. Nitekim sonrasında savaşın yazgısının ideoloji kutbunun elinde olduğunu görüyoruz. Bu durumda ideolojinin özel bir algı türü olduğu; öğretim, doğrulama ve başkasına bağlı bulunmadığı, yani okumuş sınıfın kesinlikle ideolojiye sahip olmayabileceği açıktır.
Bazen bir milletin ideolojii olur, bazen de bir sınıfın; nitekim bunlar, ulusal ideoloji ve sınıfsal ideolojiyi oluştururlar. Bazen de insani ideoloji vardır. Dinin yönelimi daha çok insanî ideolojiye doğrudur, mekteplerin yönelimiyse ulusal ve sınıfsal ideolojiye. Gerçi her ikisi de varolabilir, yani mektep evrensel bir ideolojiye, din de sınıfsal bir ideolojiye sahip bulunabilir.
Öyleyse ideoloji, insanda sıradan bir insanın pekala sahip olabileceği, okumuş bir insanınsa sahip olmayabileceği özel bir algıdır. İdeoloji algısı, hikmet çeşidinden bir tür sosyal; tarihsel ve insanî bilinçtir. Yunanca'daki 'Sophia' türündendir. Kuranda "Onları, halka hikmet ve kitap versinler diye gönderdik." denir. Peygamberler okur-yazar değillerdi; halka fizik, kimya, edebiyat bilim vs. veremezlerdi. Bunun tersine onlar, ideolojik bilinç vermek istiyorlardı.
İdeolojinin doğurduğu inancın değeri vardır, miras kalan veya taklide dayalı olanın değil. İş başına gelen mahrum sınıfın kendisi ideolojiyi öldürür ve onu zayıf ve sapmış hale getirir. Yani kalıcılaşması ve güç sahibi olması için silahını gizler.
Bunlardan dolayı ideoloji, dünya görüşü ve insanın ya da tarihin veya toplumun algısı temelinde bireyin veya bir sınıfın, bir milletin ya da bir insan topluluğunun kendi zamanında yaşanan sorunlar karşısındaki, grupsal, sınıfsal ve millî durumu karşısındaki, onun ve topluluğunun diğer topluluklar, diğer sınıflar, diğer güçler, onunla temas halinde bulunan değişik düzenler, onunla çatışma halindeki evrensel akımlar, genel olarak kendi yazgısı karşısındaki, vasfı karşısındaki sosyal sorumluluğunu yorumlayıp belirleyen bir inançtır.
İkincisi; ideoloji, insanî ve sosyal, düşünsel ve maddesel zeminde mevcut düzen ve durumun karşısında istenen düzen veya durumu gösteren, aynı zamanda mevcut durumla istenen durum arasındaki katedilecek yolu aydınlatan inançtır. Dolayısıyla ideolojide, mevcut ile istenen arasındaki çelişki sözkonusudur; yani oluşturulan mevcut ve insanî konuma itiraz ve istenen konum karşısında mevcut durumu kaldırıcı bir unsur vardır. Bundan dolayı ideolojisi bulunan herkesin ideali de vardır; hem İdeal toplum, hem de ideal insan. Bu nedenle, söylediğim anlamdaki ideoloji, Tevhidi görüş, tarihin diyalektik determinizmi, toplumun sınıfsal çelişkisi ve insanın doğaüstü misyon ve sorumluluğu temelinde birey veya topluluğun mücadelesini taktik açıdan iki aşamaya ayıran inançtan ibaretir. İlk aşama, toplumun devrimci donanım devresi olarak isimlendirilebi-lecek geçici bir devre için ideolojik-devrimci bir liderlik temelinde devrimci bir düzen ortaya koymaktır.
İkinci aşama, toplumun bilinçlendiği ve kelle sayısının oy sayısına eşit olduğu (bu şekilde demokrasinin gerçekliği vardır) aşamadır. Bu andan itibaren devrimci devre son bu-îur ve demokratik düzen onun yerini alır. Devrimci devrede hedef şundan ibarettir: Birinci derecede tüm tekellerin kırılması; bir anlamda, genelin üretim ve tüketimi üzerindeki bireysel veya sınıfsal mülkiyetin devrimce bir liderlik altındaki topluma devredilmesi, bir başka deyişle, tarihsel, yani Kabilî altyapının Habilî ya da Prometesel bir altyapıya dönüşmesi. Habilî bir toplumda kendiliğinden Promete insan da ortaya çıkacaktır. Promete düzeni sosyolojide de vardır. Promete bilinç temelinde vardır, Habil'se ekonomi. O zihinselliğe, bizse nesnelliğe yaslanıyoruz. Toplumun Habili temeldeki asıl ve ayrıntı tüm kurumları oluşturulmadıkça ve genel eşitlik ve sınıfsız toplumun yalnızca kendisinde gerçekleşebileceği ekonomik-insanî bir düzen ortaya çıkarılmadıkça toplum yine hakim ve mahkum, yukarı ve aşağı olmak üzere iki sınıfa dönüşecektir.
Sınıfsız topluma sahip olabilmek için hem ekonomik, hem de insanî eşitliğe sahip olmak gerekmektedir; öyle ki herkes,insanî açıdan başkalarıyla eşit olduğunu ve bunun için gayret sarf edileceğim hissetmelidir. Bu nedenle bu ikisi bir birinin gerekli olanı ve gerek duyulanıdır; dolayısıyla sosyalizm ahlakın yanıbaşmda, ahlak da sosyalizmin yanı-başmda bulunmalıdır, böyle olmazsa tam sayılmazlar.
İdeal toplum, tüm bireylerin hiçbir bireysel ayrıcalık taşımaksızın katıldıkları insanın olgunlaşması hareketi temelinde bir tek liderlik altında ve ortak bir yöne yönelmiş olan eşit ve kardeş bir insan ümmetinden ibarettir. Yalnızca bu ümmet toplumda gerçekleşecek olan ideal insan ise tek kelime ile Allah'ın örneği olan insandır, yani insanlığın yazgısını gönlünün istediği gibi oluşturan ve doğayı, faydalar olarak kendi projelerinin binasında kullanan kişidir.
Yaratılış felsefesinde, insan aracılığıyla Allah'ın yerine geçilmesinden amaç nedir?
İnsan aracılığıyla tanrının yerine geçilmesi hümanizmdir. Yani insan, tanrı gibi tüm doğa yasalarından bağımsız irade sahibi olabilir; bu durum doğanın determinizmine tabi olan hayvanınkinin tersinedir.
İnsan kendisini çevrenin ve evrenin determinizminden özgür kılabilir. İradeli olarak determinizmler üzerine çıkarabilir. Yani determinizmi kendi hizmetine sokabilir.
Allah'ın yerine geçmek yalnızca iradede değildir. Yani hoyratlarından biri yapıcı ve yaratıcı irade olan Allah'a benzer olmaktır. İnsan tüm boyutlarıyla Allah'a benzer olabilir, yani bu evrenin varlığı olan insan göreli bir sonuçta ilahî, yani mutlak bir varlığa, yani tüm evrenden daha yüce bir varlığa dönüşebilir.
İnsan, bir doğa yasasını kendi hizmetine sokabildiği ve onu değiştirebildiği oranda tüm dünyadan daha büyüktür.
Pascal şöyle der: "Küçük bir kamış insanı öldürmeye yeterlidir. Ama tüm dünya, insanın öldürülmesine bel bağlasa bile, öldürülen insan öldürenden daha büyüktür. Çünkü öldürülen insan kendisinin öldürüldüğünden haberdardır, ama öldüren, bu davranışının farkında değildir." Bu nedenle öldüren ve öldürülen arasından öldürülen daha üstündür. Çünkü kendisinin öldürülmesinden haberdardır; tüm değerler de işte bu haberdar olma, bilinçli olmadan doğar.
Eğer bilinçli olunmazsa değerler varolmaz. Tabii göreli değerler vardır; örneğin altının değerinin taştan daha fazla olduğu apaçıktır. Ama bunlar görelidir. Bu bakımdan altının değerinin fazla olması öncelikle bizim ihtiyacımızı daha fazla karşılaması, ikinci olarak da doğada daha aza bulunması nedeniyledir, yoksa kendisinin bir değeri yoktur. Güzel bir sesi bulunan kişi ortaya değer çıkaramaz. Çünkü kendisinin yaratmadığı gırtlağına borçludur bunu. Ama bir müzik yaratılırsa bu değerdir, çünkü yaratılmıştır. Dolayısıyla tüm değerler, değeri yaratan kişinin bilinç ve iradesinin sonucudur. Güzel sesi güzel sıfatların bir parçası saymak mümkündür, ama değer değildir.[49]
Değer ve Kâr
Değer, kâr ve çıkardan başka bir şeydir. Bu ikisi birbirinin karşısındadır. Kârlı olan, değerli olandan başkadır, ikisi bir değildir, (tıpkı bir hasta ziyaretine gitmek ve hediye götürmek gibi. Nitekim biri kâr niyetiyle geçer, diğeri ise değer.)
İnsanlar daha fazla eğilim sahibi oldukları oranda değerleri seçerler.
Bugün görülen, değerlerin daha çok dikkate alındığıdır. Evliliklerde hâlâ bir ölçüye kadar ekonomik kâr temeline dayanılmakla birlikte yine de değer daha fazla dikkate alınmaktadır.
Değer, insan vicdanının, bir hedefe ulaşma haline getirmeksizin bir maslahat ve çıkar karşısında Özü itibariyle bunun kendisi için saygınlık ve kutsallık taşıdığı düşündüğü ve bu kavrayışa göre seçtiği olgudan ibarettir. Değeri seçmenin kendisi hedeftir ve değer, 'için'sizdir.
Kültür çoğunlukla değerlere dayanır, uygarlık ise çıkara. Islah edici insan değere sahiptir, hizmetçi insan ise çıkara.
Hizmet ıslahtan başka bir şeydir; her hizmet ıslah değildir, hatta bazen fesaddır da. (Tıpkı fasid birisine para vermek vs. gibi) Ama her ıslah, ıslah olduğu için aynı zamanda hizmettir de.
Islah değer temeli üzerindedir, hizmet ise kâr.[50]
Kapitalizm ve İslam
Soru: Her tür kapitalizme karşı olduğunuzu söylüyorsunuz. Oysa İslam kapitalizme karşı değildir. İslam, kapitalizmi belli kayıt ve şartla kabul eder. Harcamanın nasıl olacağı ve hangi şartları bulunacağı yolunda biçime karışır. (Maksat bireysel kapitalizmdir, kitlesel değil.)
Cevap: Eğer İslam'ın kapitalizmi kabul ettiğini, ama harcamanın biçimini sınırladığını söylüyorsanız bunun sonraları çok tehlikeli bir biçime dönüşeceğini de bilmelisiniz; gerçek İslam'ın (hukuksal bir boyutu olan İslam'ın) kapitalistin çıkarına olacağı bir biçime. Ama onun harcaması üzerine, minberde, ahlakî bir boyutu bulunduğuna dair konuşmalar yapılır. Minberlerimiz devrimceler, vaizlerimiz de mahrum kitlelerin çıkarına davranıp dünyaları bulunanlara karşı çıkanlardır: Fıkıh dersi veren ve hüküm yayınlayan fakihlerimiz ise sağcı, kapitalist ve tutucudurlar,
yani fikıh hükümlerimiz kapitalistin çıkarınadır. Kapitaliste savurganlık imkanını vermemek gerekir. Yoksa bu imkanı sağlayıp sonra devamlı olarak "Beyler harcamayın!" demenin bir yararı yoktur. O her halükarda harcayacaktır. Eğer savurganlık, tüketim giderinin aşırı ve haddinden fazla olması İslam'da gerçekten haramsa İslam'ın ekonomik sistemi, israf imkanının bulunmaması temeline dayanmalıdır. Aksi takdirde, israf imkanının verilmesinden sonra "Canım kardeşim harcama, rica ederim harcama, Cehennem ateşi yarın vs." denmesine kulak asılmaz artık şöyle bir noktaya gelinir ki, kapitalistin zararına olarak minbere çıkılır, ama çıkarına olarak fıkhı hüküm verilir! Bugün tüm minberler kitlelerin çıkarına, kapitalistlerin de aleyhinedir; tüm ilmihaller ise kapitalitlerin çıkarma, kitlelerin de aleyhinedir. Fıkhımız faiz yiyiciler için bile çalışır, ama minberimiz yedi veya sekiz Dinar'ın bile mal yığma olduğunu söyler. Minberde, bir günlük harcamadan fazlasının haram olduğu söylenir, ama fıkıhta bundan hiçbir şekilde sö-zedilmez. Bu iş öyle bir noktaya ulaşır ki, birisi yeryüzünün yarısına bile sahip olabilir; tek şart,'imamın payının verilmesidir! 'Ahmak', caiz olduğunu bilmeyerek köle satışını da yasaklamaktatır! 1970'de basılan bir ilmihalde şöyle denir: "İhramlıyken sa'y sırasında cariye satın alınabilir." (Bu adam bu kadar aptaldır!) Say sırasında! Dinsiz maddeci Celal Al-i Ahmed şöyle der: "Çıldırıyorum, çatlasın diye başımı duvara vurma geliyor içinden." O haldeyken hacı efendi çiçek gibi bir cariye görmüş, canı çekmiş ve satın almak istemiş; mollaya sormuş: Satın alabilir miyim? Cevap vermiş: Satın alabilirsin ve ihramlıyken onunla cinsel ilişki kuramazsın; bunu sa'ydan sonra yapmalısın. Bu bizim fıkhımızdır; Amerikan kapitalizmindeki yasaların tamamının, kendisinin yasalarından daha ileri olduğu bir fıkıh. İslam'ın zekatına bakın ve Amerika'daki vergilerle (% 95'e varan) kıyaslayın, hangisi daha ileridir? Öte yandan Ebuzer der ki, yarının gıdasını ve yarınki yaşam harcamanı stoklarsan bu mal yığmaktır. Aynı şekilde kimi Şii fakih-ler o zamanlar mal yığmanın ne olduğunu tartışıyorlardı. Bazen onbeş Dinar'ın mal yığmak olduğunu söylemişlerdir. Kimisi de yirmiyedi Dinar'ın mal yığmak olduğunu söylemiştir. Eğer bunlar değildiyse neydi? Boşuna mı konuşuyorlardı? İslam'ın ekonomi sisteminde onbeş Dinar'dan fazlasının (Bir ifadeye göre de yirmiyedi Dinar) mal yığmak olduğu ve mal yığma ile ilgili ayetin kapsamına girdiği söz-konusudur. Eğer kişi yirmiyedi Dinar'dan fazlasına sahip olursa bu fazlalığı kızdırıp 'hoş olmayan' yerlerine basarlar. Bu da fıkıhtır ve aslında kaybedilmiş ve bize ulaştırılmamış bir başka boyut ve başka bir eğilim ait olduğu anlaşılmaktadır.
Bu çizgilede bulunmayan, anarşist bir tip olan ve Özgün bir insan olan birisiyle islam ekonomisiyle ilgili olarak konuşuyordum; gözlerinin yaşla dolduğunu gördüm. Hatırına kendi yaşantısından özel şeyler geldiğini zannettim. "Ne oldu?" dedim. "Ne olduğunu biliyorsun. İnsanın içi parçalanıyor." dedi. (İşittiğim bu ifade çok tuhaftı.) "Niçin?" dedim. Dedi ki, "İslam'da öyle şeyler var ki, bu mollalar sonraları bu biçime sokmuşlar, bu müminler bu şekilde amel etmektedirler ve aydınlar da böyle anlayıp reddetmektedirler." Sonra yanımda ağlamaya başladı.[51]
İş Temelinde Mülkiyet
"Erkeklere kazandıkları, kadınlara kazandıkları vardır." (Nisa) Önemli olanın şu olduğunu söylemektedir: Ancak kazanç ve çalışmalarından elde ettiklerine sahip olabilirler. Bununla birlikte kişisel el emeklerinin ürünü bütün olarak kişisel mülkiyetlerine girmez; bundan bir hisseyi infak etmelidir: Hums, zekat, sadaka vs. şeklinde. Yine "Ölü toprak kendileri için bir ayettir; biz onu dirilttik, ondan taneler çıkarttık, böylelikle de onlar ondan yemektedirler. Biz orada hurmalıklardan ve üzüm bağlarından bahçeler kıldık ve içerinde pınarlar fışkırttık. Onun ürünlerinden ve kendi ellerinin yaptıklarından yemeleri için, yine de şükretmiyorlar mı?" (Yasin 33-35) ayetinde geçtiği gibi. Burada da önemli olanın, doğal kaynaklar dışındakilerin, hatta bireylerin çalışması aracılığıyla meydana gelenlerin ve üretilmiş olanların bile Allah'a nispet edilmesi olduğu görülmektedir.
"İnsan için çabasından başkası yoktur." Ömer bu ilkeye göre fetva vererek, "Bir toprağı bulunan onu üç yıl ekmeden elde tutarsa başkaları bu toprağı ekmeye hak kazanırlar." demiştir. Bu fetva, bir ilke olarak açıklanmış bulunan Peygamber'in hükmünden alınmıştır; "Elde tutulan toprak için üç yıldan sonra hak sözkonusu değildir."
Osmanlı arazi hukukunda, hatta bugünkü Lübnan mülkiyet yasasında şöyle denmektedir: "Elinde bulunan araziyi üç yıl boş bırakan kişinin bu toprağı kendisinden alınır." Ebu Yusuf un Kitab'l-Harac'ında da aynı ilke sözkonusu edilmiş ve ondan yukarıdaki yasa çıkarılmıştır. Seyyid Mu-hammed Bahr'1-Ulum, Bulgatu'l-Fakih'de şöyle der: "Zamanımızda Osmanlı devletinde hazine arazilerinin ve diğerlerinin satışında yürürlükte olan uygalama, bu arazinin açık artırmaya sunulması ve en fazla verene bırakılması, daha sonra alanın çocuklarına kalması şeklindedir; bu gerçe bir satış değildir; burada mülk sahibi kılmak ve mülk edinmek değil, toprağın ürününün beşte birini paylaşmayı kabul etme ve bedel sayma vardır... Mülk sahibi kılmak, mülk edinmek, miras olarak almak ve miras bırakmak sözkonusu değildir. Ortak mallar konusunda ilke şudur: İnsanlar üç şeyde ortaktırlar: Su, ot ve ateş".
Üretim kaynaklarının, sanayi dışı hayvancılık ve tarım çağı olan Peygamber'in çağında sözkonusu üç şey olduğu ortadadır. Buna göre, saniyiye dayalı ve kapitalist üretim düzenlerinde diğer üretim kaynaklarının da bu kuralın kapsamına girmesi doğaldır. Aksi takdirde zekat sistemi bugünkü üretim düzeninde anlamsız hale gelir. Kur'an'ın bu ortaklıkla ilgili olarak sunduğu çıkarım şudur: "İçtiğiniz suyu gördünüz mü; onu buluttan siz mi indiriyorsunuz, yoksa indiren biz miyiz?"[52]. "Allah, gökleri ve yeri yaratan ve gökten su indirip onunla size nzık olarak türlü ürünler çıkarandır. Onun emriyle gemileri denizde yüzmeleri için size, emre amade kılandır..." [53]" böylece gökten su indirdik ve sizleri suladık. Oysa siz O'nun hazine koruyucuları değilsiniz."[54]
"Suyun bolluğunu geri çeviren (suyu bolca kullanmayan) kişiye Allah kıyamet günü şöyle diyecektir: Bugün, tıpkı elinin kullanmaması için bolluğu geri çevirmen gibi ben de seni geri çeviriyorum."[55]
Bu bakımdan, kişisel iş ile üretilmemiş olan, Allah'ın yarattığı doğal kaynaklar ve maddelerin genel mülkiyeti vardır. Dolayısıyla mülkiyet yalnızca iş temelinde gerçekleşir ve yalnızca çalışan insanlar mülkiyete hak kazanırlar. Bu nedenle, esasen işin hizmete sokulması için sermaye üzerine mülkiyet olmasının bir anlamı yoktur. Mülkiyet, bu şekilde, insanın kendi kazandığı üzerindeki hakkı anlamına gelmektedir, yani insanın kendi kazandığından yararlanması hakkı, kendi işinin ürününden yararlanması hakkı. Şu halde mülkiyet sahibi işçidir.
Bir konunun dört kavranış biçimi vardır:
1- Dünya, mal yığma; "Arkadan çekiştirip duran, kaş göz işaretleriyle alay eden her kişinin vay haline; ki, o, mal yığıp biriktiren ve onu saydıkça sayandır..."; "Mal çokluğuyla övünmek sizi tutkuyla oyalayıp kendinizden geçirdi."
