İSLAM EKONOMİSİ

İslam'da Ekonominin Önemi

 

Kavramları parça parça ele aldığımızda anlamı yoktur; olsa da sapmış biçimde bulunacaktır. Ne yazık ki dini ko­nularımızın hepsini parça parça ve tek boyutlu olarak ele aldığımız için, sonuca ulaşmamaktadır. Vaiz veya müfessir bir konuyu alır sonra bu konuyu olgunlaştınr ve bir sonuca varır. Sonra da bu sonuç bir talimat, bir inanç ve bir pren­sip olarak sapkın bir biçimde herkes için sözkonusu edilir. Bazen konuyu, geçmişte her zamankinden çok olduğu üze­re dünyadan yüz çevirmenin başına koyarız: Dünyanın ya­rarı yoktur; tüketimi aşağı çekmeliyiz. Soyluluğu uzaklaş-tırmalıyız. Olabildiğince sade olunmalı; iki evle yaşayabili-yorsan üç ev alma; bir evle yaşayabiliyorsan iki ev alma. Üç kat elbise ile yapabiliyorsan dört kat elbise alma vs. Bunlar, ayet şeklinde takrarlanan rivayetleridir. Peygam-ber'in davranışı, Peygamber'in sünneti, imamın davranışı olarak da geçmektedir. Bir topluluk bunlara dayanarak amel etmekteydi. Nasıl bir sonuç elde edilmiştir? Ruhban­lık, zühdçülük ve dünyadan yüz çevirme, tüm nimetlerin

(ilâhi ve ülkeye ait nimetler) serseriler, başıboşlar ve tem­bellerin ya da müslüman olmayanların eline geçmesine yo-laçmıştır. Müslümanların dünyadan yüz çevirmeleri, müs­lüman olmayanların da dünyayı yağmalamaları nedeniyle ve insanların yazgısı, ekonomik güçlerin kendilerinin elle­rinde bulunduğu kişilerin eline geçtiği için müslümanların insani ve düşünsel yazgısı da kendiliğinden başkalarının eline düşmüş oldu. Bunun örneği Hindistan'dır. İngilizler Hindistan'a geldikten, yeni bir ekonomi, yeni bir piyasa, yeni bir üretim ve tüketim, yeni bir eğitim ve öğretim, ingi­liz okulları ve yeni bir eğitim sistemi Hindistan'a girdikten sonra müslümanlar dünyaya yüz çevirdiler. Bundan önce Hindular çoğunluk olmalarına rağmen hem ekonomi, hem de yönetim müslümanların elindeydi. 600-700 yıl boyunca Hindistan hep İslam ülkelerinin en azametli ve en büyük­lerinden biriydi. İngilizler gelene kadar. Hindistan İslami düşüncenin merkezi, müslümanların gücü ve en büyükîs-lam ülkesiydi. Hatta Osmanlı İmparatorluğu yıkıldığında hilafeti yeniden kurmak için çabalar Hindistan'da başladı. Çünkü hindular geri kalmış ve yozlaşmışlardı; İslam'dan sonra tarih boyunca yönetim müslümanların elinde olduğu için bilim, ekonomi, eğitim, teknoloji, ticaret, uygarlık ve herşey onların kontrolündeydi. Uygarlar müslüm ani ardı, yozlaşmışlarsa hindular. Gelen İngilizler yeni bir ekono­mik düzeni, eğitim düzenini yerleştirerek müslümanları yönetimden uzaklaştırdılar, hinduları ise yeni ekonomi ve eğitim sisteminin başına geçirdiler. Hindular (600-700 yıl boyunda aralarında okumuş ve bilinçli bir şahsiyet ve si­mayı göremeyeceğiniz hindular) yeni eğitim sistemini ele aldıktan sonra aralarından Gandiler, Nehrular, Şaşteriler çıktı. En parlak bilginlere, politikacılara ve güçlü kişileri sahip olan müslümanlar ise çöküşe doğru sürüklenmeye

başladılar; öyle ki en büyük şahsiyetleri Muhammed Ali Cinnah ve Bayan Fatıma (O'nun ablası) idi, başka da kim­se yoktu. Bir de bu şekle dönüşen bugünkü Pakistan'dır ve ayrılığı göstermektedir. Şu anda bile Pakistan müslüman-lara sempatimiz Hindistan ateşperestlerine olanla kıyas­landığında azdır. Öyle değil mi? Gandi Hanım nerede, But-to bey nerede? Zülfali Han, Zülfîkar Ali Han, İskender Han; Tagor, Gandi ve Şaşteri (ki başbakanlık sarayına bi­sikletle giderdi) gibi şahsiyetlerdir veya cumhurbaşkanı Radhakrişna gibi (Avrupa'ya gittiğinde bilimsel ve felsefi bakımdan Avrupa'da ses getirir) büyük bilimsel şahsiyet­lerdir. Butto ile İskender HanTcıyaslanamazlar. Niçin böy­le oldu? Çünkü müslümanlar yüz çevirdiler; ekonomi ve eğitim de hinduların eline geçti ve müslümanlar iki nesil sonra yozlaştılar.

İslam tarihinde, sade yaşam üzerinde yoğunlaşıp dün­yadan yüz çevrilmesi veya anlamsız ve hedefsiz sapkın zühdçülük, en iyi müslümammızı en yoz müslüman haline getirmiştir. O zamanlar, İslamda gelişmiş olan bu zühdçü­lük ve dünyadan sufice yüz çevirme sapmasına karşı müca­deleden bir aydın şöyle der: Niçin böyledir? İslam ve Kur'an, 'hayırlar', nimetler', 'ganimetler' ve bunun gibi şeylerden sözeder. 'Çokça ganimetler', hicretin sonuç ve he­deflerinin bir parçasıdır. 'Çokça ganimetler', maddi dünya­ya ait şeylerdir; bunların hepsi maddidir. Peygamber der ki, "Kuşkusuz hayır sevgisini severim! 'Hayır', Kur'an di­linde ve Peygamber'den yapılan rivayette para ve dünya malı anlamına gelir; bir kimse dünya malına sevgi duysa ve onun ardından gitse 'ben bu sevgiyi severim" yani ken­dim dünya malını sevmem, ama toplumun, müslümanların dünya malını sevme eğilimlerini severim. Diğer taraftan ne meydana gelmektedir? Soyluluk, kapitalist ve paratapıcr -

ğın yorumu, sapkın mal yığan soyluluğun yorumu Peygam­ber, "Çokça ganimet, velayetin ve dinin bereketidir. Müslü­manlar güzel ve hoş şekilde yaşamalıdırlar." buyurmuştur.