2- "Rabbinden bir hayır, güzellik ve bolluk, çokça ganimet ve dünya hayatının süsü"; ahiretin temeli geçimlik; "Ekmek, kendisiyle Rahmana kulluk edilendir"; "Ahiret için dünyayı, dünya için de ahireti terkeden bizden değildir."
3- Fakirlik-küfür.
4- Zühd, yaşamdan yüz çevirmek, nefsi öldürmek, içgüdüleri susturmak vs.
Kur'an'ın ifadesi üstün, net ve bilimseldir. Zekat ve infakm zenginden yoksula bir ihsan olduğunu söylemekte, "Malınızda yoksul ve mahrumun hakkı vardır." demektedir; hak! (Yoksul, fakir, mahrumsa sömürülendir.)[56]
Faiz
Ayet; "Faiz yiyenler, kendisini şeytan çarpmış olanın kalkışı gibi çarpılmış olmaktan başka bir şekilde kalkmazlar." (Bakara 275) İslam'ın faiz ve faiz yiyici hakkındaki bu şiddetli, öfkeli ve nefret dolu sözü; onun anlam ve kapsamını kağıt paranın bile giremeyeceği şekilde sınırlamak; Dirhem, Dinar, üstelik de özel şekillerine has kılmak ve kaçı-nılabilecek biçime sokmak; basitleştirmek; geniş anlamda üretimde ve kâr elde etmede sermaye kredisinin ya da değerin ve sermayenin üretilen mala değer kazandırmasının olumsuzlanması.[57]
Ortaklık
Su, toprak, ot ve madenler.
Acaba bunlar üretim kaynaklan veya sermaye üzerindeki Özel mülkiyeti ortadan kaldırmamakta mıdır?[58]
Mal
Üretilen mal kimindir; sermayenin mi işin mi? "Tarım alanı, gasp bile olsa çiftçinindir." Bu sorunun cevabı nedir?[59]
Sınıfsal Mevki ve Münafıklar Ekonomisi
Sonda 'münafık', 'hain' ve 'tutucu' güçleri tanıtmak gerektiğinde bu nokta görünüşte basittir, ama 'dini görüş' ve 'İslamî mantık', nedeniyle çok ciddi ve derinlemesine düşünmeye değerdir.
Haktan yüz çeviren zalimler -Emevilerin liderliğinde-cahiliyede Arap toplumuna egemen sınıfsal konuma sahip olan Kureyşlilerdir. Bunlar (hayvancılık ve tarıma dayalı olan ve sosyal düzeni kabile ilişkileri (Societe Tribunale) üzerine kurulu bulunan cahili Arap ekonomisi altyapısında) beşinci ve altıncı yüzyıllarda İran ve Roma dünya savaşı, doğu ve batı ticaret yolunun değişmesi ve Mekke'nin ticaret yolu üzerine düşmesi nedeniyle daha ileri olan 'ticarete dayalı açık ekonomi' aşamasına girmişlerdi; böylece yeni bir sınıfı ve bir tür 'komisyoncu burjuvaziyi ortaya çıkarmışlardı. Öte yandan Mekke hem bir şehir ve Arab'ın kutsalıydı, hem de artık ticarî bir merkez ve yeni bir ekonomik konum haline geldiğinden, Kureyş, toplumun ekonomik soyluluğunu ve dinî seçkinleri olma ayrıcalığını tekeline almıştı. Onlar için hem ziyaretin, hem de ticaretin kıblesi, hem din, hem de dükkan olan Kabe Kureyş'in elinde ruhanî gücün sembolik yansıması, aynı zamanda da bu kabilenin maddî gücünün nesnel merkezi sayılıyordu; tüm Arap kabileleri tarafından bu Ev'e konmuş bulunan üçyü-zaltmış putla kendisini bütün Arapların merkezi durumuna getirmiş ve tüm kabileler üzerindeki egemenliğini bu şekilde sağlamlaştırmıştı. Çünkü 'şirk', maddî yaşamdaki sınıf çokluğu ve ırksal-sosyal şirki, manevî yaşamdaki ve dinî dünya görüşündeki ilah çokluğu ve evrensel şirkle İzah eden bir dindi.
İslam'ın devrim hareketi 'Tevhid' şiarına dayanıyor olmakla ertelemeksizin ve kaçınılmaz bir biçimde Kureyş gücünün karşısında yeraldı. Çünkü bu Tevhid, medreselerde felsefe, kelam ve tasavvuf derslerinde okutulan, ulema ve bilginler topluluğunda gündeme gelen günümüzdeki 'Tev-hid'in tersine doğrudan keskin bir dille saldırısını toplumdaki 'sosyal altyapı'ya ve 'sınıflı düzen'e yöneltmiştir. Dolayısıyla filozof ve sufilerden önce efendi ve kölelerin, soylular ve halkın onun karşısında şiddetli bir duyarlılık göstermesi, orada korku ve ümit doğması, onun karşısında iki sınıfın, kamplaşması doğaldır. Nitekim Tevhid şiarının ilanından sonra ilmî ve felsefî tartışma ve çatışma sahneleri yerine Bedir, Uhud, Hendek ve fethin sınıfsal savaş sahnelerini görmekteyiz; Kureyş, her yerde, kapitalist ve kâr peşinde birkaç Yahudi kabilesi ile işbirliği yaparak ekonomik çıkarlarını, ticaret yollarının güvenliğini ve İslam'ın ortadan kaldırmakla tehdit ettiği sınıfsal konum ve soyluluk değerlerini savunmak üzere en büyük karşı-devrimci güçler olarak İslam'ın karşısına dikildi. Ama gasp -irtica- hilafet tarihinin yürürlükteki sünnetine uygun olarak yenilgiye uğradı; fakat 'karşı-devrim'in iç unsurları ve Kur'an'm ifadesiyle 'nifak' unsurları olarak devrimin kazanımlarının mirasyedisi oldu. Hareketin yönünü değiştirerek, devrimin ideoloji içeriğini boşaltarak ve devrimin sadık çocuklarını ve gerçek önderlerini kurban ederek, hareketi, yüzde yeni bir maske, elde güçlü bir silah ve yeni eşşekleştirme yoluyla halkı teslim almada ve kendi izahı haline getirmede kullandı. Eski sınıfsal-sosyal mevkiini öncekinden daha güçlü olarak devrimde elde etti. Nitekim gerici Kureyş soyluları maskesiz oldukları devirlerdi Bedir'de yaşıyordu; nifak ve gerici maske devirlerinde ise Sıffîn cephesinde savaşıyorlardı, bu ikisi de AK karşısındaki cepheydi.
Ebu Süfyan liderliğindeki Kureyş'in gücü, İslam karşısındaki yirmi yıllık direnişten sonra kılıç zoruyla Mekke'nin fethinde teslim oldu, ne var ki İslam'a girmedi.
Duygu ve inançta bile İslam'a inancı bulunmayan bu İslam karşıtı yüce Ali'nin verdiği isim -Peygamber'den rivayetle- 'kâsitîn', yani 'adalet karşıt!arı'dır. Bu bir sosyal, siyasal ve ekonomik isimlendirme ve nitelemedir. Dini açıdan cahiliyet, şirk ve küfrün; ahlakî açıdan da fesad, fısk ve günahın yansıması olan bu gücü yalnızca sosyal bir içerikle nitelemiş, halk karşıtı rolünü asıl olarak almış, İslam veya küfür, şirk veya Tevhid, hatta fesat veya zahidçe sa-lihliğini görmezden gelmiştir. Yani bunlar halk düşmanıdırlar, eşitlik ve adalet düşmanıdırlar; ister Hübel putunu mızrakların ucuna taksınlar, isterse de Kuran'ı; ister şarap içsinler, ister oruç tutsunlar'.
Nitekim 'kâsîn' (karşı taraftaki, zalim, insan karşıtı, halk karşıtı, İslam karşıtı, ümmet karşıtı düşman) bünyeye ve iç cepheye katılmış, ardından da imam ve en iyi değerleri savunma adı altında en iyi şiarlara karşı ve en mukaddes mekanlarda önceki düşmanlığını sürdürmüş ve bu noktada, dış cephede zafer elde edip başarılı olanlar iç cephede yenilgiye uğramış, ayaklar altına alınmışlardır. Ali'nin karşısındaki 'kâsıt'lar Ümeyyeoğullarıdır; Bedir, Uhud, Hendek ve Mekke cephelerinde şirk şiarı ile İslam'dan yenilgi almış olan cahiliye çağının güçlü soyluları kültür ve şiar değişikliği yapmış, İslam maskesini takmış, Sıffîn cephesinde Kur'an'ı bayrak yaparak ve Tevhid şiarıyla Kur'an ve sünneti kılıç-kalkan haline getirerek İslam'ın içeriği, İslam'ın sosyal mesajı, İslam'ın cisimleşmiş ruhu ve devriml-ci İslam'ın gerçek makamı ile savaşa gelmiş ve Tevhid ki-sevsinde, İslam şiarı altında devrimin tüm kazammlanna varis olmak, devrimin temelini atanları ve devrimin çocuklarını devrim kılıcıyla kurban etmek, sınıfsal konum, sosyal güç ve tarihsel rolünü yeni siperde de korumak için onu yenilgiye uğratmıştı.
Mesele şudur: Her sosyal, siyasal ve inanca dayalı hare-ketaslmda apaçık dışsal düzenli bir güç karşısında ortaya çıkar ve onunla çelişkili olarak biçimlenir. Dolayısıyla tarafların kamplaşmasında sözkonusu olan etkenler, bireyler ve sorunları tanıma kolay ve açıktır; ölçüler de belli ve belirgindir. Hatta (daha önce söylediğim gibi) yenilgiden sonra şiar değişikliğine gidilir, yüze hareketin maskesi takılır ve hareketin içine adım atılır; ama 'düşünsel-siyasal konum' değişikliğine rağmen yeni devrimci hareketin içinde sosyal-sınıfsal konum korunur, sınıfsal-sosyal konunun karşısındaki devrim kendi sınıfının ideolojik temil olarak alınır ve devrimin sadık evlatlarım kurban etmenin kılıcı haline getirilir.
İlginç olan, Hz. Emir'in bu gücü adlandırmak için (hareketin asıl düşmanıdır) onun gerçekliğim, Özellikle de toplumsal rolünü ifade etmekle kalmayan, aynı zamanda, bu gücün her durumda ve dinî, siyasal ve sosyal her konumda (ister maskesiz, ister maskeli) tek sıfata sahip olduğu; konum ve şiarda yargıda bulunabileceğimiz sürekli bir rolü bulunduğu gerçeğini gösteren 'kasıt' sıfatıdır.
Bir imam, Peygamber'in aziz ve sadık havarisi, bir mezhebin sembolü, yani insanlık tarihinin ilahî ve dinî bir sembolü (en azından bu sıfatları O'na ister Şiî, ister sünnî, ister müslüman, ister müslüman olmayan, hatta ister dindar, ister dinsiz her düşünür yakıştırmaktadır) olan Ali gibi bir büyük, bu adlandırmada (kendisinin ve hareketinin karşıtı asıl güç ve temel cepheye ad koyma olan) bir 'nitelemeye yönelmiş ve gücün vasfını adlandırma için seçebileceği çok sayıda nitelik arasından 'kasıt' sıfatını seçmiştir. Nitekim düşündürücü, öğretici, aydınlatıcı ve derinlikli bir sıfattır; öncelikle dini görüşün, İslamî misyonun, tanıma'nın nasıl olduğunu, bizim gördüğümüz ve tanıdığımızla nasıl olduğunu, nasıl bir farklılığı, hatta çelişkisi bulunduğunu; ikincisi Ali ile aramızda yalnızca Onun Şia'sı olmak değil, hatta O'nu tanımada bile ne kadar mesafe olduğunu göstermektedir. Zihin ve kalp perdelerimize nakşedilmiş resimleri ile O'nun arasında bir benzerlik var mıdır? İlk anda sıradışı ve beklentimizin tersine olan, ruhanî bir varlık olarak dinin doğrudan eğitim dışında her tür uygarlık, kültür, eğitim, düşünsel ve ahlaki mektepten uzak durmuş bulunması; küçüklüğünden itibaren vahyin gözetimi altında yetişmiş, nübüvvet evinde büyümüş ve kişiliğinin Peygamber'in ellerinde biçimlenmiş olması; İslam'dan başka bir şey olmaması; düşünen, konuşan, yaşayan, savaşan vs. semavî bir kitap olmasıdır. Mektebi, hareketi ve cephesi karşısında yeralan asıl cepheyi adlandırma ve niteleme için seçtiği sıfat dini bir sıfat değildir. Dinî bir kavram değildir.
Bizim ve dünyanın tüm dindarlarının anlayacağı bir görüş, dinî görüş bu adlandırmada kullanılmamıştır; genel olarak, bir şey veya bir kişiyi adlandırma ve vasıflandırmanın, hem isim veya sıfatı seçen kişinin düşünce tarzı, zevk ve duygusunu aktaran, hem de isimlendirilen ve nitelenenin sahip bulunduğu ve bunun da açık bir 'psikoloji ilkesi' olduğu, çünkü her adlandırma ve nitelemenin bir 'ölçüye göre biçimlendiği bir tür yargıda bulunma olduğunu biliyoruz.
Ali'nin dinin ruhunun cisimleşmiş hali olan Ali'nin, dininin asıl düşmanını adlandırma ve niteleme için seçtiği Ölçü, 'dini ölçü' değildir; yani İslam karşıtı cephedeki asıl düşman olarak tanıttığı kişileri kafir, müşrik, mülhid, Allah düşmanı, Allah'ı inkar eden, dinsiz, putperest, cehennemlik, günahkâr vs. şeklinde isimlendirmemektedir. Hatta fa-sid, müfsid, şarapçı, pis, utanmaz, kumarbaz, şehvetperest, namussuz vs. kabilinden ahlakî ölçüyle de nitelememekte-dir. Bu vasıflar dindar ve mü'min halkın genelinin gözünde olumsuz sosyal bir sıfattan daha şiddetli, daha çirkin ve daha kışkırtıcıdır. Nitekim zamanımızda bile dindarların genelinin gözünde ve dinî bir çevrede bir yazar veya konuşmacı bilim, şiir veya din adına övgü düzme veya izahta bulunma diktası kursa ona karşı olumsuz bir duyarlılık ortaya çıkmaz; ama evinde bir gün ağzına bira değdirdiği öğrenilirse genelin düşüncesinde mezarını kazmış, necisi ve nefret edilen biri olmuş demektir. Bu ahlakî açıdandır; ama dini açıdan, bir mukaddesatçı hacı efendi, frenk diyarından dönmüş oğlunun bir makamı kapma için kendisini parçalamasını, para gelecek her mevki için her türlü aşağılıklığa başvurmasını, sözünü bozmasını, dudaklarını oynatıp yalan söylemesini etkili bireylerin dikkatini çekmek, uygun zemini hazırlamak için her şeyi yapmasını ya da milletvekili adayı olarak özel yollarla sahte oy düzenlemesini çok ve çirkin bulmaz, hatta belki de gözünü döndüren bu başarı zekasından hoşnut bile olur, onun kişilğiyle iftihar eder, geleceğinden umut duyar ve kendisine böyle bir oğul verdiği için Allah'a şükreder. Ama oğlunun döndüğünde bir muayene açtığını veya sade bir mühendis ve Öğretmen olup hizmet ettiğini, fakat Ermeni bir hanım aldığım ve gelinin, necis kabul edilen kafir bir hanım olduğunu, üstelik eyvah, bir de köpeği bulunduğunu ve artık yaşamının necislik içinde geçeceğim görürse, kendisini mutlu hissettiği ve Allah'ın lütfunun kapsamında gördüğü ilk halinin tersine, dünya ve ahirette talihsiz kabul eder, azap çeker ve dinî vicdanı derin bir yara alır.
Dini çevrelerde kimi bireyleri ezmek, onları çamur ve nefret duyulan kişiler olarak ilan etmek için kullanılan suçlama, hakaret ve saldırılara bakınız, doğru veya yalan tüm suçlamalar iki dayanak temelindedir: Biri dinî diğeri ahlâkî. Birisinin zorbalığı övmesi, zulümle elele bulunması, gerçekleri saptırması, halka ihanet etmesi, emperyalistlerle kader birliği ve yabancılara uşaklık etmesi, insan haklarına ve halkın sosyal haklarına tecavüz etmesi, insanların düşüncelerini saptırma, uyuşturma ve hakkı gizlemesi veya dini, sınıfların ve baskıcı güçlerin çıkarlarının hizmetine vermesi, zulüm ve müslümanların başına gelen facialar karşısında susması nedeniyle kınandığı çok az görülür.
Ama sözü doğruluk olan, bütün tarih ve zaman devirlerini görebilen yüksek düşünce ve ileri görüş sahibi, yerin gizlisini bakışı altında tutabilen, her perde ve Örtünün, süsün, maskenin, aldatmanın, gizli ve görünürün ardındaki gerçekliği yakalayan Ali, bütün o din karşıtı veya ahlâk karşıtı isim ve sıfatlar yerine toplum karşıtı bir sıfatı dininin ve kendisinin düşmanını adlandırma ve nitelemede seçmiştir; bu sıfat 'kâşiftir, yani 'adalet karşıtı'; bu, 'eşitlik karşıtı'ndan daha Önemli, daha derinlikli ve daha köklüdür.
Yahut bu sıfatın seçimi ile Ali şöyle demek istemektedir:
1- İslam yalnızca zihinsel bir inanç değildir; nesnel bir gerçekliği ve pratik bir misyonu da vardır.
2- İslam yalnızca ruhanî, ahlakî ve bireysel bir düzen değildir; sosyal, ekonomik ve siyasal bir cereyandır da.
3- İslam'ın asıl hedefi ve müslümanların asıl sorumluluğunun sonucu Kur'an'ın açıklamasına göre, 'adaleti ayakta tutmak'tır.[60] Bundan dolayı İslam ve müslümanların asıl düşmanı, 'kıstın (adalet) düşmanları, yani 'kasıtlardır.
4- Bu sıfat, İslam karşıtı zihinsel inanç, dinsel bağlılık, düşünce tarzı, ahlakî özellikler ve ruhsal durumların açık-îamamakta, onların davranış, sosyal rol ve sınıfsal konumlarını net olarak belirginleştirmektedir; yani İslam'ın asıl düşmanları, toplumda çelişki, ayrıcalık, eşitsizlik ve adaletsizlik ortaya çıkaran kişilerdir. Toplumun adaletsizleri ve çıkar peşinde koşanları zihinsel inançlarını değiştirmişlerse, dinlerini değiştirmişlerse, İslam'ın dinî şiarlarına, ibadetlerle ilgili hükümlerine ve inanç temellerine inan-mışlarsa, kısacası küfür ve şirkten, eski ahlâkî fesadların-dan el çekmişlerse, müslüman olmuşlarsa, namaz kılıyor, oruç tutuyor, hums ve zekat veriyor, hacca gidiyor, Hz. Hüseyin için yas tutuyor, Ehl-i Beyti seviyor, mersiye okuyor, ağlıyor ve mescide gidiyorlarsa, kafirlerle cihada katılıyor-larsa, imamın kabrini ziyarete gidiyorlarsa İslam'ın bilinçli izleyicilerini ve Ali'nin yolunun gerçek takipçilerini aldatamazlar; bilirler ki, asıl ölçü 'kıst'tır (adalet) ve 'kâsıt'lar her örtü ve maske altında, ister müşrik, ister muvahhid; ister putperest, ister Allah'a ibadet eden; ister kafir, ister müslüman, ister sünnî, ister şii vs. 'kist karşıtı' sınıfsal konum ve sosyal mevkiilerini korumuşlardır; İslam'ın asıl düşmanlarıdırlar. İslam ise onların karşısında yeralmaktadır ve hiçbir inanç, duygu, gösteriş ve mukaddesatçılıkla Ali'nin safında yer bulamayacaklardır. Çünkü 'kasıt', bir İslam karşıtıdır. Küfür ve İslam onun zihinsel yapısını değiştirmez. Ne diyeyim, müslümamn 'kâsıt'ı ('adalet' karşıtı), kafirin 'kâsıt'ından daha kötüdür.