Oysa her ikisi de sapmadır. Yani bunların hiçbiri İslam değildir. Her ikisi de aynı çizgiye düşmüşlerdir ve soyutla­mayla, devamlı olarak bir bölüme, bir parçaya dayanmış ve onu geliştirmişlerdir. Sonraları İslam'ın gerçek çehresi, İs­lam'ın ne tür bir mekteb olduğunu anlamak isteyen bir araştırmacı ve bir üniversite öğrencisi için artık anlaşılmaz hale gelmiştir. Bir zaman olur zühdçülüğe yönelir; öyle ki Buda'dan ve Hind arınmacılardan da ileri gider. Bir zaman da olur ki batı kapitalizmini bile geçecek bir paratapınma-cılığına yönelir. Sonra ne olmuştur? Bu nedir? Bu mekteb ne ile isimlenir?

Her ikisi için de Kur'an'da, peygamber'in sünnetinde, peygamber'in hadisinde oldukça fazla delil mevcuttur. Bu mekteb niçin anlaşılamamaktadır ve niçin anlamı ortadan kalkmıştır? Çünkü bu kavramlar ideolojinin bütününde sözkonusu edilmezler. Parçaları, İslam mektebinin tamam­lanmış bileşiminde göstermek ve o zaman ne anlam verdi­ğine bakmak gerekmektedir. Bu durumda her iki anlamı da verdiğini görmekteyiz: Hristianlık, Mazdekilik, Manilik ve Hind arınmacılığından İslam'a giren sufilik, zahidlik (Ekonomik yaşamın, uygarlığın ve ilerlemenin çöküşüne yolaçan dünyadan yüz çevirme) sözkonusu olduğunda İs­lam bununla mücadele eder ve bu mücadelede maddecilik, ekonomi, yaşam, üretim ve yararlanmanın değerlerine da­yanır. Ekmek aracılığıyla Allah'a ibadet edebileceğim söy­leyecek kadar ekmeğin değerini esas alır. Yahut, mesela "Meaş'ı (Geçimliği) olmayanın Mead'ı da (Ahireti de) omaz." ifadesiyle mead'ı maddi yaşama bağlar ve doğru da söylemiş olur. Doğru-dürüst ekonomileri olmayan toplum­ların, doğru-dürüst kültürleri de yoktur. Ahlaki değerleri de giderek zayıflamaktadır. Amerika'nın siyahları arasın­da niçin bu kadar fesad vardır? Siyahların zaten fasid ol­maları nedeniyle mi? Hayır, zayıf bulundukları ekonomik yaşam nedeniyle. Amerika'daki siyah ırk, ekonomik konu­mu olmayan bir yerde bulunmaktadır. Ekonomik konum bulunmadığından kültürel ve manevi konum da olmaya­cak, manevi ve insani gelişim de duracatır. Harlem soka­ğındaki siyah çocuğun eğitim imkanları New York veya Washington'da en iyi yerlerde ya da en iyi çocuk psikolog­ları ve eğitimcileri ile bilimsel bir sistemde eğitim gören ço­cukla aynı değildir; siyah çocuk esrar, pislik ve fesad içinde büyümetedir. Nitekim ortaya ne çıktığı da bellidir!

Bu zayıf ekonomik konum, zayıf kültürel konum, fesad vs. nedeniyledir. Tahran'daki çocuk suçluların dosyalarım inceleyin. Milli Üniversite'den birisi bana çocuk suçlularla ilgili beş-altı tez verdi: Güneyden şehrin yukarılarına, zen­gin kesimlere doğru çıkıldığında çocuk suçlarının oranı düşmektedir. Oysa insanlık bakımından, yukarılara çıkıl­dıkça adam sayısı azalmaktadır. Ama ekonomik imkanlar nedeniyle, babası hırsız olan ve kuzeyde yaşayan zengin çocuk en iyi okula, en iyi öğretmene, en iyi kitaba ve en iyi eğitime sahiptir. Şehrin güneyindeki köyden yeni gelmiş, kendisi dindar, hanımı da temiz olan işçinin talihsiz çocu­ğunun kaçakçılık, hırsızlık ve yankesicilik yapma ihtimali çok yüksektir. Bu, insanın doğasına özgü bir şey değil onun ekonomik yazgısı nedeniyledir. Bundan dolayı, ekonomik fakirlik meselesinin temel olarak söz konusu olduğu bir yerde (fakir bir toplum ve geri kalmış bir ekonomi) İslam, ekonominin gerçekliğini ve olabildiğince fazla ekonomik ilerleme ve yararlanmayı esas alır. Burada sorun sosyaldir.

Bir başka yerde, 'birey'in ekonomik, maddi ve soylu yaşam­dan yüz çevirdiği ölçüyü esas alır. Bu ne demektir? Önce İslam'dan ve islam ekonomisinden birey olarak mı, toplum olarak mı bahsedildiğini somutlaştırmak gerekmektedir. Bunları birbirinden ayırmazsak sorun karmaşık hale gelir ve tamamen çelişikili sonuç elde edilir. Basit bir yaşama sahip bir topluma, yani daha az yararlanmanın yaşandığı, teknolojik açıdan geri kalmış, ekonomik olarak aşağıda ve refahı olmayan bir topluma İslami bir değer vermek ister­seniz bu; İslam'da fakirlik felsefesi, zillet ve geri kalmışlık olur. Burada İslam neyi esas almaktadır? Olabildiğince fazla yararlanma 'çokça ganimet' elde etme ve olabildiğince fazla meaşı (dünyalığı) meadın (ahiretin) altyapısı olarak almayı. Burada servet ve para 'hayır'dır; serveti çok olan bir toplum da çok çok hayra sahip demektir. Taki Bey, Ha­san Bey, Ali Bey, ben, sen (İslam toplumu değil) bu top­lumdaki ve bu toplumla ilgili tüm çabaların sözkonusu ol­duğunda maddeden olabildiğince çok yararlanman lüks ve en son modaları kullanman, olabildiğince çok biriktirmen İslam'a aykırı bir eğilim olur. Toplumsal gidişte olumlu olan bu eğilim, bireysel-psikolojik gidişte olumsuzdur. Ni­tekim bireysel yaşamda ilerlemeye dönük ve ilahi bir iş olan zühd, toplum için fakirlik felsefesi ve zillettir. Serma­yedarlık, ekonomik ilerleme, maddi ilerleme ve toplumda (İslam'da altyapısı demir olan bir toplum) olabildiğince güçlü ve olabildiğince çok miktarda madde sahibi olunması Kur'an'ın ve İslam'ın bir büyük dayanağıdır. Kur'an şöyle der:"... Kendisinde çetin bir sertlik ve insanlar için yarar­lar bulunan demiri de indirdik."[1]Yani demir üzerine bir toplum kurunuz, fakirlik, zillet ve zayıflık üze­rine değil. Demir nedir? Silahtır, makinadır, tekniktir. Yoksa böyle değil mi? Burada öncelikle bakışaçılannın belirlenmesi gerektiğini görüyoruz. Yani Kur'an'ın bir şeyi esas aldığı görüldüğünde bunu hangi açıdan yaptığına ba­kılmalıdır.