Bu yolla, Ali'nin, kendisinin karşıtı cephedeki asıl düşmanlar 'kasıtîn' şeklindeki nesnel ve sosyal bir sıfatla niteleyerek kendi İslam'ının asıl kampını ve cephesinin izleyicilerini de belirlediğini; İslam ile küfrün 'Alinin imameti' altındaki savaşının kelamı, felsefî, ve zihinsel bir savaş olmadığım; halkın düşmanlarıyla savaşı olduğunu; eşitlik ve adaletin ayrıcalık ve adaletsizlikle savaşı olduğunu; Ali'nin dininin asıl misyonunun 'adaleti ayakta tutmak' olduğunu; doğal olarak O'nun dininin asıl düşmanların ve O'nun gözündeki müşrik ve kafirlerin de 'kıstın düşmanları olduğunu görüyoruz.
Kuşkusuz bu tür bir 'İslam'ı tanıma'yı, Ali, kişisel çıkanmı ve bireysel seçimiyle yaratmış değildir. Tam tersine, O 'ıtret'in (Peygamber soy) sembolüdür; yani Peygamberin Kur'an ve sünneti tanımak için tavsiye ve tayin ettiği öğretmendir. İslam'ın doğru biçimde O'ndan öğrenmek gerekmektedir. O, 'konuşan Kur'an'dır; insan şeklindeki Kur'an'dır; Kur'an ise dini, İslam'ı, tüm peygamberlerin misyonunu bu şekilde yorumlamakta ve analiz etmektedir. Peygamberler gönderme ve onlarla kitap ve Ölçü indirme işini insanların adaleti ayakta tutmaları için yapmış olma yalnızca Hadid suresinde değil, Al-i İmran suresinde de bildirilmiş ve Allah'a ibadet risaleti, peygamberler ve eşitlik, adalet için mücadele eden insanlar içinden davetçi olanların aym safta oldukları; doğal olarak, Allah'ı inkar eden, peygamberleri ve adalet savaşçılarını öldürenlerin de aynı safta bulundukları açıklanmıştır: "Allah'ın ayetlerime küfredenler, peygamberleri haksız yere öldürenler ve insanlardan adaleti emredenleri öldürenler; işte onlara acıklı bir azabı müjdele, Onlar, yaptıkları dünyada ve ahirette boşa gitmiş olanlardır, onların yardımcıları yoktur."[61]
Şu ayette, İslam'da asıl kamplaşmanın (adalet ve adalet karşıtları arasındaki savaş olduğu iki taraf açıkça gösterilmiştir: "Elbette bizden müslüman olanlar da var, zulmedenler de..."[62]Bu açıklık ve kesinliği rağmen yine de ara vermeksizin açıklama getirilmiştir: "Teslim olanlar, gerçeği ve doğruyu araştırıp bulanlardır." (Cin 14) Devamla, "Ama zulmedenler cehennem için odun olmuşlardır." demiştir. Nitekim Ali, şûranın reisi olan eşraftan Abdurrah-man b. Avf "Allah'ın Kitab'ı, Resul'ün sünneti ve Şey-heyn'in görüşleri üzerine sana biat ediyorum." diyerek Ali'nin elini hilafet üzerine biat etmek üzere tuttuğunda Ali duraklamaksızın şu cevabı verdi: "Hayır! Allah'ın Kitab'ı ve Resul'ün sünneti üzerine evet ama Şeyheyn'in görüşleri üzerine hayır; benim de görüşüm var." 'Alevî Şia'sı'nın tüm felsefesinin gizli bulunduğu 'Ali'nin görüşü' nedir?
Bu soruya verilen cevap, 'imamet' ve 'hilafet' rejimleri arasındaki farklılığı aydınlatmaktadır. Burada önemli olan (bu farklılığı zihinsel, kelamı ve duygusal inanç meselelerinde sözkonusu etmek için çaba sarfeden, sonuçta sorunun aslını yokeden ve konuyu saptıranların tersine) anlaşmazlığın iki 'görüş' üzerinde olmasıdır.
'Görüş' aynen 'rejim'in karşılığıdır. İmamet ve hilafet iki görüştür: Bir 'inanç mektebi1 olarak İslam'ın kafirler karşısında gelişmesi ya da bir 'sosyal misyon' olarak İslam'ın 'kasıtlar karşısındaki liderliği. Elbette ki bu sosyal misyonun düşünsel altyapısı Tevhid ve dini dünya görüşüdür.
Adaletin yerleştirilmesi olan sosyal mesajı ise 'müslü-manlar-kâsıtlar' savaşını 'müslümanlar-kafırler' şekline sokmayı hedeflemişlerdir. 'Kafirler'den maksat da, tarihin pratiğinde ki dinî kültürlerde yorumlanan anlamıyla olandır, yani 'dini inançları reddedenler'dir, Kur'an'ın yorumladığı değil: "Dini yalanlayanı gördün mü? O, yetimi itip kakan ve yoksulu doyurmayı teşvik etmeyen, herkesi buna seferber etmeyendir." (Maun Suresi)
Okuyucu, yaygın dini ruhun etkisi altında, ne zihinsel maddeciler, dehrîler, inkarcılar ve mülhidlere, ne de İslam'a bir din olarak inananlarla konuşulduğunu zannetmesin diye surenin hemen devamında önemli bir noktaya dikkat çekilmiş ve sonraki ayet 'f harfi (şu halde) ile başlatılmıştır: "Şu halde namaz kılanların vay haline!" Niçin? Hangi namaz kılanlar? "Namazlarından yanılgıda olanların; onlar gösteriş yapmaktadırlar." Namazlarında varolan anlam, hedef ve sorumluluktan habersiz davranmaktadırlar. "Ufacık bir yardımı da engellemektedirler." Mukadde-satçılarlar, ibadet ederler, zahiddirler, namaz da kılarlar, ama hayır davranışını, halka hizmeti ve halk yolunda adım atmayı menederler!
Nitekim Ali iki temele dayanmaktadır; görünüşte tarihteki görüşle bunların hiçbiri dinde zihinsel bir inanç veya ibadî bir davranış değildir. Biri imamettir; insanlık toplumunun liderliği (İslam'a göre) hangi tarafadır? Hangi ülküdedir? Hangi hedefin gerçekleşmesinedir? İkincisi adalettir; Ali, yöneticiliğinin felsefesinin yorumu ve hilafeti kabulünün izah ve analizi olarak yine zihinsel konular ve bireysel ahlak meşelerine dayanmaktadır: "Bu vesile dışında mazlumun hakkını alabilecek ve zalimin tecavüzünü önleyebilecek olsaydım hilafet devesinin ipini boynuna dolar ve onu serbest bırakırdım." Bundan önce feryad etmektedir: "Hilafet benim elime geçtiyse insanların hakkını, kadınların nikah senedine yazılmış bile olsa çıkaracak ve sahiplerine iade edeceğim."
Nitekim toplumun liderliğini eline aldığında kafir ülkeleri fethetme ve müslüman olmayan toplulukları müslü-manlaştırma yerine müslüman toplumda sınıflara karşı mücadeleyi başlattı; eşitlik sağlama ve insanların hakkını iade etmeye yöneldi. Müslümanların her yandaki en iyi kuvvetlerini ve genç güçlerini çeşitli milletlere saldırı ve akınlar yapmak ve Maveraünnehir, Afrika, İspanya, Mısır ve Roma gibi uzak ülkelerde, ya cennete gitmeleri (!) ya da insanlann hayatım cehennem etmeleri için fetih savaşlarıyla meşgul etmek; İslam'ın bayrağının doğu ve batıda dal-galandınldığı, çeşitli milletlerin mabedlerinin viran edilerek mescide dönüştürüldüğü, halkın yüzbinlerce kadın ve kızının esir olarak alındığı ve pazarlarda satıldığı, Roma kilisesinin burcundan ezan sesinin yükseltildiği vs. yolunda halkı aldatmada kullanılan propaganda, güç ve servetin ortaya çıkarılmasıyla insanların zihninin iç meselelerden, zulümlerden, hak gasplarından, siyasal ayak oyunlarından, Ebuzerlerin sürgüne gönderilmesinde, Mervanların işbaşına gelmesinden, İslam'dan önce de iş başında bulunan aynı eşrafın tekrar işi ele almasından, İslam'ın değiştirilmesinden, düşünsel-siyasal bir devrimden siyasal-askerî bir güç biçimine dönüşmesinden, Muhammed'in (SAV) evinin harap edilmesinden, Fatıma'mn feryadının kesilmesinden, devrimin vefalı önderlerinin kenara çekilmesinden, takva sahibi ashab ve mücahidlerin yeni eşraf ve köle sahiplerine dönüşmesinden, yeni bir sınıfın ortaya çıkması ve zalim hükümetin, adalet ve halkın imametinin yerine canlandırılması; sınıflı düzenin ve halkın sömürülmesinin de adalet, kardeşlik ve İslamlık yerine kurulmasından başka yönlere çevirmek; içerideki faciaları bu türden dışarıda iftiharlar yaratarak gizlemek; güç elde etme ve maddi yaşamda refaha kavuşma eğilimini, fethedilen ülkelerdeki eski muhacir ve ensar için binlerce siyasal, şer'î ve sosyal makam ortaya çıkararak, dünyanın her yerinden Medine'ye akan zekat, cizye, fey, enfal ve ganimet selini devrimci halk arasında dağıtarak, müslümanların devrimci ve inanca dayalı ruhunu Mısır, İran eşrafının saraylarında ve Rey, Roma, Mısır ve Şam'ın güzel kızları ve esirleri arasında öldürerek gidermek; risaletin iki köklü hedefi olan siyasal liderlik ve sınıfsal adaleti (imamet ve adalet) İslam'dan çıkarıp almak; çeşitli milletleri katledip yağmalayarak, para ve makama boğarak, güç yaratma, lezzete tapma ve İslam dışı görünüşlere, Sasanî ve Kayzer uygarlığının düzen ve yaşantısını taklid etmeye yönelerek seçkinleri razı etmek; zihinsel konuları sözkonusu ederek, ibadetle ilgili törenleri, hac ve namazın görkemini büyüterek, dinin zahiri şiarlarını öne çıkararak, muhteşem mescidler yaparak, sufıce zühdçülük ve dünyadan yüz çevirme ruhunu yaygınlaştırıp ahiret ve heyecan arzusunu, ölümün ilk gecesinden, ahiret azabından ve bireysel günahlardan aşırı derecede korkmayı ortaya çıkararak halk kitlesini kendisiyle meşgul etmek yerine, Ali yirmibeş yıl boyunca evinin bir köşesinde bütün bu aldatmalara ve saptırmalara şahid olmuş ve bu askeri övünmelerin altında, bu hamasi fetihlerin arkasında ve bir 'güc'e dönüşmüş olan bu İslam'ın pençesinde iki büyük doğrunun gömülü bulunduğunu, bunların da İslam ve halk olduğunu görmüş bulunan Ali, ilk adımda 'kendi görüşü'nü göstermiş, beytulmah dağıtmış ve İslam hükümet mekanizmasının görevlilerinin, beytulmalın kendi ellerinden halka geçtiğini anlamaları için lambayı söndürmüştür. Daha sonra ilk iş olarak, arpalık makamlarını soylu sınıfa veren veya politik oyunlarla ele geçirmiş olan bozguncuları azletmiştir. Hem Kureyş'in en güçlü kabilesinin en büyük reisi, hem de İslam'da büyük bir fatih ve güçlü mekan sahibi olan Mua-viye'yi herkesin içinde görevinden almış, ardından da müs-lüman zalimlerin, sömürgecilerin ve hakkı öldürenlerin İslam adına halktan yedikleri tüm hakları boğazlarından, hatta karılarının nikah senedinden çıkarıp almaya ve İslam'ın, müslüman olmayanları müslümanlaştırmadan önce duyarlılık gösterdiği; soyluların, Kabe'nin perde görevlilerinin, güç peşinde koşanların, egemen sınıfların ve halk karşıtlarının mü'min olmasından önce 'halk için adaleti ayakta tutma' konusunda duyarlılık taşıdığı bir rejimi başlatmaya yönelmiştir.
Sıffin, İslam'ın İslam'a karşı savaşıdır! 'Müslümanlar' ile 'kâsıtlar'ın savaşı. Sıffin'de Ali her devrimden sonra onun gasıp varisi olan. ve yeni bir maskeyle halkın sürekli ezilmişliğini sürdüren egemen bir sınıfa karşı savaşıyordu. Ali Sıffin'de, adaleti çıkarılıp alınmış olan İslam'a karşı savaşıyordu; adaleti ona geri getirmek için savaşıyordu.[63]
Dünya ve Ahiretin Birliği
Geçimlik ve. ahiret (maddi ve manevi yaşam) tüm ahlak, irfan ve felsefe okullarında hep birbirine zıd kabul edilmiştir. Ekonomik konuların peşinde giden ve maddi sorunlarda boğulan kişinin ya manevi duygusu yoktur ya da bu duygu onda zayıftır. Dünyayı, ekonomik ve maddi sorunları reddeden, tepeden tırnağa maneviyatta boğulan kimsenin de ahireti vardır. Fakir, mahrum ve düşkün her şahıs ve milletin ahireti garanti değildir; mutlu ve tok her şahsın, ileri, uygar her toplumun ahiret ise mahvolmuş durumdadır. Şu halde ahiret, gayretsiz, kabiliyetsiz ve dilencilere aittir; oysa Tevhidden çıkan ilkeye göre bu ikisi arasında çelişki olmaması bir yana, geçimlik ve ahiret, dünya ve öteki yaşam ahenk içerisinde ve birbirinin sebep-sonucudur. Nitekim "Dünya, ahiretin kazanıldığı alandır." belirlemesi, dünya ve ahiret arasındaki birliği göstermektedir. Birbiriyle çelişkisi bulunan dünya ve ahiret, dünyası karamsarlık üzerine kurulu bulunan kişinin ahiretinin daha da karamsar olacağını göstermektedir. Cennetin, onun dünyadaki zayıflık ve düşkünlüğü telafi edecek bir yer olduğu sanıl-mamalıdır. Burada çalışıp da elde edemediğini o dünyada alacağı düşünülmemelidir. Burada kör olan kimse orada kördür; burada maddi yaşamı olmayanın manevi bir yaşamı ve ilahi bir yazgısı da olmayacaktır. Dünya ve ahiret, birbirinin sebep ve sonucudur. Cennet, tohumu bu dünyada atılan bir bahçedir.
Bu, Tevhidin dünya görüşüdür; onda ruh ve madde; dünya ve ahiret; mana ve tabiat; Allah, tabiat ve insan birdir ve ahenk içindedir; bir yöne, bir ruha, bir akla, bir iradeye, bir hedefe, sebep-sonuç düzenine ve ilişkisine sahiptir. Ama Kur'an, bu tek dünya, tek varlık ve herşeye hakim genel birliği bölümlere ayırır; hatta iki ülkeye, iki kutba böler: Bir dünya ve bir ahiret; fakat bu bizim sandığımız gibi bir bölümleme değildir.
Tevhidi dünya görüşüne göre varlık, görünen ve görünmeyen (gayb ve şehadet) şeklindeki ikiye ayrılır. Gayb, hissedilmeyen herşey veya şu anda bizim için görünür ve hissedilir olmayan ya da asla duyumsanamayacak ve hep görünmez kalacak olan anlamınadır. Şehadet ise gözlenebilen ve duyumsanabilen şeylerdir. Öyleyse evren gayb ve şehadet şeklinde bölümlenir; yani duyumsanan ve duyumsan-mayan. Acaba bu bölümleme yine evrende bir dualizmi, ikiciliği egemen mi kılmaktadır? Acaba evrenin böyle iki kutba bölümlenmesi Tevhide aykırı ve onu bozucu değil midir? Niçin? Evren, dünya ve ahirete, doğa ve doğaötesine, madde ve manaya, ruh ve cisme ayrılmaz. Tüm varlık, bir birliğe ve uyuma sahiptir ve bir tek bedendir. Ama Kur'an'ın dünya görüşünde bütün olgular, gayb olguları ve şehadet olguları olarak ikiye ayrılırlar. Acaba bu bölümleme yine, evrende egemen olan Tevhid düzenindeki birliğe aykırı değil midir? Sözünü ettiğimiz şehadet ve gayb bölümlemesi, bunların Özü itibariyle midir, yoksa insan olan benle ilişkileri itibariyle mi?
Bu bölümlemenin görelilik yönü vardır, özle ilgili bir yanı değil. Yani gaybın şehadet türünden olmadığı söylenemez; yahut aslında bunların iki tür, iki öz oldukları ve birbirleriyle çelişki arzettiklerinden bahsedilemez. Söylenebilecek olan şudur: Evren, seninle ilişkili olarak gayba (senin açından) ve şehadete (senin gözleminle) ayrılır. Nitekim şu anda Tahran uzak ve yakın noktalara ayrılır. Ama bu bölümleme, yani Tecriş meydanının bize yakın, Tophane meydanının ise uzak olması, Tahran'm bir kategori olarak Tophane, bir başka kategori ve tür olarak da Tecriş meydanına bölümlenmesi mi demektir. Yoksa bu ikisi bir olup burada duran ve bana oranları ve görelikleri ilişkisiyle mi bölüm-lenmektedir? Dolayısıyla şu anda gayb olan şey bir aracı ile (bilginin gelişmesi, ilham, vahiy, felsefe, bilincin gelişmesi veya herşey) yarın benim için duyumsanır olursa (Öz ve türü farklılaşmaksızın) şehadet olabilir.
Şu halde evrenin gayb ve şehadet olarak iki kategoriye ayrılması evrenden haberdar olan ve onu gören insan temelinde göreli bir bölümlemedir; gördüğün olgular da vardır, görmediğin olgular da. Nitekim fizik bilim de bu bölümlemeyi yapmaktadır. Kimi fiziksel olgular duyumsanmaz, kimileri de duyumsanır. Amipleri görmüyoruz, ama iri hayvanları görüyoruz.
Bu, olgular ve onların doğayla bilimsel ilişkisini bölüm-lediğimiz işaretidir. Öyleyse tek kelimeyle, kavramla konuşmak istersek evrenin gayb ve şehadete ayrılması, sosyolojik tanımanın veya metodolojinin ya da epistemolojinin konusudur, kozmolojinin değil. Yine evrendeki gayb ve şe-hadetin bölümlemesinde gayb, bilinmeyecek olan ve Allah'tan başkasının bilemeyeceği gayb ve bilinebilecek olan, ama bilmediğimiz gayb olarak ikiye ayrılır. Burada Tevhid derinlik kazanır ve zirveye ulaşır, Kur'an'ın kavram ve diliyle söylersek, tüm olgular ve tanıdığımız bütün şeyler iki olguya ve iki gerçeği ayrılırlar.
Dünya ve ahiret konusu, dinimizde yeni antropoloji ve günümüz ahlakında 'fayda' ve 'değer' arasındaki çatışma konusundan bir ifadedir. Genelin zihninde bulunanın tersine, 'dünya' ve 'ahiret' adı altında özel ve belirgin bir coğrafi mekan değildir. 'Dünya' bir sıfattır; 'ahiret' ise bir aşama, görüş kavrayış ve anlayış türüdür. Yani şu şey, benimle olan özel ilişki türünde dünyevi bir olgu olur; tersi ilişkide ise uhrevi bir olgu. Hz. Ali'nin, Asım bir Ziyad Harisi'ye tavsiyesi bu konuyu göstermektedir: "Eğer bu büyük evi ve bu serveti (-ki yüzde yüz maddidir) halka hizmet yolunda ve büyük bir işi gerçekleştennek için sarfedersen uhrevi bir olgu olur; onu kişisel çıkarlarının ve özel yaşamının hizmetine verirsen zulüm, günah, sapma ve dünyacılığa sürüklenirsin, bu da dünyevi bir olgudur." Oysa zihnimizde soyut, zihinsel ve gaybi olan ölümden sonrası ve maddi doğanın Ötesi ile ilgilidir ve uhrevi bir duyumsamadır; doğal, maddi ve duyumsanır olan ise dünyevidir. Ama doğal bir doğaöte-si konusu; soyut, maddi ve nesnel, duyumsanan ve gerçek (objektif) olan olgudan bahistir. Zihinsel, ruhani ve ideal olan olgu olan bir konu, dünya ve ahiret ise başka bir konudur; zannedildiği gibi bunlar birbirinin eş anlamlısı değildir.
Para, ekmek, servet vs. maddeseldir, doğaldır, bu dünyaya aittir; ama benimle bir ilişki türünde uhrevi olur, diğer bir türde dünyevi. Nitekim dini bir davranış, zihinsel bir olgu ve doğa ötesi bir iman bazen dünyevi olabilir; yüz-
deyüz ekonomik maddesel ve bedene, süslenmeye ve servete ait olgular, teknik ve maddi imkanlar da uhrevi. Ama bu çelişki, hepimizin dini zihninde mevcut bulunan böyle bir metafizik görüşle çözümlenmez.[64]
Kuranda Ekmeğin Yüceltilmesi
İslam fakirliği mahkum eder, ekmek ve serveti de yüceltir. Kur'an'da "Allah üstün kılmıştır." ifadesinin geçtiği her yerde kastedilen maddi servettir, iman ve ilim değil. Kur'an ve hadiste maddi servet anlamına olan 'ma'ruf, 'hayr' ve 'Allah'ın fazlı' ifadeleri, Kur'an'ın maddi ve doğal yaşama, maddi ve duyumsanan doğaya ne kadar önem verdiğini göstermektedir; öyle ki, Allah'ın Kur'an'da ettiği yeminlerin çoğu maddi, duyumsanan ve doğal eşya ve olgularadır. Kur'an surelerinin çoğunun adı da insanlığın bu maddi, nesnel, sosyal ve gerçek olgularından alınmıştır.[65]
Kur'an, servet ve parayı 'hayr' olarak adlandırır. Bu, 'servet'e yönelik en büyük övgüdür. 'Mal sevgisini kuşkusuz severim." İslam Peygamberi'nin sözüdür bu. Mal sevgisi, mal yığmaktan ve bireysel, tekelci mülkiyet (Romalı biçimiyle) Roma hukukunda vardı, İslam'da değil. Bu, herkese ait mülkiyete, herkese ait servete ve tüm halkın taşıyacağı mal sevgisine aykırıdır. Ama Profdhon'un ifadesine göre bireysel mülkiyetin herkes için olması imkan dışıdır. Çünkü mülkiyete aykırıdır. Eğer mülkiyet kutsalsa herkes için kutsal olmalıdır.
Kur'an'da 'ma'ruf servet anlamınadır; 'Allah'ın fazlı' da her geçtiği yerde maddi servet anlamına kullanılmıştır. Ali şöyle der: "Fakirlik benim övüncümdür." Oysa açlık ve fakirlik içinde olan, irfani dindir. (Ama Peygamberin övündüğü fakirlik, yetkili kişinin devrimci takvasıdır, ekmek bulamayan toplumun sosyal hastalığı olarak değil.) Bu ikisi birbirine aykırı olmak bir yana, birbirinin zıddıdır da. Yani bu toplumun yetkilisi olan ve halk yolunda çalışan ben aç ve fakir kalır, toplumun malını işkembemi doldurmak için toplamaz ve fakirlikle iftihar ederim. Çünkü toplumun yetkilisi ve lideriyim. Ama yoksul ve aç bir toplumun, yiyecek ekmek bulamayan halkın bir üyesi olan benim fakirlikle iftihar etmem utançtır.
Rehberleri, yetkilileri ve memurları fakir olan bir toplum varlıklı ve servet sahibi bir toplumdur. Fakir toplum ise, sermayedar ve servet sahibi rehber ve yetkilileri, hiçbir şeyi olmayan fakir bir halkı bulunan toplumdur. Öyleyse Peygamber'in 'fakirlik'ten kasdı, sosyal sorumluluk sahibi insanın takvasıdır, genel bir açlık durumu değil. Bu nedenle irfani açlık, İslami açlıktan başka bir şeydir. İrfani açlık, insanı çok sayıda zorluklara (toplumu yolunda) dayanabilmek için hazırlayan irade eğitimidir. (Boşuna oruçlar değil. Birçok kişi dinsizidir, ama sosyal sorumluluk taşır, iş için seçkin insan olabilmek üzere kendilerine oruçlar yüklerler). Ali'nin taraftar olduğu takva, Mekke ve Medine'nin çevresindeki dağlarda oturan adamın takvası değil; Medine'nin çevresindeki taşlıklarda elleriyle su yolu açan, hurmalıklarda bir işçi gibi çalışan, fakir, hanımı ve oğullarıyla bu durum üzere yaşayan, yine de Medine'de elleriyle birkaç hurmalık ve su yolu meydana getiren adamın takvasıdır. Vasiyetine bakın; elleriyle hazırladığı bahçe ve hurmalıkların tamamını nasıl Medine fakirlerine bağışlamış, böylece de İslami takvanın ne anlama geldiğini göstermiştir.[66]
Kıst ve Adalet
Kur'an ve hadislerde iki kelime vardır; biri 'kist1, diğeri de 'adalet'tir. 'Kist' 'zulüm'ün karşıtı, 'adalet' ise 'zorbahk'ın karşıtıdır. Her iki kelime de pratikte eşanlamlı olarak kullanılır: Zulüm ve zorbalık, kist ve adalet; oysa konu oldukça hassas ve derinliklidir. 'Kist', smıf sosyolojisi bakımından sonsuz derecede hassastır ve inancıma göre herşeydir, yani herşeyin altyapısı.
'Adalet1, bir toplumun birey ve grupları arasındaki bireysel ve grupsal tanınmışlığı bulunan hukuk temelinde sosyal ilişkilerin yasal biçiminden ibarettir. 'Kist' ise herkes veya her grubun, toplumda üstlendiği rol karşılığında mad-di-manevi bağışlar ve sosyal imkanlar toplamından aldığı gerçekçi paydır. Yani ben seni yirmi Tümen günlükle çalıştırıp günün sonunda kararlaştırılan ücreti ödediysem hakkını vermiş ve adaleti gerçekleştirmişim demektir. Ücretinden beş Tümen kesersem zulmetmiş olurum, adalet de gerçekleşmez. Eğer mahkemeye başvurur ve beş Tümen'inin geri alırsan adalet icra edilmiş ve mesele çözümlenmiş demektir. İşçi de işinden veya iş saatinden çalarsa iş sahibine zulmetmiştir ve o, işçiye adaleti icra eden kuruma (mahkeme veya savcılık) şikayet edebilir. Adaleti uygulayacak olan kimdir. Bir toplumun adliyesi ve yargı gücü. Eğer ceza yasalarımız, insani ve doğru bir hukukumuz, cesaretli ve şerefli yargıçlarımız olursa kimse kimseye zulmedemez ve adalet uygulanır. Herkes servet, hukuk, imkan ve çıkarlarının koruyucusu olur ve hiçbir güç bunlara tecavüzde bulunamaz.
Bir iş için örneğin yirmi Tümen kararlaştırsak ve ücretli de, dayak yese ve hakaret işitse bile bunu kötü karşılamak-sızm tam bir kabulle işini tamamlasa ve ücretini de tam olarak alsa adalet uygulamış demektir; artık hiçbir hak talep edemez. İşinin gerçek değerinin yirmi Tümen'den fazla olduğu, resmi ücret olduğu için mecburen kabul etmek zorunda kaldığı şikayetiyle mahkeme başvursa yargıç şikayetçiye kızar, işverene değil, çünkü adalet resmi hukuka, kabul edilmiş ve belirlenmiş yasaya göre uygulanır. 'Kist' ise başka bir konudur. 'Kist' şöyle der: Doğru, sekiz saatlik çalışma karşılığında kararlaştırılmış yirmi Tümen'i ve sözleşmedeki meblağın tamamını ödemişsin; ülkede bir işçinin resmi ve yasal ücretinin yirmi Tümen olduğu da doğrudur, ama onun payı bu değildir. İşinin 'fiat'ı yirmi Tümendir, ama 'değer'i elli Tümen'dir. Yasal hakkını ödemişsin, ama 'gerçek hak'kım yemişsin. İşçinin çalışmasının resmi ücreti yirmi Tümen'dir, ama onun gerçek değeri elli tümendir. Adaleti uygulamış ve ücretini tam olarak ödemişsin; yasal bir hakkın geri alınması sözkonusu değildir. Sana itiraz ve mahkemeye şikayet hakkı yoktur. Ama işçinin 'pay'ından otuz Tümen'i ne yaptın? Bunu soran 'kıst'tır. Adalet sessiz ve mutlu olduğunda kıstın itiraz ettiğini ve öfkeli olduğunu görüyoruz. 'Kist', 'pay' anlamındadır. Kararlaştırılmış yirmi Tümen'i ödemekle adalet uygulanmış kabul edilebilir ama 'kıstın cevabı verilemez.
Bu nedenle 'adalet', herkesin ittifak ettiği konulmuş hukuk temelinde 'zorbalık'ın karşısındadır. Ama 'kist', bir bireyin toplumda sahip olduğu pay temelinde ekonomik altyapıdır. Dolayısıyla (geçerli anlayışa göre) adalet bir üstyapı konusu kist ise altyapı konusudur. Adalet, bireyler arasındaki konulmuş yasalar temelindeki ilişkide; kist ise mülkiyetin ve ekonomik-sınıfsal düzenin aslında sözkonu-sudur.
Nitekim örneğin İngiltere'de (sağlam ve doğru bir yargı sistemi, bağımsız ve adil bir yargısı vardır) adaletin yüksek oranda uygulandığı, filan geri kalmış ülkede ise (ki birisinin şapkasını alsalar, bunu söylemeye cesaret edemez çünkü paltosunun da alınmasından korkar) adaletin olmadığı söylenebilir.
İngiltere'de adalet vardır, o geri kalmış ülkede ise yoktur ama her ikisi de bir şeyde ortaktırlar; bu, ikisinde de 'kıstın bulunmamasıdır. Çünkü 'kıstın yargı ve adalet sistemi ile bağı yoktur; mülkiyet düzeni ve ekonomik altyapıya aittir. Sözkonusu her iki ülkenin de sınıfsal düzeni ve bireysel mülkiyet rejimi vardır. Bu düzende, egemen sınıfa mensup, soylu ve lordlar, prensler ile akraba bir aileden gelen bir birey kendiliğinden doğan hakla toplumdan daha fazla 'pay' alır; bu da bir başkasının bu makamda bulunmaması nedeniyle gerçek hakkından daha az pay alacağını ispat eder. Çünkü ürettiğinden fazla kâr sağlayan kişi, bu fazla miktarı bir başkasının payından almış demektir. Rus-sel'in ifadesiyle "Sayın lord! Bu kadar serveti ve varlığı elde etmek için doğma sıkıntısından başka ne zahmet çektiniz?"
'Kıstı ayakta tutma' (Kur'an'da tekrar tekrar sözkonusu edilmiştir) hem Allah'ın işi, hem peygamberlerinin risaleti, hem de imamın ve İslam ümmetinin esas misyonudur.
Adalet, herkese toplumda yasal hakkına uygun olarak ödemede bulunulması; kist ise herkese gerçek payına uygun olarak toplumun ödeme yapması gereğidir. Adaletle birlikte kist bulunmaması mümkündür. (Adalet, altyapısız olarak yalancı ve geçici ve bireylere bağlı da bulunabilir) Ama 'kist varolmadığında adalet olamaz. Nitekim altyapı hak temelinde olduğunda üstyapı kendiliğinden sağlam olur. Bu anlamda adaletin Avrupa dilindeki karşılığı 'jus-tesse'dir; 'kıstın ise bu derinlik, hassaslık ve dopdolu anlamıyla bir kavram karşılığı yoktur. Belki açıklama gereği ile birlikte ve biraz da anlamı geniş tutma şartıyla 'Egalite' 'eşitlik' anlamında kıstı karşılayabilir ama burada ifade edilen eşitlik, toplumun tüm bireylerinin eşitliği değildir (bu hem imkansızdır, hem de insafsızlık); toplumun, toplumda yapılan işe karşılık ödeyeceği hakkın eşitliğidir; herkesin yasal hakkının (ücret) gerçek hakkıyla (pay) eşitliğidir.
Adalete sahip olabilmek için yargıda reform yapmak gerekir; kist içinse ekonomik altyapıyı değiştirmelidir. Kısıt ancak mülkiyet düzeninde sosyal bir devrimle mümkündür. 'Kist'in aslı, marksistlerin sosyolojide bulunduğunu ve sosyalizmin savunucusu olduğunu zannettikleri şeydir. Yahut 'kıst'm, yerleştirilebilmesi için insanlık toplumunda ve evrensel zeminde ilahi irade, bütün büyük peygamberlerin risaleti, imamet görevi, hatta ümmetin sorumluluğunun gerekeceği düzeyde köklü dini bir temeli bulunduğunu görüyoruz. Tercüme olmuş aydınlarımız onu materyalizme ait ve Allah'ı dini reddederek ve dini tüm inançlan terkede-rek düşmektedirler! Onlar da dindarlar gibi, dini bugün dindarların zihninde bulunan şekilde zannetmekte, esasen bu zeminde düşünmemektedirler, hatta din üzerinde düşünmemekte ve dini, yaşam ve ölüm tarafına aktarmaktadırlar. Adalet, kist ve imamet gibi konuları da öylesine metafizik bir hale getirmişlerdir ki bir derde deva olamamaktadır.[67]
Şirk Sorunu ve Çeşitleri
Şirk dinsizlik değil, bir dindir; hep çeşitli unvan ve lakaplarla resmi olarak insanlık toplumlarına egemen olmuş bir dindir.
Şirk, birkaç tanrılılıktan (iki tanrı, sonsuz sayıda ilah) ibarettir. Bu tanrıların birkaç put, birkaç rab türü, birkaç ruh veya birkaç doğaötesi güç olması mümkündür.
Dinin birkaç tane olan tanrıları, mevcut durumu din adı altında izah edebilmek için birkaç sınıflı ve birkaç toplu-luklu toplumlar üretirler. Dolayısıyla şirk, çeşitli birkaç sınıfa dayanan toplum görüşünün açıklanabilir, doğal, Önce-siz, değişmez, sonsuz ve kutsal olarak yansıması için birkaç tanrıya ve birkaç değişik güce dayanan dünya görüşünden ibarettir.
Her bir tanrı, bir ırkın temsilcisi olmuştur. Nitekim 'Ze-us', 'Yahova', 'BaT ve 'Vişnu' gibi tanrılardan her biri bir ırkın asilliğin sembolüdür ve her ırk da diğer bir ırkın karşıtıdır.
Tanrılar birbirleriyle savaşırlar ve izleyenleri de (ki ırklardır) birbirleriyle çatışma halindedirler. Böylece ırksal çelişki açıklanabilir olmaktadır.
O halde tanrısal şirk ırksal şirki açıklayabilmek için yontulmuş bir dindir.
Dünyada her tanrı bir ırkın sembolüdür; millet içinde her tanrı bir ailenin temsilcisidir; toplumda her tanrı bir sınıfın sembolüdür. Böylece ırksal, ailesel ve sınıfsal asıllık-lar korunmuş, ırklar ve sınıfa geçmeye yol bulamamış ve tecavüz edememiş olmaktadır.
Tanrılar Öncesiz ve sonsuz oldukları için ırkların, ailelerin ve sınıfların anlaşmazlığı da öncesiz ve sonrasızdır; böylece hiçbir sınıf değiştirme ve diğer sınıfın yokolması düşüncesine kapılamayacaktır.
Bundan dolayı, sosyal şirk tanrısal şirkin yansımasıdır. Dolayısıyla şirk, birkaç tanrılı bir dindir ve birkaç ırkh, birkaç sınıflı ve birkaç aileli düzeni izah edebilmek, bütün bunları kutsallaştırıp dinseli eşti rebi İm ek içindir. Çünkü kutsal ve dinsel olunca ne eleştirilebilir ve itiraz edilebilir, ne de değiştirilmesi düşünülebilir.
Bu şirk tarih boyunca egemen sınıfın elindeki araç olmuş ve bu yolla milletlerin ve kabilelerin sınıfsal, ırksal ve ailesel çelişkisi hep halkın aleyhine olarak kullanılmıştır.
Şirk bazen açık ve alenidir; müşrik resmen birkaç tanrıya (birkaç puta) inanır. Dinindeki çok sayıda tanrı belirgindir. Bu şirkle mücadele kolaydır, nitekim Peygamber (SAV) onunla mücadele etti ve zafere ulaştı.
Diğer şirk ise 'kronik'tir ve Tevhid elbisesi altında dinsel şirk gibi davranır. Bu şirkle mücadele oldukça güçtür.
Tevhid dinleri ne zaman işe başlayıp zafer kazansalar, bir nesil sonra dinin resmi yetkilileri, resmi tebliğciler adı altında bir sınıf gücü ele geçirirler.
Bunlar ya egemen sınıfa bağımlı ya da bizzat kendileri egemen olarak, dinin yetkilileri ve inananları ve o dinin kilise ve tapınaklarının yöneticileri adı altında sosyal şirki Tevhid örtüsü altında ve Tevhid tapınaklarında uygulamış ve sürdürmüşlerdir. İslam, Hristiyan ve Yahudi tarihinde görülen 'kronik' şirk, aşikar şirk dininden çok daha derin ve güçlüdür.
Musa, Tevhidle firavunun şirkine karşı savaşmaya gider, ama sonra Onun yerine geçenler, Musa'nın dininin di-nadamları, sosyal şirki ve firavun düzeninin Musa'nın Tevhid örtüsü altında yenilerler ve Yehova (ki tek tanrıdır) firavunun tanrılarının rolünü üstlenir.
Mesih gelir ve dinin mabedini, din satan dükkan açmış olan ve kutsal dini eşyalar satan tüccarların elinden kurtarır. O, Tevhid şiarını batıda ilkkez ilan eden ve dünyayı (özellikle de Roma ve Yunan dünyasını) Tevhidle tanıştırır. Ama sonra varisleri egemen sınıfın üçboyutluluğunu izah edebilmek için O'nun kitap ve mesajları içinden üç tanrı çıkarırlar.
Zerdüştlüğün mabedleri, dinadamları tek tanrı olan Ahuramazda'yı üç ateşe dönüştürürler: Şehzadelerin Ahu-ramazda ateşi, dinadamlarım Ahuramazda ateşi, çiftçilerin Ahuramazda ateşi.[68]
Tevhid
Tevhid, tek kelimeyle, insan zihninde varlığa birlik bağışlayan, seviye zincirinin çelişik tüm kutuplarını dünyada yıkan ve kıran, bunun yerine tek tanrı, tek varlık imparatoru, tek hedef tek irade ve tek ruh koyan dünya görüşüdür.
"Hareket ve güç ancak Allah ile vardır." Bugün bir zikir haline gelmiş, dünse Allah'tan başka herşeyi ve herkesi yok sayan oldukça anlamlı bir söz ve devrimci bir şiardır.
İlkel dinlerdeki inanca göre bazı doğal şeylerde 'mâna1 (Bağımsız güç) vardır; sözkonusu güç bazı kötü ruhlarda, yıldızlarda, bazı yiyeceklerde, bazı hayvanlarda vs. vardır ve insanın yazgısı ve yaşamı üzerinde etkilidir. "Hareket ve güç ancak Allah ile vardır." ifadesi bütün bu bedevi düşünceleri (ki yıldızlarda, eşyada, şahıslarda, büyük ve küçük şahsiyetlerde, yiyeceklerde, giysilerde, renklerde ve seslerde 'mâna' adında ki sözkonusu güç vardır ve insanın yaşamı üzerinde -olumlu veya olumsuz- etkilidir) reddetmektedir.
Ama bugün "Hareket ve güç ancak Allah ile vardır." diyen birisi, yazgısı üzerinde etkili dininin büyük şahsiyetle-rindeki 'manaya inanmakla kalmamakta, şulezerd tatlısında bile bu gücün -mana- bulunduğuna inanmaktadır! Oysa Tevhid, insana, tek tip evren, tek tip tarih ve tek tip insan tanıtmakta; evrenin birliğini tarih ve insanın birliğini, insan ve evrenin birliğini Tevhid altyapısı üzerine kurmaktadır.
Tarih boyunca, şirk dinin aldatma ve sahtekarlıklarının kurbanı olmuş ve hep ırkların, sınıfların ve ailelerin eşitliğini gerçekleştirmek için savaşmış olanlar halkı oluşturan kitledir. İşte bu kitle, sınıfsal, ailesel ve ırksal şirkten hep eziyet çekmiş, kan vermiş, gücü tükenmiş ve yokolmaya uzanmıştır. Tarih boyunca egemen sınıfın şirki yaydığı oranda kitle de bunun karşısında Tevhid aracılığıyla direnmiş ve daima Tevhidin yerleşmesi arzusunu taşımıştır; hem evrene hakim büyük gerçek, hem de insanlığın birliği düzeninin gerçekleşebileceği temel olan düşünsel ve inanca dayalı altyapı olarak, Tevhid, çok büyük bir şeydir.