Dünyada ve fakir bir toplumda müslümanlar (ki Ortado­ğu ve Afrika'dadarılar) niçin fakir ve dünyadan yüz çevi­renler olmaktadırlar ve niçin güzel yaşama, teknoloji ve maddi yararlanmaya önem vermemektedirler ? Bu nedenle ekonomi, üretim, tüketim ve dağıtım tamamen Avrupalı sermayedarların, Rusların ve Amerikalıların elinde bulun­makta, bundan dolayı da onların hizmetçisi olmaktayız; bir iğne için bile onları bekliyoruz. Ekonomik fakirlik siyasal fakirliği doğurmakta sonra da ekonomik sömürüyü ve ba­ğımlılığı ortaya çıkarmaktadır. Bu gün dünyada ekonomik bakımdan aşağı düzeyde olup da bağımlı olmayan bir top­lum var mıdır? Olabilir mi? Siyasal bakımdan kendisini bağım sizi aştırır, ama iş üretime geldiğinde bir iğne için sermayedara muhtaç olur. Eğer sermeyadar vermezse to­pal kalır; verdiğinde de sömürüye yönelik siyasal 'direk­tiflerini dayatır. Böyle değil mi? Devrim yaptıktan ve siya­sal bağımsızlığa kavuştuktan bir süre sonra tekrar Batının vesayetine girildiğini görüyoruz. Niçin? Çünkü toplumu fa­kirdir; ekonomi fakirlik de bir insanı ve bir milleti kendili­ğinden siyasal 'teba' durumuna getirir. Bu nedenle Kur'an bununla ilgili olarak "Ekmek aramayı size ibadetin bir par­çası olarak yazıyorum", "Eğer birisi maddi yaşamını savu­nurken öldürülürse şehiddir", "Ekmeği namazın vesilesi ve alt yapısı kabul ediyorum.", "Muhacirler ahirette kurtulma ve cennetlik olmaya ek olarak dünya hayatında da refan içindedirler ve ekonomik yararlanmaya sahiptirler"i vurgu­lar. Sonra bireysel yaşamın ardına düşer. İnsannın günlük yaşamındaki yönlendirici sebeplerden kimisi, insanlar ara­sındaki ilişkilerde değere dayalı bağımlılık ve değerler yönündedir ve değere dayalı konular nedeniyledir. (Bilim, öz­gürlük, takva, iman, güzel ve mukaddes şeyler) çaba, endi­şe, ihtiyaç ve bağımlılığından bir kasımı, para kazanmak ve çıkar sağlamak (bunun ve şunu, işine yarayacakları ya­rın lazım olacağı ve yaşamına katılmaları gözüyle görür.) içindir. Bu iki ilişkide işine ve kazancına yarayacak olan dışında hiç kimse ile teması olmayacak veya işinin sekteye

*. Öğle yemeği yemek için bir restorana giderdim. Orada İsrailli bir arkadaşım vardı. (Yemeğe başlarken başına taktığı takkeden Yahudi oldu­ğu anlaşılıyordu.) Çoğunlukla yanyana oturduğumuzdan tanışıyorduk. Ben hep 'Le Mond' okurdum. (Gıdamın bir parçasıydı.) Bir defasında Le Mond'un beşinci sayfasına bakmakta olduğunu fark ettim. Sordum: "Ne is­tiyorsun?" ".... sütununu" dedi. Baktım o sayfa İşime yaramıyor. Ona ve-dim. Sonra bana "işin ne?" diye sordu. "Öğrenci." dedim. "Nerelisin?" dedi. "İranlı." diye cevap verdim. "Bunları okuyor musun? (Le Mond'un başma­kalesini, siyasi haberleri okuyordum; nerede darbe olmuş, nerde neler meydana gelmiş vsi Bunlar ne İşine yarıyor?" diye sordu. Cevap verdim: "Öğrenci olman senin ne işine yarıyor?" "İnsan mantıklı olmalı. İkimiz de öğrenciyiz. Ben İsrail'den sen de İran'dan aylık yüz tümen, bin tümen harçlık alıyoruz. Bu para Fransız Frank'ına çevriliyor, sonra da harcıyo­ruz. Frank'm dalgalandığı her gün yaşamımız üzerinde etkili oluyor. Bu nedenle bu sütun işimize yarıyor. Paris'te hep pahalılaşan ve ucuzlayan bu maddeler (ayda bir tümen boyutunda) yaşamımıza etki ediyor mu, et­miyor mu?" diye sordu. "Evet", dedim. "Ama mesela Şili'de darbe olduğunu söyleyen o başmakalenin senin -bir İranlı öğrenci olarak- üzerinde ne etki­si var? Niçin bunları okuyorsun?" dedi. Konuştuğu dilin, kendisi ile tartı­şabileceğim bir tarza sahip olmadığını gördüm. Çünkü o, dünyaya 'yaşam açısından işe yararlık' temelinde bakmaktaydı. 'Doğru da söylüyordu! O temele ve görüşe göre, Afrika'da ne olduğu, Lumumba'nın ne yaptığı vs. oradaki bir öğrencinin yaşamı ile ilgili olarak ne işe yarayabilirdi? Eğer kahve bir frank ucuzlamışsa günde bir veya iki kahve içen benim için bu yüzden bir franklık fark yarar veya zarar olabilir. Evet işte bu yönlendirici bir sebeptir.