'Tevhid şiarı', yalnızca oturulup, Allah'ın hangi delile göre olduğu, hangi delile göre de olmadığının, ya da bir sınıfta iki öğretmen ve bir ülkede iki padişah olursa şöyle şöyle olacağının konuşulacağı kelami ve felsefî bir konu değildir. Bu çıkarımın doğru olnladığmı söylemek istemiyorum, kaldı ki çok doğrudur. Ben yeterli olmadığını ve ulemanın kendi arasındaki bir çıkanm olduğunu söylemek istiyorum. Bilal, felsefî çıkarımda bulunacağı ve birinin evrende çelişki bulunduğuna, bir başkasının da birlik olduğuna binlerce delil getirdiği bir toplulukta oturacağı bilgi seviyesinde değildir.
İslam Peygamberi 'Allah'tan başka ilah yoktur' dediğinde niçin köle pazarları sarsıntıya uğradı ve kölelerin fiatı düştü? Niçin köleler herkesten önce bu şiarda 'kurtuluş'un gizli olduğunu anladılar? Niçin Kur'an'ın ifadesiyle (Ku-reyş'in ağzından) 'insanların en aşağı olanları', 'ayak takımı', 'çıplak ayaklılar' Peygamberin peşinden gitiler ve Tevhid şiarını yükselttiler. Niçin bunlar Tevhidi alimlerden, bilginlerden ve filozoflardan daha erken anladılar?
Bugün sözkonusu edilen Tevhid şiarı felsefedir. Onu anlamak için kelam ve felsefe okumak zorundayız. Köleleri ve çıplak ayaklıları seferber eden Tevhidin ise; evrensel, tarihsel ve sosyal bir yaşam yönü bulunmuş, sosyal adaletin ve tüm insanları eşitliğinin tarih boyunca gerçekleşmesi için şirke karşı olmuştur.[69]
Üçleme
Üçleme, sınıfsal bir şirk türüdür ve anlattığım gibi şirkin sorunlarından biridir. Ama önemli olan, egemen sınıfın başka tek boyutlu olduğu, insanlık tarihi boyunca geliştiği ve üç boyuta dönüştüğüdür. Biri siyasal güç, diğeri dinsel güç, ötekisi de ekonomik güçtür.
Gelmiş olan her peygamber, dini güç aracılığıyla (diğer iki boyutun yani siyasal ve ekonomik boyutun yardımıyla) ezilmiştir.
Tevhid peygamberi zafere ulaştığında bunlar hemen onun izleyicileri arasına katılmış, sonra da o peygamberin yerine geçen kişiler olarak halka hükümet etmişlerdir.
Yahudi hahamları güçleri yettiğince İsa'ya karşı savaştılar, yetmediğinde ise İsa'nın keşişleri giysisine hüründüler. İsa'nın keşişleri İslam'la mücadelede yenildikten sonra resmi güce bağlı dinadamlarına dönüştüler; Hüseyin aleyhinde fetva verenler de işte bunlardı.
Bundan dolayı, başlangıçta Kabil olarak ortaya çıkan egemen tek sınıf sonraları gelişti ve üç yüzlü oldu: Siyasal, dinsel ve ekonomik yüz. Nitekim Kur'an'da çok güzel ve belirgin üç sembolle açıklanır; firavun siyasal yüz, Karun ekonomik yüz, Bel'am b. Baura da dinsel yüzdür. Her üçü de bir tek dokudur ve aynı kurumda çalışırlar: Biri zorbalık eder, diğeri sömürür, öteki de eşşekleştirir.
Hind, İran ve Çin'in Din önderleri Yunan'ın Din önderi ahlak ve maneviyat rehberleri istisnasız olarak baba ve anne tarafından bu üç boyuttan birine bağlıdırlar: Ya eşşek-leştirici babanın ya da sömürücü annenin oğludurlar. Biri" Karun oğludur, diğeri firavun oğlu veya her ikisi.
Lao Tsu, Konfüçyüs, Buda, Vedaî din önderleri, Zerdüşt, Mazdek, Mani, Sokrat, Eflatun, Aristo gibilerin hepsi üst sınıftır ve Kabilelerinin üst sınıfına mensuptur.
Bunların karşısında, İbrahimi peygamberler adını alan bir dizi peygamber vardır. Nitekim istisnasız olarak bunlar, İslam Peygamberi'nin açıklamasına (şöyle buyurur: "Koyun çobanlığı yapmamış hiçbir peygamber yoktur." Peygamberden kasıt, kendi peygamber zinciridir, az önce saydıklarımızı kabul etmemektedir.) ve tarihin gösterdiğine göre bunlar çobanlara mensupturlar ya da tarım devresinde çobanlardan da aşağı olan sanatkarlardandırlar.
Bugün de tarım ve köy toplumlarında sanatkarlıkla uğraşanların, sosyal onur bakımından çiftçilerden daha aşağı olduklarından daha aşağı görüyoruz. Nitekim bir çiftçi, kızım asla nalbanta vermez -kendisinden daha da zengin olsa bile-, bir kunduracıya vermez. Araç yapımcıları ve sanatkarlar, feodalite ve tarım devresinde sosyal prestijleri darbe yemiş özel bir sınıftır (çingeneler gibi). Bunun nedeni, sanatın eskiden bugünkünün tersine bir durumda bulun-masındandı.
İbrahimi peygamberler çoban veya sanatkar kesimine mensup ya da bu seviyedeki, yani mahrum sınıfın en mahrum katmamından olan kesim ve topluluklardır.[70]
Ümmî
'Ümmî', mahrum sınıfın en mahrum kesimlerine mensup anlamınadır. Kimilerinin 'ümmî'ye Ümmü'l-Kurâ'dan geldiğini zannedip 'Mekke'ye mensup' anlamı vermeleri ile gerçekten tuhaf bir tanıma ulaşılmıştır: "Peygamber Mek-ke'lidir" Başkaları da 'okuma-yazması olmaması' şeklinde anlam vermişlerdir. Elbetteki okuma-yazması olduğunu söylemek istemiyorum, hayır. Ama Allah'ın buyruğundaki "Gönderilmiş ümmi bir nebi" ifadesinde geçen 'ünımi' yüce bir niteliktir, şu demek değil: "Okur-yazar olmayan büyük elçimiz." Yine, okur-yazar olmamanın Peygamberin eksikliği olduğunu söylemek istemiyorum, hayır. Bu fazilettir, ama yazmayı bilmediğinden bu kadar yüceliği bulunduğuna dayanmak da doğru değildir. 'Ümmi', ümmettendir; yani o üç boyut karşısında (ki tarih boyunca Kabil'in varisleridirler ve siyasal, dinsel ve ekonomik gücü halka karşı ellerinde tutmaktadırlar) halka mensuptur, mahrum sınıfa; Firavun, Kuran ve Bel'am b. Baura aracılığıyla kurbanlık hale getirilmiş, yaralanmış, sömürülmüş ve kanı emilmiş sınıfa mensuptur.
Tarih boyunca onlar (İbrahimi olmayan Din önderleri) sınıfsal açıdan o üç boyuta mensupturlar; bunlarsa (İbrahimi peygamberler) bu mahrum sınıfa mensupturlar. Bunlar ümmete mensupturlar, ümmidirler. Pratikte okur-yazarlık ve bilim egemen sınıfın elinin altında bulunduğundan, yöneticiler ve dinadamları okumuş kişiler olduklarından ve halk kitlesi okur-yazar olmadığından bu peygamberler, tıpkı sınıfdaşları gibi, okur-yazarlık, araştırma, tahsil, medrese ve üniversite nimetinden mahrum kalmışlardır.
Öyleyse İslam Peygamberi'nin ümmi olması, tarih boyunca toplumun bu sınfina mensup bulunması, çilekeş ve yaralı mahrum kutba mensupluğu anlamınadır.
Tarih boyunca toplum ve halk, diyalektik bir hakeket içinde 'dünyacılık' ve 'ahiretçilik' arasında sallanıp durmaktadır.
Bir toplum ahiretçilik ve zühd ya da vehimler ve hurafeler tarafına gitmiştir; bir toplum da dünyacılık ve maddesel uygarlık tarafına. Din önderi ise toplumun, halkın eğitiminin tersine bir yön tutturmuşlardır. Örneğin, ahiretçi, za-hid, vehimperest ve Hind veya Çin hurafecisi bir toplumda, gelen din önderi terk yönde olmak üzere onları sosyal yaşam, bilime ve maddesel uygarlığa çağırmıştır.
Gördüğümüz gibi Lao Tsu, halkı ahiretçiliğe ve bireyciliğe çağırmış; O'nun tersine Konfüçyüs, insanları toplumculuğa ve dünyacılığa yöneltmiştir.
Maddi yaşama, güç peşinde koşmaya, tüketim, maddi lüks ve şehvetçiliğe sürüklenmiş olan Roma (2300-2000 yıl önce) gibi dünyacı bir toplumu İsa, bu sosyal sapmaya karşı özellikle ahiretçiliğe, takvaya, zühde ve arınmaya çağırdı. Sonra toplum, İsa'nın çağırdığı çizgide öylesine ileri gitti ki, ortaçağ ortaya çıktı. Ardından, rönesansta boy veren din veya mektep, ortaçağın tersine dünyacılığa, tüketim ve lüks yaşamına çağırdı. Nitekim bugün de aynı maddecilik sürmektedir.
Bundan dolayı, dinler ya ahiretçidirler ya da dünyacı; bu, dinin gelişme çevresi olan topluma bağlıdır. Eğer toplum ahiretçi olursa din dünyaya çağırır; eğer dünyacı olursa ahirete çağırır. İslam, toplumun daima denge halinde korunabilmesi için dünyacı ve ahiretçi iki karşıt yönü topluma sokan tek iki boyutlu dindir.[71]
Peygamberliğin Sona Ermesi
Bu konunun yanlış anlaşılanlardan biri olması nedeniyle dikkatli dinlemenizi rica ediyorum.
Peygamberliğin sona ermesi (hatemiyyet), Tevhid mektebi, vahiy mektebi adında birleyici bir mektebin varolması anlamınadır. Bunlar, bir okul olan din mektebidir ve çeşitli sınıflardaki farklı öğretmenlerdir. İnsan adındaki öğrenciyi eğitmiş, üst sınıflara çıkarmış, son sınıfta ona doktorluk ve içtihad derecesini vermiş ve "Artık müctehidsin" demişlerdir.
Müctehidin anlamı, tüm ilimleri bilinendir. Hatta, şu anda bu mektepten ve mektebin öğretmenlerinden aldığın eğitim ve öğretim temelinde araştırmalarını sürdürübilece-ğin, bilimi geliştirebileceğin ve ilerletebileceğin anlamına gelmektedir.
Bu bakımdan, peygamberliğin sona ermesi, insanın vahiy okulundan mezun olmasıdır; mezun olmak ise insanlığın, peygamberliğin sona ermesinden sonra artık yeni bir vahye ihtiyacın kalmaması, doktora sınıfından sonra bir başka sınıf daha bulunmasına gerek görülmemesi anlamını taşır.
İnsanın artık dine ihtiyacı kalmadığım söylemek istemiyorum. Şöyle diyorum: Artık yeni bir vahye ihtiyaç yoktur. Yani bu okulun eğitimi temelinde ve insanın öğrendikleri ile olabildiğince fazla tanışıklık sağlama sayesinde, bir başka peygamber gelmeksizin ve elele tutup omuz omuza vererek önceki dinlerde ortaya çıkmamış yeni sorunlar yeni bir vahiyle çözmeksizin cevaplandırılabilir.
İnsan, yalnızca, son vahiyde gelmiş bulunanı öğrenerek, onunla davranışlarım düzenleyerek ve onda ictihad ederek adım atabilir ve yol alabilir. Nitekim insan, tıpkı benim filan üniversiteden mezun olup şu anda (başka bir- sınıf ve bir başka ders notu aldıracak hocaya ihtiyaç duymaksızın) elde ettiğim eğitim temelinde araştırmalarda bulunabilmem ve bunu sürdürebilmem gibi yeni bir vahiyden bağımsız kalmıştır. Dolayısıyla peygamberliğin sona ermesi dendiğinde bunun anlamı, insanın gelişmesinin artık durduğu değildir. Yedinci yüzyılda (1300 yıl önce) insanın gelişmesi durmuş mudur? Hayır; gelişme hep vardır. Tıpkı üniversiteden mezun olmuş ve şimdiye kadar da gelişmiş bulunan yeni bir hocam olmaksızın çalışma ve araştırmaları artmış olan benim gibi. Ama öğrenim gördüğüm bu okula acaba artık ihtiyacım kalmamış mıdır? Tam tersine; bugün de muhtacım, ama nasıl? Bu ihtiyaç, okumuş olduğum şeyleri gidip tekrar okumam şeklinde değildir; orada ders olarak verilenleri olabildiğince fazla anlama ve pratiğe dökmeye ihtiyacım vardır. Onların öğrettikleri temelinde, işlerinin tekniğine, metodlarına, bana ders olarak verdikleri görüşe, bana öğrettikleri bakışa ve beynime yerleştirdikleri düşünceye göre dünyayı görmeye, yaşamaya ve sorumluluğumu yerine getirmeye ihtiyacım vardır.
Bu, Peygamberliğin son bulmasının anlamıdır; böylece İslam'a, Kur'an'a, Kuranın özelliklerine, İslam Peygambe-ri'ne, imamete, kültürel, düşünsel ve ideolojik değer ve rolüne, sosyoloji açısından adaletin anlamına, imamet rejiminin diğer rejimlerle kıyaslanmasına, bekleme tarihinin determinizmine, ric'ata, çağımızda müslüman aydınların sorumluluğuna vs. ulaşıyoruz.[72]
Kuranda Ekonomik Terimler
Ne yazık ki gençlerimiz, burjuvazi vs. karşıtı devrimci zühdün kavramlarını (telaffuzu yeni olduğu için), dünyadaki ilericilerden ve devrimcilerden aldığımız yeni kavramlar olarak görüyorlar. Oysa dini değerlerin içindedir bunlar. Bir kimse Kur'an'ın tamamını bu yönden bir defa daha yüzeysel olarak gözden geçirirse bu durum dikkatini çekecek; irfani, felsefi, lügat yönünden tefsir gerektirmediği ve çok sade olduğu görülecektir. Meallerde ayetlerin altında tercümeleri de yazılıdır ve bu kadarı yeterlidir. Araştırma için başlık seçimi çok önemlidir. Bazı başlıklar insanın kaybolmasına yolaçarlar. Çünkü sonunda önümüze pek çok fiş konur; öyle ki insan fişleri ve notları arasında kaybolur. Araştırma, kavramlar temelinde değil, yön temelinde olmalıdır. Bu şekilde bir milyon fiş de hazırlasamz yönünüzü kaybetmezsiniz ve ne hazırladığınızı bilirsiniz. Daha sonra onları düzenler, sınıflandırır ve bölümlere ayırabilirsiniz; yazınız kaybolmaz ve Kur'an'ı bilen, ama hiçbir yönü bulunmayan bir ilim adamı haline gelmezsiniz. Bu iş İçin Kur'an'm başından sonuna kadar, ister birey isimlerinin geçtiği yerde ister bir topluluğun adının geçtiği yerde, ister bir kesimin adının geçtiği yerde, ister isme yer verilmemiş, tam tersine genel ve içerikle ilgili bir kavramla açıklanmış yerde olsun farketmez sınıf karşıtı yönü bulunan ve dünya karşıtı eğilimi olan, yani mahrum ve mustazaf sınıfta yeralmış olup üst sınıfa itiraz ve eleştiri yönelten insanın dilinden anlatılmış ayetleri toplayın. (Bu çok açıktır; ne lugata ihtiyaç vardır, ne felsefe bilmeye, ne de tarih bilgisine. Elbette ki ne kadar çok bilinirse o kadar iyidir ama felsefe, irfan, fikıh ve buna benzer konuları bilmeye bağlı değildir.) Kur'an'm bu kavimler ve onların sembollerinden nasıl sözettiği; bu kesimlere mensup olanlardan nasıl bahsettiği; bazen bütün bu toplulukları nasıl birkaç tarihsel şahısta (Firavun, Karun vs.), bazen de felsefî kavramlar ve edebî simgeler şeklinde (tıpkı tarihsel gerçekliği bulunmayan, ama düşünsel ve mutlak bir gerçek olan tağut gibi) sembolize ettiği; kimi zaman da tarihten hatırlatmalarda bulunduğu (o saraylarda ne kadar yaşadılar, şöyle oldular, öyleydiler, filan olmuşlardır vs.) ya da Rum ve diğer birçok surede tarihin güçlerini hatırlattığı (ki şu zamanın güçlerinden daha bayındır edici, daha sömürgeci Kur'an'm ifadesiyle- ve daha güçlüydüler; yeryüzünü hakimiyetleri altına almışlardı. Sonra ise ne olmuştur, nereye gitmişlerdir.) görülecek ve bu çok ilginç bir çalışma olacaktır; bu şekilde sona gelinir. Bu ayetler topluluğunu toplayalım ve sonra da söylediğimiz şekilde sınıflandıralım: Tarihle ilgili olan, özel şahıslar hakkında konuşan, genel bir ilke olarak sözkonusu edilen ('Kenz' ayeti gibi), isim zikretmeksizin işaretler taşıyan, kimin hakkında olduğu bilinen ve simgesel kavramlar ve felsefi terimler şeklinde açıklanan ('tağut' gibi) yerlerin hepsini o taraftan toplayalım ve bu işin aynısını onun bir başka yönünde yapalım: Mustaz'aflardan, halktan, mahrum kitlelerden vs. bahseden yerlerin hepsini onların yanına dizelim. Ardından Kur'an'm sınıfsal yönü ile ilgili grafik, matematik gibi tam olarak resmedilmiş olur. Bu biçimde artık bir müfessirin bir kelimeyi alıp onu hep minber konusu yapması, sonra da konuyu kaybetmesi gibi bir durum söz-konusu olmaz. Böylece birkaç tür grafik çizilmiş olabilecektir: Biri, her sûredeki küçük grafiklerdir. Bir diğeri, 'bismil-lah'ın b'sinden, "en-nas'ın 's'sine kadar nicel ve nitel bakımdan Kur'an'm genel bir grafiğini çizebilecek olmamızdır. Örneğin nicel bakımdan, ayetlerin sayısına göre ve aynı şekilde, nüzul ve nüzul yılları bakımından bir grafî çizebiliriz. İnsanın konuyu kaybetmesi, bir ayet alıp konuyu dağıtacak biçimde işlemiş ve nihayet ne dediğini anlamaz hale gelmesidir. Bu artık çok açıktır. O zaman bu grafikte, birbirinin yanına dizdiğimiz ayetlerde takva, zühd, dünya, ahiret vs. kelimelerinin tekrarlandığını görürüz. Dolayısıyla bireysel-ahlakî değerlerin ve irfani zühdün belirtisi olduklarını sandığımız kelimelerin sınıfsal yön konusunda anlam taşıdaklarını anlarız. Yani mal yığma ile mücadele edilen yerde takvadan sözedilmekte; firavunlar veya 'daha da güçlülerin ezildiği yerde zühdden bahsedilmekte; faiz yiyicilerden söz açıldığı ve onların Allah'a karşı savaşanlar olarak tanımlandığı yerde kanaat etme ve dünyadan yüz çevirme sözkonusu edilmektedir. Yani dünyadan yüz çevirme sözkonusu edilmektedir. Yani dünyadan yüz çevirme, takva, zühd, kanaat dünyayı reddetme vs. zihinsel sufice bir anlamda değil, pratik devrimci-sosyal bir içerikte, sosyal ve sınıfsal özel, belirgin bir yön izleme olarak sözkonusu edilmekte ve bu yönde anlamlandırılın aktadırlar. Yine bugün bize armağan olarak sunulan kavramların, mezhebin, onlar olmaksızın ne Kur'an'ı, ne de Muhammed (SAV)'i anlayabileceğimiz temel ilkelerinin bir parçası olduğunu görüyoruz.