insani düşünce atmosferleri; ilişkileri, dostlukları düşmanlıkları, hat­ta evlilikleri bile para temeline dayanacak olan-kişiler vardır. Kayınpeder­leri ile evlilik yapan kişileri görmüyor muyuz! Bu para için değil midir? Yani insan yaşamında sahip olduğu en aziz şeyi hangi şey temelinde düşü­nür! Ne sevme, ne aşk, ne de insani değer; bir miktar para veya eşinin sa­hip olduğu hısım ve akraba sayısı tamelinde...uğramaması için hiç kimse ile teması bulunmayacak bir yola girerse[2] İslam ona baskı uygular, uygulamalıdır da. Bundan dolayı iki mesele sözkonusudur; biri şudur: Kendi­ni, varlığının bütün boyutlarını, insani yeteneklerinin tü­münü, tabiatın Rabbinin insana yerleştirdiği ve kitap, ko­nuşma, söz ve insani ilişkiler aracılığıyla, değerlerele te­mas aracılığıyla yaygınlık ve gelişme kazandırılması, hava ve güneş aldırılması gereken değerleri mal yığma ve tüke­time tapmanın kurbanı haline getiriyorsun. Oysa biraz fır­sat lazımdır. Bir miktar bağlılık ve duygu taşımalısın. Bu şeylerden biraz lezzet almalısın, ama almıyorsun. Bütün üzüntün devamlı olarak muhasebe ve varlık bulmuşluktur. Bu şekilde aşağı iniyorsun. Sürekli olarak, "varlık bulmuş-luğunun genişlediği ve "varlığının küçük, daha küçü oldu­ğu düzeye kadar küçülüyor ve alçalıyorsun. İslam bunu ka­bul edemez. Molla, geçimlik ve ekonominin asilliği ile ilgili, "çokça ganimetler", 'hayr' vs. ile ilgili rivayetleri fare gibi, domuz gibi bir yaşama yorumlamak için sofrana getirmek ve senden bir miktar para ve pay' almak ister. Bu, o mese­lenin dışındadır: Ekonomik düzen, bir zama toplumda bir düzen veya eğilim olarak sözkonusudur; bir zaman da bi­reydeki düzen veya eğilimdir. İslam'ın bu iki boyut, bu iki yönelişle çelişkisi vardır. Bütünlüğü içerisinde bakmadığı­mızda birey hakkındaki ekonomik görüşü alıp topluma ko­yarsak fakir, talihsiz ve çökmüş bir topluma sahip oluruz; İslam'ın toplum konusunda geçerli olan maddi eğilimini alıp birey üzerine oturtursak bireysel kapitalizm ve mal yığmayı izah etmiş bulunuruz. Bu ikisi de 'İslam'dır, her ikisi için de rivayet, hadis ve sünnet vardır!

Üçüncü mesele, bireyin ayrı olarak bir İslami ekonomiye toplumun da ayrı olarak İslam dışı bir ekonomiye sahip olup olamayacağıdır. Toplumda varolan düzen islami olma­dığı halde islami bir ekonomi temelinde yaşamını sürdüren bir bireyden sözedilebilir mi? Bu durumda ortaya mizahi, bilim ve zihindışı ve saçma-sapan bir şey çıkacaktır; so­rumluluk taşımayan, gerçekleri görmeyen ve yaşamın için­de bulunmayan kişinin kendisi için ördüğü şey bunun dı­şındadır! Yaşamın içinde bulunmayan, ekonomide ve piya­sada yer almayan, muameleye katılmayan benim için zih­nimde ideal-mutlak bir islami ekonomi tasarlamak pratik imkanı olmamasına rağmen böyle yaşamaları için bunu herkese dayatmak çok basittir. Bunun pratiği yoktur, çün­kü ekonomi sosyal bir konudur. Esasen İslam dışı bir dü­zende bir birey ekonominin içinde yeralmıyorsa islami ola­rak yaşayabilir, ama ekonominin içinde bulunuyorsa yapa­maz; kendisini kandırıyorsa o başka. Ben her biçimiyle ka­pitalizmi faiz kabul ediyorum, ama molla onu ne yapmak istiyor?! Bunu yorumlamak, bir şekilde 'islamileştirmek' ve payını da almak istiyor. Öte yandan idealist düşünen kes­kin devrimci gencimiz, toplumun ekonomik düzeninin bire­yin ekonomisi üzerinde egemenliğini gozönünde bulundur-maksızın o bireyi mahkum ediyor. Çok küçük ilişkilerle il­gili olarak bir örnek zikredeceğim: Meşhed'de bir evim var. Tahran'da ev almak için bu evi satmak istiyorum. Böyle bir davranış çok doğal bir davranıştır; yani yapmayabilirim de. Bazen ekonominin İslami olmadığı ve ekonomik bir iş yap­mamamız gerektiği söylenir. Ama benim yaptığım bu iş ekonomik bir iş değildir; insani bir yaşantıdaki bireysel iştir. Her varlığın, her insanın eve ihtiyacı vardır. Ben de oradaki evi satmak ve burada bir ev almak istiyorum. Ora­daki evi örneğin yetmişbin tümen'e almışım, üç, dört, beş, yıl geçmiş ve ev mahvolmuş. Diyorum ki, "Bu evin değeri nedir?" "Beşyüzbin tümen" deniyor. Dört yıl boyunca mah­volmasına rağmen bugün değeri nasıl yedi katına çıkar? Acaba bu islami midir? Hayır. Niçin? Çünkü üretimde bu­lunmadım, hatta ondan yararlandım. Onunla iş yapma­dım, tam tersine onu mahvettim. (Bu, anlattığım işimin bir örneği) Bir arsa da üniversite vermişti. (Herkese verdiler; bana da verildi. Bir milyon metreyi bedava alıp beşyüz metresini insana minnet ederek verdikleri 'sahte' bağışlar­dan!) Arsayı verdiklerinde beşyüz-altı yüz tümen ediyordu, bugün kaça alırlar? Yüzyirmibin ve yüzellibin tümen'e Evi­min ikiyüz-üçyüz bin tümene, bu arsanın da örneğin yüzel­libin tümen olduğunu görüyoruz, yani hem evim, hem de arsayı piyasada toplam olarak üçyüz veya üçyüzelli bin tü­men'e alıyorlar. İslami açıdan bu arsanın benim için bir kuruş değeri yoktur. Çünkü arsayı Allah yaratmış, bense üzerinde bir iş gerçekleştirmemişim bir iş yapmak ve üre­tim değeri oluşturmak istediysem de belediye izin verme­miş çünkü imar planına aykırı görülmüş. Bu durumda rüş­vet vermem, yalan söylemem ve binlerce pis işe ve başka fesadlara katlanmam gerekiyor. Zira arsada üretim yap­mama, orayı ağaçlandırmama, bayındar ve diri hale getir­meme izin verilmiyor. Eğer bu işleri yapamıyorsam aynen bırakmak zorundayım. Arsayı geri versem buna Allah Al­lah diyecek, elimi öpmeye hazır ve 'eşşekliğime' bravo diye­cek binlerce hırsız vardır. Bu bedavacılar; ayyaşlıkları, ser­serilikleri ve hırsızlıkları için benim eşekliğimden ve saflı­ğımdan yararlanmakta ve "Galiba biraz beyin sarsıntısı ge­çirmiş; arsayı istemiyor" demektedirler. Aynı şekilde, evimi seksenbin Tümen'e almışım; otuzbin Tümen (çünkü dört veya beş yıllık bir ev.) olarak bugün ellibin tümen ediyor olmalıdır. Eğer Süleymaniye'de bir oda tutsam otuzbin tü­men olduğunu, buna ilave olarak da aylık ikiyüz tümen vermemem gerektiğini söylerler. Bu durumda İslami eko­nomi ile ne yapabilirim? Evet mevcut ekonomi temelinde hareket etmeye mecburum. İslam'a uygun satış yaptığımda İslam'a uygun satın alabilmeliyim, öyle değil mi? Yoksa İs­lam'a uygun satış yapmak ve sermaye sahibine uygun sa­tın almak hiçbir zaman satmalma gücüne ulaşamaz. İs­lam'a uygun satış yaptığımda bu parayı yiyemem bile; böy­le bir durumda müslümanlar, bedavacıların ve üçkağıtçıla­rın kendilerini yiyecekleri ve saflıklarında yararlanacakla­rı akılsız insanlar haline gelirler. Düzen değişmeli ve bu takdirde İslamİ ekonomi ilişkilerinden sözedilmelidir. Hiç­bir zaman bir kuruş ticari kazancı olmamış, üstelik ticaret­ten de anlamayan bir öğretmen (kendimle ilgili olarak ko­nuşuyorum.) ne yapsın? Satsın mı? Evi kime İslami bir fîa-ta satayım? (Ömrüm boyunca ticari muamelede bulunma­dım. Sigaramı kendim satın almıyorum. Bu işin satışından anlamam!) Böyle bir kesin zaruretin dayatması karşısında bulunan ben ne yapayım? Bana ekonomik bir sistem yükle­mek idealist bir şeydir, realist ve gerçekçi değildir. Realite, toplumun ekonomik düzenidir. Karşı çıkmak için toplumun ekonomi düzeniyle mücadele etmek gerekmektedir. Burada bireye islami ekonomiye göre yaşaması dayatılırsa ona ege­men olan islam dışı ekonomi düzeninden gafil kalmasına, yaşantısının İslami ekonomiye uygun olduğu yolunda uyuşturulup razı edilmesine ve ekonomik sistemi değiştir­me sorumluluğundan uzaklaşmasına yolaçılır. Yalan, al­datma ve hokkabazlık, bu sistemde apaçık olan şeylerdir. Bir sistemin yasaları vadır; herkes, somut ve genelin inandığı bu yasalara göre davranır. Ben bu yasalara ve bu sis­teme göre yaşamak zorundayım. Bu sisteme ve bu sistemin realitesine göre yaşamamın yamsıra onu Islamileştirmek için de çaba harcamalıyım.

Örneğin Tahran'in havasında iki ilâ yirmi ton arasında kurşun atmosfere yayılıyor; böyle bir atmosferde bireye kirli havayı solumaması emrini vermek, realiteden uzak, pratiği olmayan ve hedefi saptıran idealist bir emirdir. Ba­zen en yüce görev, uyuşturucu haline gelebilir ve hedeften sapmaya yolaçabilir. Hangi hedeften? Bu havayı temizle­mek için çaba sarfetme hedefinden. Yoksa herkes kendisi­nin soluyacağı küçük bir atmosfer hazırlama peşine düşer; hazırladığında rahatlar ve bu rahatlık onu, değişim yönün­deki sosyal sorumluluğundan uzaklaştırır, uyuşturur, bu duruma razı hale getirir. Eğer bu hal gelişme kaydeder, biz müslümanlar sermaye birikimi ve üretim sağlamaz, maki­ne ve fabrika sahibi olmazsak piyasanın geri kalmış burju­vazisinin en değersiz (sokağımızın başında bulunan tuhafi­yecinin başındaki takke türünden) parçası haline geliriz. Sonra üretim, ekonomi, sermayedarlık ve tüm maddi İm­kanlar düşmanımızın eline geçer ve bu düşünce, inanç ve dine mensup olan topluluk, toplumun tüm maddi ve ekono­mik imkanlarından yoksun kalır.[3]

 

İslam'ın Ekonomik Sistemi

 

Ekonomik sistem, sınırı aşmak isteyen saldırgan 'kişi'ye yasal ve pratik imkan tanımayan bir sistem olmalıdır, im­kan verip de onu ahlaki açıdan kontrol altına alacak bir sistem değil. Yani kapitalist, emperyalist ve sömürgen bir altyapı ve adalet ile takva temeline dayalı ahlaki bir üstya­pı kurulamaz. İslami-ahlaki üstyapıyı, üretim ve ekonomi altyapısı üzerine oturtmalıyız. Takva, bağışlama, zühd, dünyadan yüz çevirme ve israfla mücadeleyi (İslam bunun sözünü etmektedir) üretim altyapısına oturtmalı ve ondan bir ekonomik sistem oluşturmalıyız; feodalite, kabile ve burjuva devresindeki ekonomik sistemi kabul ettiğimiz gibi bugün de kapitalist sistemi kabullenip İslam'ı ahlaki bir nasihat olarak sözkonusu etmemiz ve hep "Kardeşim ye­me!", "Ye kardeşim." dememiz değildir yapılması gereken. Bunun yararı yoktur. İki kişi yese, iki kişi de yemese ne olur? Bu kimin derdine çare olur? Bu durum sonradan da­ha kötü bir biçime de dönüşebilir.