Tüm bunlar, İslam'ın özünün temel ilkeleridir. Eşşekleş-tirenler, bu devrimci kavramları içi boş, anlamsız, içeriksiz, yönsüz ve bireyin kendisi ile ilgili hale dönüştürmüşlerdir. Bunları o sosyal durumlarından çıkarabilmek için (böylece artık ortaya devrimci bir anlam, sosyal bir hareket ve sorumluluk koyamayacaklardır) bir tür kendini sufice yetiştirme icat etmişlerdir. Toplumu, bu kelimeleri o şekilde anlayacak kadar ahmaklaştırmışiardır. Bu kavramları reddeden ve onlardan kaçan aydınları da ahmaklaştırmalardır. Çünkü aydın da aynı anlamda almıştır (ve bu kelimelerin aynı anlama geldiğine inanmıştır) ve bu nedenle de inkar etmektedir. Yani hem mü'min olan, hem de inkarcı kesim olan bir eşekleştirme komplosunun kurbanıdırlar. Bu, büyük bir felakettir. Bugün aydınımız bile şöyle demektedir: "Söyledikleriniz, ortaya attığınız yeni şeylerdir; bunları sosyoloji vs.den almış olmalısınız, İslam'da bu değerlendirmeler yoktur!" İslam'daki nedir? O, eşşekleştirmenin, dostları yardımıyla oluşturduğu İslam'ı asıl İslam olarak tanımaktadır. 'Mollaizm'in oluşturduğu Cennet'e ve ahiret (ki insanda hiçbir sorumluluk doğurmaz) mü'min olan kitle de asıl İslam'ın yolundan sapmıştır, yani ahiret felsefesinin etkisini güçlerin yararına ortadan kaldırmıştır. Ahireti inkar eden aydın da ahireti bu mü'minin anladığı kavrayan ve bu anlamı inkar eden kişidir. Onun da avamı çarpan aynı hastalığa yakalandığı anlaşılmaktadır. Doğrusu ahmakları ahmak yapan şey sayın aydını da bu hale getirmiştir. İmam-ı Zamanın (Mehdi'nin) karamsarlık ve dejenere etkeni olduğunu söyleyen aydın ile İmam-ı Zaman'ı bu dejenere şekliyle anlayan ve ona inanan mü'min bir komplonun kurbanı değiller midir? Her ikisi de İmam-ı Zaman'ı aynı anlamda almışlardır; böyle mi? Nitekim en iyi ilerici aydınımızın, sözkonusu kavramları anlama ve düşünme bakımından, dini kavrama bakımından en aptal ve en ahmak sapkın kişiler safında yeraldığını görüyoruz. Bu nedenle, bir şeye inanmak veya onu inkar etmek farketmemekte ve bir derde deva olmamaktadır. Aydını düşünce karanlığından ayıran, anlayış ve kavrayış tarzıdır. Ben İslam'ı böyle anlarsam ve başkası da Öyle anlarsa onun mürteci, benim de ilerici ve aydın olduğumuz anlaşılır. Yok eğer ikimiz de aynı şekilde anlıyor, ama o mü'min, bense inkarcıysam her ikimiz de anlayış ve bilinçte eşitiz, yalnızca iman ve inançta farklıyız demektir. Dolayısıyla İslam'ın varolan İslam olduğunu söyleyen ve adını da aydın olarak lanse eden kişi, kafir bir avamdır; aptal bir kafir, tıpkı aptal mü'min gibi! Aptallıkta ortaktırlar, sadece küfür ve iman konumları farklıdır. Bir kimse Nehcu'l Belâğa'daki zühdün hangi sosyal role sahip olduğunu anlamıyorsa mü'min olmaması bir yana, sosyolog da değildir, tarihçi de değildir, tarih felsefesi de bilmiyordur. Bir şeyi reddettiğimiz ölçüde sorunlar çözümlenmez. Çünkü bir aptal da herşeyi reddedebilir. Bugün şu minberlerimiz de tek kalemde Buda'da reddetmiyor mu: "Bunlar ineğin sidiğini üzerlerine sürüyor ve ateşe tapıyorlar!" Bu reddetmenin ne değeri vardır? Öbürü de İslam'ı işte böyle (hatta bundan daha komik şekilde) reddetmektedir. Bu reddetmenin bir değeri yoktur. Tanımanın değeri vardır ve aydını aydın olmayandan ayırır. Hatta kişi materyalist bile olsa Nehcu'l Belâğa'da geçen zühdün, Kur'an'da geçen 'dünyadan yüz çevirme'nin, imamlar mektebimizde bulunan soyluluk karşıtı tüm yüz çevirmelerin (ne kadar aşağı inilirse o kadar vurgulu hale gelir), soylu sınıfın ve müslümanlar arasında dünyacı yaşamın gelişmesi ile ilgili olduğunu anlar, yani onun gelişmesinin anti-tezi olarak geliştiğini görür. Bu, İslam'ın ve mezhebin konusu olmaktan önce sosyolojinin konusudur. Eğer aydınsan sosyolog da olmalısın, toplumunu tanımalısın. 'Reddettim' ve 'kabul ettim'ler seni avam olmaktan ve anlayışsızlıktan kurtarmaz![73]
İslam'ın ve Kur'an'ın Sınıfsal Kampı
Bu iki kavramın tarihsel kökü, dinlerin sınıfsal kökü, çoban peygamberler ve prens Din Önderlerine, İbrahimi dinlerin Nemrudi dinlere dönüşmesi, Kureyş'in ümmi Re-sul'ün hilafetinde devam etmesi. Şia'da Şah Sultan Hüseyin, Ali'nin Zülfikar'ınm, Molla Muhammed Taki Meclisi de ilminin yansıması oldu! Tevhid ve şirk; Kabil'den Deccal'a kadar. Zamanın sonu, Habil'den zamanın sonundaki öndere kadar; "İnsanlar bir tek ümmetti." Sonunda da "Hüccet, insanları mallarında eşit duruma getirmek için kalkacaktır." Daha sonra insanın gelecekteki tarihsel yazgısının tasviri gelmektedir: "Dünya, bize yöneliminden sonra mutlaka eğilim gösterecektir..."[74]
Kur'an:
"Altın ve gümüşü biriktirip yığan ve Allah yolunda infak etmeyenler."
"Bahçe ve pınarlardan çok azını terkettiler." "Mal çokluğuyla Öylesine oyalandınız ki," "Eksik ölçüp tartanların vay haline"
"Arkadan çekiştirip duran, kaş göz hareketleriyle alay eden her kişinin vay haline."
'Allah' ve 'tağut'un karşıtlığı.
Mel' (mütrefler) egemen gücün sınıfsal konumu, (firavun)
Dillin sınıfsal sorumluluk yönünde tanımı; "Dini yalanlayanı gördün mü?" Sorumsuz dinden ve kitlenin yazgısına, mazlumun serüvenine, yabancı dindar ruhtan nefret: "Namaz kılanların vay haline!"
Allah'ın sıfatı: Adaleti ayakta tutan, adil.
Peygamberlerin risaleti, peygamberler ve kitap gönderilmesinin esas hedefi: "insanlar adaleti ayakta tutsunlar diye."
Bir cephede birbirinin karşısında iki cephe: Kafirler, peygamberleri öldürenler ve adalet isteyen insanların katilleri: "Allah'ın ayetlerini inkar eden, haksız yere peygamberleri öldürenler ve insanlardan adaleti emredenleri öldürenler..."
İslam'ın burjuvazileşmesi, mücahidlerden yeni bir soylu sınıfının kurulması cahiliyetteki soylu sınıfıyla benzeşmesi. Ve buna karşı çıkanların bu sınıflar mücadelesi altında sınıfsal şirk; Tevhidin felsefî ve kelami zihinsellik sınırına çektirilmesi; onun nesnel yaşamdan ve sosyal düzenden kaybolması ve ırksal, sınıfsal, ailesel, ulusal vs. ilişkisi; Şam'da Roma Sezar'ının, Bağdad'ta İran Hüsrev'inin varisi,
Hasan, son direniş ve yenilgi; soylu sınıfın, saltanatın ve sermayenin halka karşı nihai zaferi. Hüseyin, mazlum sınıfının devriminin sembolü; egemen gücü isyan ve toplumun sınıfsal sınırının varlıklı ve yoksul iki sınıfa ayrılması;
1- Putlar karşısında.
2- Kureyş karşısında.
3- Medine'ye giriş, ev sahipleri karşısında, Cabir b. Abdullah'ın evi ve iki yetimin arazisi.
4- O'nun daveti karşısında Arab sınıfsal karşıtlılığını duyarlılığı, O'nu inananların sınıfsal çehresi (insanların en aşağıları).
5- Kendisinin sınıfsal kökeni, ümmi Resul'ün koyun çobanlığı, Kur'an'ın peygamber olarak gönderilmeden önceki Muhammed'i (SAV) tasviri.
6- Sınıf karşıtı sosyal davranış ve soylu sınıfın değerleri mücadele, eşşeğe binme, hatta çıplak olanına, üstelik de arkasına birisini bindirerek; işçinin nasırlı elini ordunun önünde ve halkın karşısında öpme; uzun sakal, uzun cüppe, uzun elbise kolu, ipek elbise, altın, altın süs eşyası, altın kap kaçak kullanma ile mücadele; yaşantısı giysisi, bineği, evi, yiyeceği, ev eşyası ve ailesi.
7- Soylu sınıf karşıtı katılmaları: Salim, Küba'da cemaat imamı; Bilal, İslam'ın resmi müezzini Habeşli köle, köle oğlu Usame'nin soyluların ve büyük şahsiyetlerin asker olduğu en büyük müslüman ordusuna komutanlığı.
Propaganda mücadelesi:
"Zengine alçak gönüllülük gösterenin dininin üçte biri gider."
"Ben ve dünya mı? Ey dünya, benden başkasına git."
Fakirlik ve servet.
"Fakirlik neredeyse küfür olacaktı."
"Geçimliği olmayanın ahireti de yoktur."
"Fakirlik bir kapıdan girince iman diğer kapıdan çıkar." (Ebuzer)[75]
Şer'i Kılıf: Allahı Aldatmak!
Evet bu olur! Çok da basit ve çabuk; öyle ki kılı bile kıpırdamaz, kimse de bir şey anlamaz! Safevi dinadamları öyle helali haram ve haramı helal yaparlar ki dudağın uçuklar; üstelik de şer'i yasal ve Kur'ani bir şekilde.
Yoksa Kur'an'da Allah'a düşmanlık olarak ilan edilen faiz yiyiciliğini ne güzel, ne basit ve zahmetsiz hale getirdiklerini görmüyor muyuz? Öyle ki şeriatların en titiz koruyucusunu bile isterlerse avuçları içine alabilirler. Faiz olduğunu, kılıf bulup sahtekarlık yapıldığını bilirler ama en küçük bir yasal eleştiri almazlar! Nasıl?
Öncelikle kağıt paranın para olmadığını buyurmuşlardı! Kurtulundu! Öyleyse faiz, kağıt para madeni paraya dönüştüğünde bir Ölçü kazanır. Kağıt para, çek ve senet serbesttir. [76]
İkinci olarak, faiz nedir? Kâr ve para, yani yüz bin Tümen'i faiz niyetiyle verdiyseniz ve yılın sonunda geriye yüz-yirmibin Tümen aldıysanız yirmibin Tümen'i faiz olarak haramdır, haramdan da kötüdür, korkunç bir faciadır. Kur'an'ın açık ifadesiyle, faiz yiyici ebedi ateştedir, "küfrü meslek edinmiş günahkardır" Allah'a ve Peygambere savaş ilan edendir.[77]
Haram olmayan muamelenin ise sevabı da vardır. "Ticaretle uğraşan, Allah'ın sevdiği kişidir." Çok güzel, hocaefen-dinin yanına gidin; herhangi bir şer'i sorun çıkmaması için size 'faiz'i 'muameleye dönüştürme yolunu öğretsin; nasıl? Çok basit, şeytanın aklına bile gelmez. Faiz vermek istediğin parayı bu defa faiz niyetiyle verme, satış şartı koş; nasıl? Yüzbin Tümen'i borç olarak verir ve onun yirmibin tümen kârını bir miktar tuz satışı karşılığı olmak üzere alırsınız.[78]
Nasıl olduğunu gördünüz mü? Şimdi kıyamet gününün geldiğini, seni ilahi adalet terazisinin yanına diktiklerini ve yargıladıklarını varsay. Ne söyleyebilirsin? "Şartlı satış muamelesi haram mı?" 'Hayır' diyebilirler mi? "Herkes bir malı istediği fîata satın almakta Özgür değil midir; mal sahibi de rıza gösteriyorsa bu şer'an caiz değil midir?" Mecburen 'neden olmasın diyeceklerdir. "Benim canım bir tutam bitkiyi yüzbin Tümen'e satın almak istedi; şeriat, fiyatları kontrol eden bir belediye midir?" Zorunlu olarak 'hayır' cevabını vereceklerdir.
Öyleyse bir malı bir müminden taraiıarın rızasına uygun olarak satın alan birisi muamele yapmamış mıdır. 'Hayır' denilebilir mi? O zaman Allah'ın rızasını da talep edip şöyle diyebilirsin: Fıkhımızın doğrulamasıyla, fıkıh ve şeriatınıza göre 'tuz konusu'nda faiz yiyicisi olmadım, ticaret yaptım. O halde Allah'ın sevdiği birisi olmalıyım, Allah'ın düşmanı değil!
Hiç soluk alabilirler mi? Safevi dinadamları şeriatın dilini bir miktar tuza bağlamaktadır!
"Zulam ve günah sisteminde, şeriatın tersine ve çoğunluğa ihanet ederek hizmet ediyor ve maaş alıyorum, bir sakıncası var mı?" diyorsun; elbette ki var, hem de çok var. İslam, bir başkasına bir zulüm olduğunu gördüğü halde buna sessiz kalan kişiyi bağışlamaz. Şia, ondört yüzyıl sonra hâlâ, Hüseyin'e zulmedilmesine göz yuman ve itiraz için ağızlarını açmayan; cellatların O'nu öldürmesine ses çıkarmayan ve savunmak için girişimde bulunmayan kişilere zalimler ve katiller arasında lanet etmektedir.[79] Zulme resmi olarak hizmet vermenin şer'i sakıncası nasıl olmaz?
Meşru olmayan yerden, meşru olmayan vergilerden, meşru olmayan yollardan ve meşru olmayan yasalara göre elde edilen para, şeriat dışı bir egemenin elinden para alınabilir mi?
Öyleyse ne yapayım? Vaz mı geçeyim? Hayır, yolu var! Hangi yol? "El değiştirme"! Yani? Çok basit, Safevî din adamları yolunu bilir. O, "şer'î kılıf uzmanıdır. O, 'güc bedenine takva elbisesi giydiren[80] , küfrün başına şeriat başlığı takandır. Safevi dinadamının işi, Safevi sistemini izah etmektir; 'şeriata bağlı mü'minler'in 'şeriat dışı hükümefle işbirliği için mecburen bir yol bulmak zorundadır. Bu iş için, haram parayı helalleştirecek bir teknik icat etmelidir!
Safevüiğin şer'i sahtekarlık üreten teknolojisini keşfetmiş ve tekniğini de bulmuştur! Zor değildir; birkaç dakikadan fazla zaman almamaktadır, üstelik zahmeti de yoktur. Yalnız, parasahibi ile gözgöze gelmesi ve paranın görünmesi sonucunda insanın "Evet...!" demeye mecbur kalması mümkündür.
Aldığın maaşın (nereden ve hangi işin karşılığında olursa olsun) meşru para olmadığını kabul etmelisin; o halde sana ait değildir, sahibi belli değildir, kime ulaştırılır? Bu tür paralar, Safevi düzeninde yine Safevi dinadamı olan şeriat hakimine verilir. Sonra her ay maaşını alırsın. Meşru olmayan para olduğu için ona dokunmazsın. Doğru hocae-fendinin huzuruna gelir ve hepsini onun eline verirsin. Ya-nİ, şeriat hakimine gönderdiysem tamamdır! Bu durumda para hocaefendinin olmuştur; sonuçta sen, meşru olmayan paraya el sürmemiş oluyorsun.
O zaman hocaefendi senin hak sahibi bir müslüman olduğunu; harcamanı, hanım ve çocuk sahibi olduğunu görür; menfaat ve şeriat yönleri bakımından yaşamsal ihtiyaçlar ve yaşamındaki giderler oranında, şeriat hakimi ve imamın naibi olarak belirlediği, uygun gördüğü ve sana yardımı dokunacak meblağı sana yardım etmek üzere mecliste eline tutuşturur; sonra bir bakarsın, şeriatın aykırı sistemden aldığın ve senin için zulüm belirledikleri aylık maaşın tesadüfen maaşın aynısını almışsın!
Yüce Allahım!
Bütün bu mekanik etki-tepkiler; haramı Safevi dina-damlığı kimyacılığında şimşek gibi helale dönüştüren kimyevi değişimi 'zalimlerden alman maaş'ı mecliste ustaca bir göz boyama ile 'imamlardan alınan maaş' haline getirmenin çok basit yönetsel prokotolü vardır. Sihirbaz bir pando-mim tiyatrosudur. Bir 'act'le onun eline verirsin, o da senin eline verir! Vesselam; rahatça evine gidebilirsin; zalimler için çalışır, ücretini imamlardan alırsın!
Eyvallah Safevi dinadamı!
Aynı şekilde, bu tür 'şer'i hileler' (ki biz cismani ve ehil olmayan kişileri şaşkınlığa sürüklüyor, dudağımızı uçukla-tıyor ve Şia uleması için akılalmaz görünüyor) Safevi dina-damları için su içmek gibidir; helali haram, haramı da helal yapmak kıyametin hesap kitap defterleri ve amellerinin kayıtlı olduğu belgenin yazamayacağı ve hesap-ceza gününün muhakemesinde şer'i bir eleştiri yöneltemeyecekleri şekilde Mescid-i Şah'ın civciv dinadamlarının işidir. "Allah'ı kandırma" konusunda o kadar becerikli, küstah, rahat vicdanlı ve mutludurlar ki, istisna ve olağandışı olma hallerini kaybetmiş, genel ve makbul bir gelenek haline gelmiş, bir tür şer'i çözüm yolu ve İslam'ın pratik ve ilmi metodu olarak anlaşılmaya başlanmıştır. Bazı mali veya cezai yasa fıkralarını, maddelerini, kararname veya tasarıları açıklama, yorumlama, uygulama, saptırma ve' tevil etmede adalet ve hak'ın elinden kaçmak için idari teşkilatlarda uygulanan özel idari hileler ve yasal kılıflarda tereddüt veya korku ve takiyye varsa da ilahi yasanın sözkonusu olduğu burada İslam'ın mukaddes hükümleri oldukça resmi, açık, geçerli ve 'kesin' uygulanır (!) Çözüm yollarının en sorunlusu öylesine kolay, hatta akılalmazlıklar Öylesine mümkün hale gelir ki, bu dini mektebin yetiştirdiği ve bu ilme güce dayanan mü'minler iş ve kazançta, çıkar, lezzet, kusur, tecavüz ve bireysel-sosyal yaşamdaki görevlerinde dinde kolaylaştınlmayacak ve ayak bağı olacak bir sorun görmezler; kaçış yolunu göstermeyecek hiçbir görev ye sorumluluk üstlenmezler; kendileri için kolayca mümkün kılınamayacak hiçbir akılalmazlık görmezler; işte mucize yaratan bu güce ve büyüleyici sanatçıya inanç, bunların ay-rıştıncısıdır. Nitekim Gulam Meşhedi'yi (Luti) Safevi fıkhının fakihlerinden birinin huzuruna getirmişlerdi. Onların örfüne göre (ki dinadamı soyluluğunun) adap ve örfüne sahiptiler; Allame Naini'nin ifadesiyle Şia'nın büyük alimi), 'dini zorbahk'a onun karşısında rükua gitmiş; etek öpmüş, ilgi ile el öpmüş, sonra da geri geri giderek kenarda durmuş[81]ve hazretin huzuruna çıkmıştı vs. İçki şişesini cebinden çıkararak önüne koymuş ve avami bir dille arzet-mişti: "Hocaefendi, helali haramı, haramı da helal yapan siz, bir kerelik de bu acı şeyin bir kadehini bizim için helal yapın! Nasıl olsa sizin için bir şey değil"![82]
Kara Büyü
Doğrudur, bunlar bir şey değildir.