Hz. Ali'nin, dünyadan yüz çevirme karşısında tavır al­ması ve dünyacılıkla mücadele etmesi, bunun yanısıra Ebuzer'in üzerinde durduğu kadar lükse düşkünlükle, soy­lulukla, paraya tapıcılıkla vs. ile mücadele etmesi Os­man'ın zamanı ile ilgiliydi. Yani ashabın yeni bir sınıfa (bu, bugün çok daha iyi anlayabildiğimiz bir şeydir); cihad, ze­kat, fey, ganimet vs. adı altında devletin ve devleti yöne­tenlerin ayaklarının altına serilmiş olan paralardan ve kendilerine sunulmuş ense kahnlaştıran makamlardan ya­rarlanır hale gelen yeni bir sınıfa dönüştü zamanla. Bir za­manlar Medine'de bir çadırı bulunan bir kimse şimdi Rey'in, Tus'un, Kahire'nin ve Fustat'ın hakimi olmuştur. Yaşadığı saraylar ve donanımlar bilinmektedir. Fustat'ta filan Roma konsili için yemek pişiren aşçı şimdi örneğin Ömer ve As için çalışmaktadır. Ömer ve As, Medine'de pey­gamber zamanında arpa yemeği yiyen kişilerdir. İran'da aynı şekildedir. Sasani sofralarında yemek yemektedirler. İşte bu eğilim, Ali'nin feryadlarını yalnız bırakmış, Hüse­yin'in çağrılarını da cevapsız bırakmıştır. Çünkü müslü-manîar 'ye1, 'vur' ve 'yağmala' üzerinde dört nala gidiyor­lardı, üstelik dini izah ve isim altında: "Cihad ettik, gani­met elde ettik ve Allah bize bereket verdi."

Hz. Ali'nin üzerinde durduğu zühd, sufice ve rahibce bir zühd değildir; toplumda devrimci bilinci sağlamakla yü­kümlü aydının vurguladığı zühdün bugünkü anlamıyla ya­nıdır. Yani varlığının, ülküsünün hizmetinde daha fazla dalabilmesi için daha az yüklü, daha az doymuş daha öz­gür ve daha bağımsız olması ve kalması, böyle bir sorumlu­luğa sahip olmadığı takdirde olabildiğince fazla yemenin daha iyi olacağı anlamda! Her eşşek kürkün pamukluda daha iyi olduğunu anlayabilir. Bunun için delile ihtiyaç yoktur', ama servet yığma ile mücadele yolunda arınma, yetinme, dünyadan yüz çevirmeye dayanan Hz. Ali'nin sı­nıfsal bir makamı vardı.

Bu, bizim marksistlerden öğrenmiş olduğumuz yeni bir şey değildir; İslam'dan ve dinden öğrenenler marksistler-dir. Bu üzerinde durulan konu aslında marksizm karşıtı bir şeydir. 'Donanmak' dediğimizde bu kelimeden ne anlı­yorsunuz? Ülkümüzün himetinde olabilmemiz için kendi­mizi ideolojik, devrimci ve tüm insani zayıflıklardan arın­mış olarak tek tek donatmak olan bu takdim biçiminde bi­reyin tarihteki rolünü vurgulayıp itiraf etmiş olmuyor mu­yuz? Evet! Sana, "Eğer ideolojine inanıyorsan bu zayıflıkla­ra sahib olamamak, o eğilimleri öldürmek, nefsi (İslam'ın deyimiyle nefs-i emmareyi) öldürmek, lezete tapıcı olma­mak, arzularını serbest bırakmamak ve içine gömmek, kendim zahid ve güçlü yetiştirmek, yaşamının tamamında cihad ve inancın üzere bulunmak zorundasın." Dediğimde bu sözde, senin sosyal yaşamda, tarihte ve toplumun yazgı­sında bir rolün bulunduğunu itiraf etmem gizli değil midir? Bunun anlamı işte şudur. Eğer bir rolün yoksa niçin birey­ler ve bireylerin donanması üzerinde duruyorsun? Şu halde bireylerin bir role sahip olduğu ve bunun da marksizm kar­şıtı bir kategori olduğu anlaşılmaktadır: Klasik marksizm-de üretim araçlarının determinist gidişi sen istesen, bense istemesem de, kendimi donatsam da, donatmasam da dev­rimci bir patlamaya yolaçacaktır. Beni oluşturan, bu üre­tim düzenidir, kendi kararını değil. Ama 'devrimci dona-nımlılık' üzerinde durduğumuzda bunun anlamı, kararımı­zın toplumumuzun yazgısını ve düzenini oluşturacağıdır. Bir kültür , bir ideoloji ve ahlaki değerler temeline daya­nan 'donanmak', marksizmde üstyapı mıdır, altyapı mı? Üstyapıdır! Altyapı, üretim araçları ve üretim biçimidir. Üstyapıya dayandığımızda bu, klasik marksizmin bakışaçısına göre yanlıştır. Çünkü üstyapıyı altyapının değişmesi için bir neden kabul etmekteyiz. Bu, tarih hareketinin et­ken ve motorunu insanın bilinci ve davranışı olarak gören ve bir toplumun değişiminin, insanların iç dünyaları değiş­medikçe kolay olmadığını söyleyen islami görüştür; 'benlik-lerindeki1 değişikliğe uğramadıkça 'toplumun' değişmesi mümkün değildir. Getirilen değişimlere bakınız ne kadar bütüncüldür! Bir toplumun iç dünyasına ait olanlar'm içe­riği ve hepsi, insanlar iç dünyalarını değiştirmedikçe ve kendilerini değiştirmedikçe hiç bir zaman değişmeyecektir (Kör bir diyalektik biçime göre). Bu ayet çok ünlüdür, ama yeterince üzerinde durulmamıştır: "... Gerçekten Allah, benliklerinde olanı değiştirinceye kadar bir toplulukta ola­nı değiştirmez."[4] Burada iki değişim vardır. Birin­ci değişimin etkeni ve faili Aİlahtır; ikinci değişimin faili ise insanlardır. 'Değiştirinceye kadar da sözkonusu olan ço­ğuldur, yani topluluk, toplum, insanlar. Bundan dolayı bu­rada iki değişim vardır; biri ilk değişim olan determinist değişim, diğeri ise ikinci değişim olan seçime dayalı deği­şimdir, (insanların değişimi) peki hangisi sebep, hangisi sonuçtur? İnsanların değişimi sebep, determinist değişimse sonuçtur; yani seçim, determinist etkenin değişimi için se­beptir ve insan determine'yi değiştirir. Bundan daha dik­kat çekici olanı, determinist olan ilk değişimin topluma, ikinci değişiminse (Seçime dayalı) insana ve bireylere ait kılınmasıdır. Yani toplumda determinist yasaların bulun­duğunu biz de kabul etmekteyiz. Bu durumda, insanların ne şekilde karar alırlarsa her şeyi o şekilde oluşturacakla­rını söyleyecek biçimde idealist değiliz. Hayır! Toplum, kendi temelinde değişimin gerçekleştiği determinist ve in­sanların ulaşabilirliğinin dışında bazı yasalara sahiptir. Bu determinist yasalar bazen değişimde tahakkuk eder ve değiştirici durumuna gelirler; insanlar da determinist deği­şimine katılırlar.

Bu bakımdan biz 'idealist' değiliz, 'realist' de değiliz. Bu kavramları kendimizden uzak tutmalıyız. Kendimizi bu kalıplarla ifade ettiğimizde İslam'ın yarısını içeri almış, ya­rısını da dışarda bırakmışız demektir. Sonra da dağınık ve gorevsiz hale geliriz. Bu kalıplar hiçbir şekilde düşünce bi­çimimizin açıklayıcısı değildir. Burada İslam'da ve Kur'an dilinde determinist etkeninin ve determinist bilimsel yasa­ların (yani insanın elinde olmayan ve insanın tabi bulun­duğu değişim ve hareket yasaları ve etkenleri) Allah'a (üretim araçları vs. yerine) ait kılındığını görüyoruz. Seçi­me dayalı etkenin bulunduğu yerde ise (O da bunu itiraf eder) sözkonusu edilen insandır. Seçim ve determine oyu­nunda, Allah'ın iradesi ve insanın iradesi oyununda deği­şim hareketi bir sentez biçiminde gerçekleşir. Yani mesele­yi İslami bir diyaletik biçiminde ele almak istersek, sentez değişim, İlâhi determine etkeni ile insani seçim etkeni ara­sındaki ilişkiden şekillenmektedir. Bu nedenle, Allah'ın sosyal düzende gerçekleştirdiği determinist değişim hare­keti, yazgısını değiştirme yolunda insanın bilinçli irade öz­gürlüğüne bırakılmalıdır. Burası artık bir Berkley Max Weber hatta Sartre'ın [5]  idealizmine varmadığımız nokta-ladır. Bu ayet her iki unsuru da içermektedir: Hem harici bilimsel determinizmin maddesel realitesini (kültürümüz­de adı 'Allah'ın sünneti'dir; değiştiricidir ve hareketin etke­nidir), hem de insani etkeni ve insani rolü (insanın, kendi bilincinin gelişmesi ve 'toplumda olanın', yani toplumun ve toplumsal içeriğin değişimi yolunda sağlıklı davranış için karar almasıdır) içermektedir, 'toplumda olan' hem kültü­rü, hem üretimi, hem tüketimi, hem de sınıfsal ilişkiler kapsayan bir kavramdır, 'toplum' kelimesinde herşey var­dır ve içine konulmuştur, böylece 'toplumda olan' kavramı­nın, toplumun tüm tarihsel dönüşüm aşamalarında (her aşamada da bir boyut söz konusudur.) diri kalması ve anla­mını koruması sağlanmış olmaktadır.[6]

 

Peygamberlerin Ekonomik Hedefi

 

Tarih felsefesi, iki sınıf arasındaki savaştır; Hak sınıfı ve batıl sınıfı. Tarih boyunca bu iki sınıf birbirleriyle savaş halinde bulunmuşlardır. Devamlı olarak çatışma halinde bulunan ve uzlaşmaya yanaşmayan tarihsel ve felsefî gö­rüş. İslam, Allah'ın iradesi karşısında teslim olmak ve tüm iradeler, bağlar ve tabiat mizaç, toplum ve toplum yasaları aracılığıyla ve bütün kayıtlar, bağlar (O'ndan başka) aracı­lığıyla insan iradesine vurulan prangalar karşısında isyan etmektir.

İslam, Allah'a teslim olmayı içermesinin yanısıra insanı, özgürlük ve kurtuluş için Allah'ın dışındakiler karşısında sürekli olarak kendindeki düşüklük ve balçıkla, toplumda­ki doğasındaki balçıkla mücadele etmeye ve çaba harcama­ya teşvik eder. Bu, hedeftir. İki sınıf, hak ve batıl sınıfı dai­ma savaş halindedir. Ne zamandan beri? Bu savaş Adem zamanından itibaren başlamıştır ve devam etmektedir. Geldiğimiz zaman ve her devrede, sahnede savaşa karışmaktayız; karışmalıyız, sorumluluğumuz var. Bu savaş, sonradan barışa yönelinebilecek özel bir çağda, özel bir devrede ve özel bir çatışma temelinde ortaya çıkmamakta­dır.

İslam'da tarih felsefesi, hakikat ile bâtıllık, hak ile batıl arasındaki mücadelenin felsefesidir. Felsefi hak ve batıl; şirk karşısındaki tevhid, sosyal hak ve batıl halk karşısın­da; 'mele' ve 'mütref (egemenler ve zenginler) ahlaki hak ve batıl; bilinç, gelişme, hareket ve şuur karşısındaki zillet, alçaklık, kulluk ve cehalettir.