Peygamber ve Ali'nin insan alım-satımına karşı duyduğu bütün o nefrete rağmen Emevi, Abbasi ve Safevi dina-damları (Ehl-i Sünnet veya Ehl-i Beyt fıkhı adı altında) aydınlık ve ilerici 'atik' (köleyi serbest bırakma; İslam fikhı-nın köleden sözettiği tek belirgin bab) başlığı altında yüzyıllarca 'kölelik ilkesi'ni ve köle alım-satımınm hükümlerini resmen, açıkça ve İslam'ın ilim merkezlerinde öğretmiyorlar mıydı, şimdi bile bunun rezilliğini hissetraeksizin öğretmiyorlar mı? Hatta yirminci yüzyılda dünyaya İslam'ın köleci bir din olduğu ve şu anda bile herkesin şer'i açıdan insan alım-satımına izinli bulunduğu ilan edilmiyor mu? Günümüzde bir aydın resmen, Beethoven'in beşinci senfonisine (ki insanın, determinizmin sultası ve yazgı zinciri karşısındaki irade özgürlüğünü anlatır) kulak kabartmanın bile haram olduğu ama bir kız veya erkek çocuğunu mal ve köle olarak babasından veya efendisinden satın almanın helal olduğu söylenmiyor mu? Köleyi serbest bırakma hükümleri niçin insanın köleliği ile ilgili hükümler olarak gösteriliyor? Nedeni ortadadır; egemenler, tüccarlar, sultanlar ve feodallerin, haremleri, sarayları, bahçeleri ve mülkleri için hizmetçilere, çocuk uşaklara, işçilere, dili bağlı hayvanlara hem ilgileri vardı, hem de ihtiyaçları! Kur'an'ın ruhuyla, Peygamber'in insancıl "görüşüyle ve Ali'nin özgürlükçü mektebiyle birazcık olsun tanışan herkes bilir ki, Kur'an ve sünnet rejimi 'Ali'nin görüşü ile devam etseydi İslam'ın altyapısal mücadele ve aynı zamanda köleliğin ahlaki ve insaniliğini reddetme için seçmiş olduğu özel biçim ilk yüzyılda köleliği kökünden keser ve İslam Fıkhı köleliğin mutlak olarak yasaklanması yönünde ilerlerdi. Ama bunlar köleliği fıkhi açıklamalarla sağlamlaştırdılar. O kadar sağlam hale getirdiler ki, artık dünyada köleliğin kalktığı son yüzyılda bile resmen yasaklamaya kimse cesaret edememiştir; hatta pazarda ahm-satımı yapılacak köle bulunmamasına rağmen hiç olmazsa köle alım-sa-tımı hükümlerinin eğitiminin verilmemesi cesaretini de henüz gösteremezler.
Bugün 'kağıt para' para değildir ama köle maldır!
(Yüce Allah'ım!) Bir milletin kendi petrolü üzerindeki haklarından değil, 'efendi'nin 'köle'si üzerindeki haklarından sözediliyor! İslam fıkhı kapitalizm, burjuvazi, sömürge ekonomisi, sınıfsal ilişkiler, işçinin işveren üzerindeki hakkı, çiftçinin mülk sahibi üzerindeki hakkı, tüketicinin üretici üzerindeki hakkı, banka, borç vs.'yi tanımamakta ve ilmi titiz bu kadar görüşü, ortak olarak satın alınan ve yarısı bir efendiye, diğer yarısı da başka bir efendiye ait olan, bir gün bunun için, bir gün de onun için çalışması kararlaştırılan kölenin başına bir taş atıldığında diyetin hangi efendiye, nasıl ödeneceği yolundaki köle sahibine diyet Ödemenin biçiminden bahsetmektedir.
Bu küstahlıkların dindar büyüklerden kimisini üzeceğini biliyorum. Özer dilerim ama benim gibilere insaf ediniz. Çünkü biz imanımızda ve dünyadaki tüm aydınlar, özgürlükçüler ve insanseverler arasında İslam'ı, Allah, Resul, Ali ve Ali'nin Şia'sını insanlığın kurtuluş, özgürlük ve eşitlik mektebi olarak görüyoruz; dünyada insanlığın kurtuluşu ve adalet hareketinin de öncüsü olarak kabul ediyoruz ama, dünyada köleleri özgürleştirme iftiharının Batının payına düştüğünü ve köleliği yasaklama kararını İslam'ın değil, Amerikan başkanının yayınladığını da görüyoruz! Dini, ilmi ve İslami eğitim merkezlerinden ise hala 'efendi' veya köle' sesleri yükseliyor. Şaşırtıcı olan, İslami piyasada, hatta bedevi topluluklarımız arasında köle satışı defteri kapatılmış olmasına rağmen İmam Ca'fer Sadık Üniversitesinde hala ders programından çıkanlmamasıdır; Ehl-i Beyt Öğretisi dersi sınıflarında hala var mı?
Soru: Yeni Öğrenci olduğum için daha önce sorulmuş bir soruyu soruyor olabilirim. 'Bireysel mülkiyet' İslam açısından nasıl çözümlenmiştir, İslam'ın mevcut 'izm'lerden farkı nedir, eksiklikleri ve güzel tarafları nelerdir?
Cevap: Tabii bu soruya cevap verebilmek için insan mevcut 'izm'lerin anlamını vermeli, sonra da İslam'da mülkiyeti (ki fıkhi bir konudur) sözkonusu etmelidir. Görüyorsunuz, cevap olarak bir test imkanı bulunmuyor. Yine de ben bir sorunu yalnızca ideolojinin görüşü olarak ele alırım (Fıkhi tartışmasını fakihlere bırakırım, ben fakih değilim bu konuda bilgim yok): Mülkiyet de ideoloji içinde ele alınmalıdır. Çünkü herşey ideolojide sözkonusu edilmelidir. Burada biçimine tasvir ettiğim mektepte, yalnızca, insan yaşamında köklü bir sorun olan mülkiyet konusu değil, sosyal ahlaki ilişkiler de (hal-hatır sorma ve sosyal etiket) bu dünya görüşüne yerleştirilmeli ve tutarlılık sağlanmalıdır. Birisi Tevhidi dünya görüşüne sahip olduğu halde bir başkasının karşısında 'korku' veya 'tamah' nedeniyle boyun bükemez; bunlar biribirinin karşıtıdır (Tevhid-boyun bükme). Burada bu dünya görüşünün içinden çıkmış ve 'köpeklik' dünya görüşü ortaya koymuş olursunuz. Başkası veya başkalarının karşısındaki (sosyal bir etiket olarak) bireysel tavrım bile dünya görüşünde sözkonusu edebileceğini görüyoruz; bunu dünya görüşüne koyduğumuzda kendisi anlamını bulur. Aslında Tevhidi dünya görüşünde herşeyin (güç, kutsallık, ilim, irade ve mülkiyet) gerçek sahipliğinin herkes reddedilerek yalnız ve yalnız Allah'a verilmiş olduğunu biliyorsunuz. Her bilgi, her durum, her olgu, her bağlantı ve her aitlik Allah ile ilişkili olarak anlam kazanır ve Allah'la ilişkili olarak gerçekliği vardır; diğer ilişkili olma halleri sahtedir, aldatıcıdır. Esasen İslami dünya görüşünde bireysel mülkiyetin anlamı yoktur. Bireysel mülkiyet, İslam'da temeli ve tanımı bulunmayan Roma hukukundan hukuki bir kavramdır. Sonraları İslam kültürü ve fıkhının bazı dönüşümler veya sapmalarla kimi zaman mevcut düzenlerin çıkarına uzlaştığı doğrudur ama ilkeli fıkıhta, Tevhidi dünya görüşü, İslami dünya görüşü ile ve İslam'ın ideolojisi ile uyum içerisinde bulunan fıkıhta bireysel mülkiyet, Roma hukukunda sözkonusu olan anlamıyla (mülkiyetin, insanla mülk edinilen arasındaki ilişki olduğu ve insanın, mülkü ile ilgili olarak her türlü kullanım hakkına sahip olduğu anlamında) anlam taşımamaktadır. İslam'da mülkiyet sadece sadece Allah'a ait kabul edilmiştir. "Her-şey Allah'ındır." Bu anlamda hiçbir şey hiç kimsenin değildir. Dolayısıyla mülkiyet bu şekilde Allah'a ait kılınınca mülkiyet ortadan kaldırılmış ve mülkiyetin gerçek anlamı hukuki açıdan Allah'a ait kabul edilmiş demektir. "Allah herşeyin malikidir.'"e göre mülkiyetin bilimsel bir tanımı yapılabilir. Bu, onun bilimsel tanımı ve teorik sorunudur. Onun bilimsel sorunu, inanç ve gerçeklik açısından Allah'a ait olan mülkiyetin bilimsel ve nesnel aitliğinin ne anlama geldiğidir. Nitekim hükmetmenin de Allah'a özgü olduğunu ve hiç kimsenin bir başkasına hükmetme hakkı bulunmadığını görüyoruz. Birisi 'senin sahibinim', 'ben sizin sahibini-zim" derse firavundur. Çünkü o belki yaratıcılık iddiasında bulunmamıştır ama Rablik iddiasında bulunmuştur; yani 'sizin sahibinizim', 'sizin efendinizim' demekle İlahlık iddiasında bulunmuştur. (Rab Allah'tır; sahip Allah'tır: İnsan ve eşyanın maliki.) Hükmetmenin Allah'a ait olmasının anlamı, Allah'ın yönetim masasının arkasına (nesnel rehberlik anlamında) oturup toplumun liderliğine soyunması değildir. "Hükmetme Allah'a aittir." yani Allah'ın hakkıdır; hükümetin gücünün ortaya çıkmasının temel, hedef, felsefe ve kaynağı Allah'tır. Dolayısıyla ikinci sorun, onun dışarıdaki sosyal ve nesnel gerçekleşme sorunudur; bu ise, hükmetmenin Allah'a ait olmasının yeryüzünde nasıl icra edileceği sorunudur. Yani Allah'ın hükmetmesi kimin eliyle olmalıdır? Bu durumda Şia ve Ehl-i sünnet'teki hilafet ve imamet konusu gündeme gelmektedir. Nitekim ikisi de Allah'ın hükmemesine inanmaktadır ama onlar o şekilde, bizse bu şekilde. Bundan dolayı, hükmeden bu imam, Allah'ın halka hükmetmesi olarak hükmetmektedir ama pratikte, Allah tarafından halk üzerinde hakim olan imamın hükümetidir. Bu nedenle gerçeklik açısından mülkiyet Allah'a aittir. Ama realite açısından (yani nesnel) kimin elinde olmalıdır? Açıktır ki, Allah'ın temsilcisinin elinde olmalıdır; İslami dünya görüşünde Allah'ın temsilcisi ise halktır. Dolayısıyla Allah'a ait olan gerçek mülkiyet pratik realite halka aittir. Nitekim "Allah'ın Evi", "Allah'ın malı", "Allah yoluna infak" ve sosyal, genel mülkiyetle ilgili şeylerin tamamı, İslam da, Allah nedeniyle, Allah için ve Allah'a ait olan mallar, eşyalar ve davranışlar olarak tanımlanır. Nitekim Ebuzer (bu tanımın en iyi yorumcusu), "Allah'ın malını Muaviye (İslam tarihindeki en kötü yorumcudur; O, şu inanca sahipti: "Mal Allah'ındır, bizse Allah'ın halifesiyiz. Dolayısıyla Allah tarafından dilediğime verir, dilediğime de vermem!) için şöyle tanımlar: Mal Allah'ındır; nesnel realitede ise mal insanlarındır, benim, senin, Hasan'ın ve Hüseyin'in değil. Bundan dolayı Allah'ın mülkiyeti, bireylerin mülkiyetinin reddedilmesi ve toplu mülkiyetin gerçekleştirilmesidir. İslam'da mülkiyet gerçeklik açısından ne realite ve gerçeklik olarak toplumun hukuki bakımdan malın gerçek malik olduğu sosyal mülkiyettir, ne de bireylerin mülkiyetidir; tam tersine Allah'ın mülkiyeti vardır ama realite, Allah'a ait olan pratik olarak halk yolunda harcanır. Allah tarafından onun idaresi altına alınması gereken de halktır; tabii ki kullanımının, gerçek malikin, yani Allah'ın sınırladığı sınırda kalması şartıyla. Dolayısıyla ilahi mülkiyet sözkonu-sudur ve ilahi mülkiyet bireysel mülkiyeti reddeder.[83]
Ebuzer ve Sermaye Birikimi
Ebuzer, mal yığmaya karşıdır, yani sermaye birikimine; servet yığmak ve Allah yolunda, yani halk yolunda infak[84] etmemeye. Servet yığan (Ebuzer'in seçtiği bu şiar, Kur'andan seçtiği bir şiardır; seçen kişi de, İslam'ın kucağında ve vahiy ışığının altında doğrudan eğitim görmüş Ebuzer'dir. Bundan dolayı ne seçimde bir hata görülebilir ne de seçtiğinden küçük bir kuşku duyulabilir. Ebuzer'in seçtiği ayet, kuşkusuz mücadele hakkında seçilmiştir.) Allah yolunda infak etmeyen ve sınıfsal mesafe ve sosyal uçurumla mücadele etmeyenleri acı verici bir azapla müjdele. Ama bu, yalnızca müjdeleme; zihinde minberde ve konferansta (bizim gibi) bir ayet okuma değildir; tüm yaşımmı bu şiarın gerçekleşmesi; servet yığan, 'İslami' zekatı vermekle sınıfsal sömürüyü ve halkın varını yoğunu almayı yorumlayan kişilerle mücadele etmek için çaba içerisinde geçirmiştir.
Seçtiği mücadele biçimi, şiarı doğrudur, nesneldir, mantıklıdır; toplumun ekonomisi temelinde, sömürü ve sınıfsal çelişki temelindedir. Hangi dönemde? Sermayedarlık, burjuvazi, sanayi sömürüsü, kapitalizm ve emperyalizm aşamasına ulaştıktan sonra değildir. O dönemdedir. Nesnel ve reeldir. Seçtiği şiar Kur'an'dandır ama zihinsel, düşünsel ve sözsel alanda kalmamaktadır. Çünkü müslümandır, çünkü Ebuzerdir. Kur'an'dan zekice, sapasağlam, aydın ve bilinçli olarak şiar seçerek mücadelesini başlatmıştır. Tek başına! Hiçbir silahı yoktur ama Ebuzerce mücadele etmelidir.
Ebuzer yalnız başına ölür. Tıpkı İslam Peygamberi'nin Tebük savaşında onun çölden tek başına döndüğünü görünce Önceden bildirerek "Allah Ebuzer'i affetsin, yalnız başına yol alır (dünyada, bu toplumda yalnız başına yol alır, tek başına, yalnız bir yolu seçmiştir); yalnız yaşayacak, tek başına ölecek ve tek başına dirilecektir." Yani kıyametin diriltilme yeri ve kıyamet çölü olan yarın da diğer insanlar topluca, mezarlıktan kalkacak ve diriltilme yeri olan çöle gelecekler ama yalnızca bir kişi o çölün bir köşesinden kalkacak ve kıyamet alanına girecektir. Aynı zamanda belki mecazi bir başka yorum da yapılabileceğini düşünüyorum Yalnız diriltilecek olması, ondan önce ve sonraki ölmüş bulunan yüzlerce ve binlerce sima arasından bir olmasına rağmen Ebuzer'in bu siması, bu bedeni, bu ruhu, bu yalnızlığı, susturulmuşluğu, sürgün edilmişliği ve Rebeze'de öî-müşlüğü her zaman ve nesilde yine gönderilecektir; bu da bizim neslimizdir ve biz, Ebuzer'in aramıza tek başına gönderilmesi gereken kişileriz. Çünkü yüzyılımız her zamankinden daha çok Ebuzer'e, Ebuzer'in İslam'ına, Ebuzer'in mücadelesine muhtaçtır. Ebuzerler, İslamlar, kültürler ve gerçekler, susturuldukları, boğuldukları, kayboldukları ve tarihte gömülü kalmaları için çaba sarfedildiğinden bu nesilde ve bu çağda yeniden gönderilmeli, diriltilmeli, alana çıkmalı ve bize hayat, hareket, kan, soluk, bilinç ve ışık vermelidirler. Alime yakışır şekilde, cesaretle, tüm talihsizliklere, güçlüklere, bütün sıkıntı ve çilelere karşı sabır ve tahammülle en iyi, en güçlü ve en büyük silah olan tebliğ, düşünce, bilgi, araştırma ve düşünceleri yaymayı; bugün başkalarının elinde olan duaya, imana ve kalbe etki etmeyi hizmete sokabilmek için gayret sarfedilmeli; bu kahramanların diriltilmesinin ve yaşam veren bu mekteplerin canlandırılmasının hizmetine verilmelidir. Eğer biz yapmazsak yapılamayacak, eğer bu çağda olmazsa diğer çağlarda olmayacaktır. Bugün tebliğin bu büyük aracını görüyorsunuz; tebliğin en büyük aracı, bizim hiçbir şekilde sahip olmadığımız, ondan mahrum bulunduğumuz gösteri, film aracıdır. Bugün ne gelecek günler, ne de gelöcek yıllarda değil, çok yakında bu nesil; aydın, bilinçli, sorumlu ve müs-lüman bir topluluğun bu ülkede en iyi filmleri en yüksek sanat zemininde, en yüce gerçeklerin, değerlerin, ruhların, gerçekliklerin, tarih ye kültür olaylarının, iman ve İslam'ın hizmetine vereceğini, en güzel filmleri ortaya koyacağını ve müslüman gençlerin en güzel sanatı sergileyerek İslam'da bulunan en güç şahsiyetlerinde şahıslaştırabileceklerini, bu vesile ile de târihte unutulmuş bu bedenleri (ki sunulmama, yetersizlik, gafletimiz ve sapmamız nedeniyle kimse onlardan sözetmemekte, arasıra ^özedilse bile yabancı kalmakta, çoğunlukla da kuşkulu olmaktadır), bu tasvirleri, bu çehreleri, bu değerleri, bu gerçekleri günümüzün en güzel ve en güçlü açıklamalarıyla ve günümüzün en iyi diliyle sunacaklarını göreceklerdir. Açıkça söylüyorum; film ve gösteriyi bu çağa getirmeli; tarihte ölmüş ve Rebezelerde açlıktan dolayı sessizce ortadan kalkmış veya Mercu'I-Uzerîarda zulüm ve zorbalıkla sessizce şehid olmuş bulunan Ebuzerler ve diğer yalnızları tekrar yenilemeli; böylece İslam, tekrar bu büyük bedenler, bu kahramanlar (kelimenin insani anlamında, yani varlıklarıyla ve düşünceleriyle bize ders, hayat, kan ve hararet bahşeden ve öğreten kişiler) ihya olmalı ve fedakarlık yapabilmeli, aynı şekilde uyanıklık gösterebilmeli, güçlüğe, hakarete, aşağılamaya, söv-güye tahammül edebilmeli; dinimizin yolunda sadece paradan candan değil, hatta kişiliğimizden de geçebilmeliyiz. (bu, fedakarlığın son aşamasıdır). Geç olmayacak bir gün işte bu nesil gelecektir. Bu müslüman topluluk bu toplumda, İran zemininde, İslam toplumu zemininde, dünya zemininde en yüksek sanat eserlerini gösteri ve film biçiminde yaratabilecek, üretebilecek ve onu en yüce insanî kavramlar, en büyük ve aydınlık Özgürlükçü, kurtuluşçu insanî gerçeklerin hizmetine verebilecektir. Biz bunu yapmalıyız, başka kimse yoktur![85]
[1] Hadid/25
[2] Bu değerlendirmeyi yapan kişi, hayvanın içgüdüsel duygularına bile sahip değildir. Çünkü dişi ve erkek hayvan çiftleştiklerinde cinsel içgüdülerinin gereğini yerine getirirler. Bu içgüdü yine de o kazançtan daha manevidir! (Evliliği bir kazanç yolu olarak değerledirmektedirler) Bir eşek hiçbir zaman bir çul için bir kilim veya sırtına koyulan herhangi bir şey için dişi eşeğe yanaşmaz. İnsan bu biçime girdiğinde eşekten de aşağı düşmüş demektir.
[3] Dr. Ali Şeriati, İktisat Sosyoloji-2-, İslam Ekonnomisi, Dünya Yayınları, (Çeviren: Kenan Çamurcu), İstanbul 2004: 7-19.
[4] Ra'd 11
[5] Bu aşırılık ve nesnel gerçekliklerin dışına çıkmaktır. Çünkü "felçli kişi koşu şampiyonu olamıyorsa bunun sorumlusu kendisidir" der. O, nesnel gerçeklikleri görmezden gelir ve dünyanın benim ve senin iradenin oyuncağı olduğunu zanneder. Böyle değildir. Evren, toplum ve tarihin hareketi, evrim, değişim ve dönüşümünün gerçekleştiği, benim ve senin tersine çeviremeyeceğimiz, ama benim ve senin bilinçli bir irade olarak bu sürece müdahalede bulunabileceğimiz ve o determinist yasaların seçimiyle yazgımız dilediğimiz biçimde değişime uğratabileceğimiz bilimsel ve maddesel kesinlikli yasalar vardır.
[6] Dr. Ali Şeriati, İktisat Sosyoloji-2-, İslam Ekonnomisi, Dünya Yayınları, (Çeviren: Kenan Çamurcu), İstanbul 2004: 20-25.
[7] Şöyle demişlerdir: "Dinin asılı üç mezhebin, aslı ise iki ilkedir; hepsi beş eder. Şia ile karışan İslam'ın ilkeleri beşe çıkıyor!" İslam Şia ile karışmış değildir, sen kendin karışıksın!!
[8] Dr. Ali Şeriati, İktisat Sosyoloji-2-, İslam Ekonnomisi, Dünya Yayınları, (Çeviren: Kenan Çamurcu), İstanbul 2004: 26-38.
[9] Burada konunun tip ve düzen olduğunu, ırk olmadığını hatırlatırım.
[10] Kimi mü'minler, Habil ve Kabil'in nikahlarını Şer'i kılmak için insanlığı haram doğumdan temizlemek üzere yeni çözüm yollan bulmuşlardır, ama ne yazık ki artık çok geç olmuş ve iş işten geçmiştir! Yine de bu müminlerin duyarlılığı, bu büyük ve yaşamsal sorunun çözümü için sar-fettikleri çabalar, sorumluluk duygusu ve insanlığın, özellikle de müslü-man toplumun derdini paylaşmaları takdire değerdir.
[11] Yani şöyle söylenemez: Her ikisi kardeşti, ama biri örneğin Kum'da eğitim görmüştü, diğeri ise Paris'te; o 'fezı' ve 'mekteb-i İslam' dergilerini okurdu, bu ise "Zen-i Ruz" ve 'in hefte'. Yahut veraset açısından Kabil'in halası seyyide idi, Habilinki ise Suudiyye!
[12] Adalet, dava açmak ve adaleti uygulamak anlammadır; çoğunlukla da topluluklar ve bireylerin yasalar temelindeki bireysel ve hukuksal ilişkileriyle sınırlıdır. 'Kist' ise herkesin, çalıştığı iş ve sahip olduğu hak oranında bulunan gerçek payı arasındaki eşitlik anlamındadır; yasa ister onu tanısın, ister tanımasın. Adaleti sağlamak için adalet mekanizmasını ıslah etmek, 'kıst'ı sağlamak için adalet mekanizmasını ıslah etmek ve ekonomik düzeni değiştirmek gerekmektedir; bunu da üst yapıda değil, altyapıda yapmalıdır.
[13] Dr. Ali Şeriati, İktisat Sosyoloji-2-, İslam Ekonnomisi, Dünya Yayınları, (Çeviren: Kenan Çamurcu), İstanbul 2004: 39-53.
[14] Bekleyen bizim gibi oturup kapıya bakan kişi değildir! Bu anlama gelmez. Bekleyen, asla olumsuz olamaz; böyle olan biziz! İkinci bir mucizenin meydana gelmesini bekliyoruz!
[15] Mele, bir toplumun ve bir devrenin güçlüleri; mütref, sözlükte, kendisini hiçbir insani sorumluluk duymayacak ve bukalemun gibi insanların arasından çokça açlık, çile ve mahrumiyet çeken insanların arasından geçerken bile renk değiştirmeyecek kalıcı ve varlıklı gören ve hisseden kişiler; Rahib de, tarihteki din yalancılarının başlarıdır. Bu üçü eleledirler.
[16] Bunlar Kur'an'da tarihte gerçeklikleri bulunan üç insan şeklinde-dirler; ama sonra sembolik bir boyut kazanmışlardır.
[17] Rahib sınıfı daima halka egemen sınıfın yanında olmuşlardır. Nitekim sihirbazlar ve melenin de firavunla elele olduğunu görüyoruz.
[18] İnfak, şuna üç kuruş, bu dilenciye bir miktar kömür vermektir. 'Na-feka' kökünden 'boşluk' anlamına gelmektedir. İnfak etmeyenler boşluğu doldurmayanlardır. Hangi boşluğu doldurmamaktadır sınıfsal boşluğu ve sosyal aralığı evlerine yığdıkları servetleriyle doldurmamaktadırlar.
[19] Şirk dinidir; isimler faklıdır, halk-karşıtı {tanrı ve tanrılar adına) bir dindir. Maber, dükkan ve sarayın üçü de bir ev olmuştu bu Kabil'in evidir.
[20] Dr. Ali Şeriati, İktisat Sosyoloji-2-, İslam Ekonnomisi, Dünya Yayınları, (Çeviren: Kenan Çamurcu), İstanbul 2004: 54-65.
[21] Dr. Ali Şeriati, İktisat Sosyoloji-2-, İslam Ekonnomisi, Dünya Yayınları, (Çeviren: Kenan Çamurcu), İstanbul 2004: 66-69.
[22] Dr. Ali Şeriati, İktisat Sosyoloji-2-, İslam Ekonnomisi, Dünya Yayınları, (Çeviren: Kenan Çamurcu), İstanbul 2004: 69-70.
[23] Dr. Ali Şeriati, İktisat Sosyoloji-2-, İslam Ekonnomisi, Dünya Yayınları, (Çeviren: Kenan Çamurcu), İstanbul 2004: 70.
[24] Dr. Ali Şeriati, İktisat Sosyoloji-2-, İslam Ekonnomisi, Dünya Yayınları, (Çeviren: Kenan Çamurcu), İstanbul 2004: 70-71.
[25] Filan kişi, Örneğin dünyanın aşağılık bir şey olmasından, herşeyin değersizliğinden bahseder. Para ve yaşantının yararsızlığını ve insanın maddiyata bu kadar dayanmaması gerektiğini sözkonusu eder. Sonra da kalkar der ki, "Beşyüz Tümen den daha az almıyorum!" Bu da bir tür muameledir (!) Okulda ve üniversitede ahlak dersi ve dinler tarihi dersi verir; mutlak maneviyat dersi verir ama yararı olmadığı için ücret ödemeseler!...
[26] Dr. Ali Şeriati, İktisat Sosyoloji-2-, İslam Ekonnomisi, Dünya Yayınları, (Çeviren: Kenan Çamurcu), İstanbul 2004: 71-75.
[27] Kıran: Kaçarlar devrinde İran para birimi. (Çev.)
[28] Elbette bu, sözkonusu duygular, şiir, sanat, müzik, biçbir teknik ve telkinle harekete geçirilmeyecek mevcut 'dindar insanların' iftihar etmesine yolaçmamaiıdır. Çünkü bir din yozlaştığmda, dindar olmayan bilinçli ve uygar insandan çok daha geri kalır.
[29] Dr. Ali Şeriati, İktisat Sosyoloji-2-, İslam Ekonnomisi, Dünya Yayınları, (Çeviren: Kenan Çamurcu), İstanbul 2004: 75-80.
[30] Dr. Ali Şeriati, İktisat Sosyoloji-2-, İslam Ekonnomisi, Dünya Yayınları, (Çeviren: Kenan Çamurcu), İstanbul 2004: 80-82.
[31] Jean Isoule: La Sainte Çite, birinci çizelge: sonuç çıkarımı (Conclusion) Dr. Ali Şeriati, İktisat Sosyoloji-2-, İslam Ekonnomisi, Dünya Yayınları, (Çeviren: Kenan Çamurcu), İstanbul 2004: 82-83.
[32] Bu sıralama bugünkü ahlak krizinde ekonomik, sınıfsal ve siyasal etkenleri -daha güçlü etkenlerdir- görmezden gelmemiş olduğum içindir.
[33] Gerçi Epicures epikürizme inanmaz; tıpkı Marks'ın da marksist olmadığı gibi.
[34] Dr. Ali Şeriati, İktisat Sosyoloji-2-, İslam Ekonnomisi, Dünya Yayınları, (Çeviren: Kenan Çamurcu), İstanbul 2004: 85-90.
[35] Dr. Ali Şeriati, İktisat Sosyoloji-2-, İslam Ekonnomisi, Dünya Yayınları, (Çeviren: Kenan Çamurcu), İstanbul 2004: 91-93.
[36] Buğday, hurma, kuru üzüm ve arpa.
[37] Koyun, deve ve sığır
[38] Altın ve gümüş para.
[39] Ebu Hureyre şöyle der: "Aylar geçer, ama Allah Resulü'nün evinden duman yükselmezdi. Sevdiği yemeği yağ ve hurma ile yoğrulmuş ve ıslatılmış undu.
[40] Örneğin Uhud savaşıdır; bu savaşta, çoğunuğun oyuna uyarak kendi görüşünün tersine davranmış; yenilgiye uğramalarına rağmen muhaliflere serzenişte bulunmamış, hatta "ben demedim mi" bile dememiştir.
[41] 'Dua kitabı' f!) olan Meclisî'nin 'Zâdu'l-Mead'mın mukaddimesini okuyun ve yapabilirseniz gülme ve ağlamanızın önünü alın.
[42] Dr. Ali Şeriati, İktisat Sosyoloji-2-, İslam Ekonnomisi, Dünya Yayınları, (Çeviren: Kenan Çamurcu), İstanbul 2004: 94-123.
[43] Nahl 10-11
[44] Naziat 30-337
[45] Bakara 29
[46] Tekasür 1-2
[47] Miftahu'l Kerame, Seyyid Cevad Amuli, C. 7, sh. 10.
[48] Dr. Ali Şeriati, İktisat Sosyoloji-2-, İslam Ekonnomisi, Dünya Yayınları, (Çeviren: Kenan Çamurcu), İstanbul 2004: 124-133.
[49] Dr. Ali Şeriati, İktisat Sosyoloji-2-, İslam Ekonnomisi, Dünya Yayınları, (Çeviren: Kenan Çamurcu), İstanbul 2004: 134-139.
[50] Dr. Ali Şeriati, İktisat Sosyoloji-2-, İslam Ekonnomisi, Dünya Yayınları, (Çeviren: Kenan Çamurcu), İstanbul 2004: 139-140.
[51] Dr. Ali Şeriati, İktisat Sosyoloji-2-, İslam Ekonnomisi, Dünya Yayınları, (Çeviren: Kenan Çamurcu), İstanbul 2004: 140-142.
[52] Vakıa 68-69
[53] İbrahim 32
[54] Hicr 22
[55] Sahih-i Buharî, 3. Cüz, sh. 113; Ah-med b. Hanbel'in Müsnedi'i 1-J6613
[56] Dr. Ali Şeriati, İktisat Sosyoloji-2-, İslam Ekonnomisi, Dünya Yayınları, (Çeviren: Kenan Çamurcu), İstanbul 2004: 143-146.
[57] Dr. Ali Şeriati, İktisat Sosyoloji-2-, İslam Ekonnomisi, Dünya Yayınları, (Çeviren: Kenan Çamurcu), İstanbul 2004: 146.
[58] Dr. Ali Şeriati, İktisat Sosyoloji-2-, İslam Ekonnomisi, Dünya Yayınları, (Çeviren: Kenan Çamurcu), İstanbul 2004: 146.
[59] Dr. Ali Şeriati, İktisat Sosyoloji-2-, İslam Ekonnomisi, Dünya Yayınları, (Çeviren: Kenan Çamurcu), İstanbul 2004: 146.
[60] Hadid (Demir) suresinde geçiği üzere; "Andolsun, biz peygamberlerimizi apaçık olan belgelerle gönderdik ve insanlar adaleti ayakta tutsunlar diye onlarla birlikte kitabı ve mizanı indirdik. Ve kendisinde çetin bir sertlik ve insanlar için yararlar bulunan demiri de indirdik; öyle ki Allah kendisine ve peygamberlerine gayp ile (görmedikleri halde) kimlerin yardım edeceğini bilsin. Şüphesiz Allah büyük kuvvet sahibidir, üstün olandır." Allah'ın, peygamberini kitap ve terazi ile gönderdiğini ve bu risalet-ten hedefinin, insanların adaleti ayakta tutmaları olduğunu açıkladığını görüyoruz. Dikkat çekici olan, ara vermeksizin 'demir'i sözkonusu etmesi, daha sonra da, onunla Allah'a ve Allah'ın peygamberlerine bu risalete yardımcı olmaları şeklindeki halkın sorumluluğunu hatırlatması, sonunda da Allah için zikredilen iki sıfatı belirtmesidir. Her iki kavramın da yükseklik ve gücü vardır; bunların hepsi, kitap ve teraziden hedefin adaleti ayakta tutmak oludğu büyük doğrusunu Öğretmektedir. Ama bunun gerçekleşmesi 'demir'e bağlıdır; iman, bilinç ve kanun yeterli değildir.
[61] Al-i İmran 21-22
[62] Cin 14
[63] Dr. Ali Şeriati, İktisat Sosyoloji-2-, İslam Ekonnomisi, Dünya Yayınları, (Çeviren: Kenan Çamurcu), İstanbul 2004: 147-160.
[64] Dr. Ali Şeriati, İktisat Sosyoloji-2-, İslam Ekonnomisi, Dünya Yayınları, (Çeviren: Kenan Çamurcu), İstanbul 2004: 161-165.
[65] Burada bana yöneltilen bir eleştiriye değinmek istiyorum: Kur'an ayetlerini niçin istediğim gibi yorumladığım ve tevil ettiğim soruluyor, örneğin Adem kıssasındaki çamurun benim zannettiğim anlamda olmadığı söyleniyor. Ben bu kavramların, simge mi, nesnel gerçeklik mi olduğu yolundaki dış gerçekliğiyle ilgilenmiyorum. Kur'an, Adem'in yaratılı-şındaki bu gerçekliği, kötü kokulu kil' ve 'kile benzeyen toprak tortusu ifadeleriyle insanın olumsuz yarısını, yani ondaki fesad'a meyli ve tortuya meyli açıklamak istemektedir; yaratılış günümüzde Adem'in bedenini oluşturan maddi unsur değil.
Şaşırtıcı olan, bunların bana Kur'an üzerinde düşünme ve Kur'an'ın metninden yeni anlamlar çıkarma izni vermek istememeleridir. Kendileri 'besmele'nin b'sinden ilginç şeyler çıkarma; Kur'an'dan atom bombası ve Apollo 13'ü bulma; "Güneşe ve onun pırıltısına andolsun; ona uyduğu zaman aya, onu parıldattığı zaman gündüze, onu sarıp örttüğü zaman geceye..." (Şems 1-41 ayetlerindeki "güneş'i Peygamber, 'ay', Hz. Aîi, 'geceyi -ki karanlık ve yoiu kaybetmedir ve delaletle birliktedir- ÜmeyyeoğuÜarı hükümeti -oysa Allah'ın yemin ettiğini anlmamamakta ve unutmuş görünmektedirler, yani Allah Ümeyyeoğuliarı hükümetine de mi yemin etmektedir- olarak anlamlandırma hakkına sahiptirler, bense Kur'an'm en açık, en berrak kavramlarını kullanmaya hak sahibi değilim.
[66] Dr. Ali Şeriati, İktisat Sosyoloji-2-, İslam Ekonnomisi, Dünya Yayınları, (Çeviren: Kenan Çamurcu), İstanbul 2004: 166-168.
[67] Dr. Ali Şeriati, İktisat Sosyoloji-2-, İslam Ekonnomisi, Dünya Yayınları, (Çeviren: Kenan Çamurcu), İstanbul 2004: 168-172.
[68] Dr. Ali Şeriati, İktisat Sosyoloji-2-, İslam Ekonnomisi, Dünya Yayınları, (Çeviren: Kenan Çamurcu), İstanbul 2004: 173-175.
[69] Dr. Ali Şeriati, İktisat Sosyoloji-2-, İslam Ekonnomisi, Dünya Yayınları, (Çeviren: Kenan Çamurcu), İstanbul 2004: 175-177.
[70] Dr. Ali Şeriati, İktisat Sosyoloji-2-, İslam Ekonnomisi, Dünya Yayınları, (Çeviren: Kenan Çamurcu), İstanbul 2004: 177-179.
[71] Dr. Ali Şeriati, İktisat Sosyoloji-2-, İslam Ekonnomisi, Dünya Yayınları, (Çeviren: Kenan Çamurcu), İstanbul 2004: 179-181.
[72] Dr. Ali Şeriati, İktisat Sosyoloji-2-, İslam Ekonnomisi, Dünya Yayınları, (Çeviren: Kenan Çamurcu), İstanbul 2004: 181-183.
[73] Dr. Ali Şeriati, İktisat Sosyoloji-2-, İslam Ekonnomisi, Dünya Yayınları, (Çeviren: Kenan Çamurcu), İstanbul 2004: 184-189.
[74] Hikmet 200, Nehc'l Belağa
[75] Dr. Ali Şeriati, İktisat Sosyoloji-2-, İslam Ekonnomisi, Dünya Yayınları, (Çeviren: Kenan Çamurcu), İstanbul 2004: 189-191.
[76] Peygamber ve imamlar devrinde para Dirhem ve Dinar olduğu, (yani nakitler, altın ve gümüş paraydı) kağıt para da kağıt olduğu, kağıt ise nakitler'in bir parçası olmadığı, ne gümüş, ne de altın olduğu için mecburen şöyle diyeceksiniz: Öyleyse kağıt para ile yapılan bütün bu muameleler nedir?
Kağıt para ile hesaplanan ve ödenen şer'i yön ne olacak? Kapitalizm ve ekonomi çağında böyle bir inancı olan hocaefendi kağıt parayı kabul etmiyor mu? Özür dilerim, niçin bana soruyorsunuz?
[77] "... Allah'a ve Resulüne karşı savaş açtığınızı bilin..." (3/274)
[78] Şeriata sahtekarlık yapmak için başka onlarca şer'i yol icat edilmiştir; 'şart satışı', 'sulh', 'rehin1, 'selef satışı' (ne büyük bir faciadır!), 'hi-be-i muavvizi' vs. Sermayedar ve egemen sınıfın çıkarına olan konularda Safevî Şia'sının mollalarının artık gelenekçi, eskiyi kutsayan, donuklaş-mış, yeni düşüncelere karşı, içtihada ve dinde değişime muhalif olmadıklarını, tam tersine güzel düşünceli, hatta bid'at üreten, yenilik arayışı içinde olan, dinin zamana ve zamanın ihtiyacına uyarlanması taraftarı olduklarını görüyoruz, özellikle de egemen sınıfın; hums, zekat ve sehm verecek olan sınıfın; hayır, sadaka ve iyilik sınıfının ihtiyaç ve zamanına. Çünkü Safevi dinadamları 'piyasa'dan besleniyorlardı. Ayrıcalıksız aydının ise kafası dolu ama cebi boştur; düşünsel ihtiyacı vardır ve Allah'ı anlama arayışı içindedir, kandırma değil. Avam halk da, hikmetli Allah'ın -hikmet-i balığa ve meşiyyet-i ilahisine uygun olarak- kendilerine ne ilim, ne mal, ne de makam vermediği, bu nedenle de hayır ve hizmetin kaynağı olamayan kişilerdir.
[79] Seni katleden topluluğa lanet olsun, sana zulmeden topluluğa lanet olsun, bunu işittiği halde nza gösteren topluluğa da lanet olsun.
[80] "Güç, takva giysisi giydiğinde tarihin en büyük felaketi meydana gelir." 'Doğu ve Batıda Din' isimli kitap.
[81] Safevi dinadamlarının adap ve protokolü tam olarak saray ve soylu sınıfın adap ve protokol yığınıdır. Ali Kapu'dan Mescid-İ Şah'a kadar bir boşluk yoktur. Nitekim medreselerde, şia ve İslam'ın kültür tarihinde görülmemiş ve yeni olan uzun lakaplar ve çok sayıda protokol Safevi ve Kaçar saltanat sistemini taklidle dinadamları arasına girmiştir.
[82] Dr. Ali Şeriati, İktisat Sosyoloji-2-, İslam Ekonnomisi, Dünya Yayınları, (Çeviren: Kenan Çamurcu), İstanbul 2004: 192-197.
[83] Dr. Ali Şeriati, İktisat Sosyoloji-2-, İslam Ekonnomisi, Dünya Yayınları, (Çeviren: Kenan Çamurcu), İstanbul 2004: 198-203.
[84] İnfak, şuna ve buna şah gibi vermek, yedirmek, Allah ve müslü-manların başına kakmak, rahat bir vicdanla da uyumak ve bu havayla tüm imamları, tebrik eder bir durumda rüyada görmek değildir. İnfak, 'nefaka'dan çukur, boşluk anlarmnadır. İnfak, bu çukuru gidermek ve bu boşlukla mücadele etmektir.
[85] Dr. Ali Şeriati, İktisat Sosyoloji-2-, İslam Ekonnomisi, Dünya Yayınları, (Çeviren: Kenan Çamurcu), İstanbul 2004: 204-207.