Bütün bu farklı boyutlar, bir hakikatin değişik yönleri­dir; bu hakikat de, Allah'da son bulan geleceğe doğru hare­kettir. Bu bir anlayış biçimidir. Savaş, felsefî tecellide hak ve batıl arasında, sosyal cephede zulüm ve adalet arasında, inanç boyutunda zillet ve cehalet ya da küfür ve din ara­sındadır. Bütün bunlar, İslam'ın tarih felsefesini oluşturan gerçeklik boyutlarıdır. Bu savaş, Adem'den itibaren reh­berlik, hidayet ve peygamberlik aracılığıyla başlamış, çeşit­li devre ve kavimlerde peygamberler ve onların yardımcıla­rı ve bu büyük dinleri izleyen bilginler ve tebliğciler aracı­lığıyla tarihin sapma çizgisine (daima sapma yönü de hare­ket eder) rağmen hep varolmuş ve evrim geçirmiş, nihayet son din olan İslam'a ulaşılmıştır. Kural olarak savaş İs­lam'la tamamlanmaz; çünkü savaş, tarihsel bir savaştır. Geçmişteki bir savaş değildir. İbrahim bir sahnede müca­dele eder, Musa bir sahnede, Şuayb bir başka sahnede, Yahya bir sahnede, Zekerriya bir diğer sahnede ve İslam Peygamberi de başka bir sahnede. Peki İslam Peygambe-ri'nin savaşı bitmiş midir? Asla. Peygamberliğin sona er­miş olması dinin sona ermiş olmasından ve aydınlar aracı­lığıyla devam etmesi gereken hak ve batıl arasındaki bu savaşın sona ermiş olmasından başka bir şeydir. Aydın, toplumu karşısında rehberlik sorumluluğunu hisseden, hi­dayet bilgisine ve hikmete dayalı sorumluluğa sahip bilinç­li insandır. Bu, aydının anlamıdır. Bilgin, uzman, araştır­macı, edebiyatçı, filozof vs. değildir. Aydın, Peygamberin sözünü ettiği alimdir: "Alimin kalemindeki mürekkep, şe­hidin kanından üstündür." Hangi alimi anlatmaktadır? Peygamberlerin bilgisi türünden ve o yönde bilgiye sahip olması, o yönde sorumluluğu bulunması, o yönde yaşaması ve o yönde toplumu sürüklemesidir; ister filozof olsun, ister olmasın; ister alim olsun, ister olmasın; ister okur-yazar ol­sun, ister olmasın. Bu ilim denen ve ışık gibi olan sosyal bi­linç, hidayet duygusu ve görüştür: "Allah onu dilediğinin kalbine yerleştirir." Fizik, kimya, fıkıh, usûl vs. okunmalı­dır, ama bunlar kişinin kalbine doğan ışık değildirler. Ruh­ta kıvılcım çaktıran ve aydınlık veren bilinç, tarihsel yön bulma ve düşünsel yönbulmadır.

İslam'da Peygamberliğin sona ermiş olabileceğini, sava­şın ise devam ettiğini görüyoruz. Şia, İslam'ı bu şekilde an­lamaktadır; yoksa bizden de bazılarının dediği gibi[7] İs­lam'ın geriye kalan kısmım bu şekilde oluşturmuş değildir.

Şia'nın inancına göre Peygamber'den sonra, tarihin sa­vaşını ve İslam'ın tarih felsefesini oluşturan adalet ve zu­lüm, hak ve batıl arasındaki savaşın hidayet ve rehberliği devam etmektedir: Şia'nın inandığına göre İslam tarihinde bu savaşın devam ettiğini görüyoruz. Ne aracılığıyla? Şia'nın siyasal ve sosyal felsefesinde peygamberlik, ima­metin en genel anlamıyla devam etmektedir. Çünkü imamet genel anlamında peygamberliği de kapsamaktadır. (Zi­ra imamet liderlik, önderlik ve örnek olmadır.) Peygamber de imamdır İbrahim de. Bundan dolayı Şia'nın imamete inancı, Adem'den itibaren başlamış ve vahiy bayrağı altın­da peygamberliğinin bitimine kadar sürmüş, bundan sonra da vahiy mektebinde (Yani İslam mektebinde) imametin Öncülüğüne ulaşmış savaşın devam olduğunadır. İslam'ın devamı imamet aracılığıyladır. İslam asla bir kitap olarak varolmamıştır. İslam'ın diğer dinlerle ve diğer felsefi mek-teblerle olan farklarından biri, onların yalnızca bir doktrin, bir ekol, bir kitap, bir semavi veya yer kitabı olmalarıdır. Ama İslam, onu indirmek için pratik-sosyal güvence ilave­siyle birlikte bir kitaptır; boş bir kitap değildir. Bu onun farkıdır.

Bu kitap peygamber aracılığıyla gelmiştir, ama peygam­ber aracılığıyla inmemiştir. (Yalnızca müslümanların değil, dünyanın her yerinde bulunanların tasdikiyle.) Peki inmeli midir, inmemeli midir? Şia, inmesi gerektiğine inanır. Hangi aracılıkla?

İslam peygamberi'nin rehberliğinin devamı aracılığıyla; yani tarihte peygamberlik adı altındaki rehberliğin devamı olan imamet rejimi, imamet hükümeti, sistemi ve rehberli­ği aracılığıyla. Bu nedenle tarih felsefesi imamete ulaş­maktadır. İmamet, peygamberlerin yol göstermesi altında adalet safı ile zulüm safı, hak safı ile batıl safı, halk safı ile 'mele' (egemenler) safı arasında tarih boyunca tüm mekan­larda ve tüm zamanlarda cereyan etmiş bulunan savaşın devamı anlamındadır. Nihayet Şia, tarihte karşılaşılan bir gerçeklik olarak İslam'ın rehberliğinin kesildiğini, ama ki­tabın mevcut bulunduğunu gördü. Burada Şia dışında dü­şünceye sahip olan bir müslüman tarihsel karamsarlığa sürüklenir; onun tarih felsefesi kopar, yani tarih felsefesi

burada artık sonuçsuz kalır. Adem'den beri hak ve batıl arasındaki savaş peygamberler aracılıyla sürmüş ve İslam peygamberi'ne kadar gelinmiştir. Ama dünyaya hak ve adalet hakim olmuş mudur? Hayır. O halde görev nedir? Hiç kimse bilmez! Hiçbir müslüman, hatta yozlaşmış olanı bile Beni Ümeye, beni Abbas, Gaznevi, Al-i Büveyh vs.yi tarih boyunca adalet ve hak safının rehberliğini sürdüren­ler olarak kabul edemez. Hiç kimse bunu yapamaz! Öyley­se ne yapmalıdır? Acaba ondördüncü, onüçüncü, onikinci, onbirinci yüzyıllarda (gidebildiğimiz kadar geriye gitsek) gördüğümüz Adem'den İslam Peygamberine kadar devam etmiş olan savaşta bütünüyle yenilgiye mi uğranılmıştır? Karanlık, aydınlık karşısında (dünyada) zafer mi kazan­mıştır? Böyle mi düşünülmelidir? Yapılabilir mi? Yoksa bu felsefe ve savaş devam mı etmektedir?

Şia, imamete ulaşarak peygamberliği kendi özel anla­mıyla, insanlık toplumuna rehberliği dünyaya egemen ol­ma ve dünyaya adalet ve hakikati getirme yolunda devam ettirmiştir. Sonra da 'gaybet' felsefesine ve 'bekleme' felse­fesine ulaşmıştı. Bu inanç; tıpkı bir kılıcın üzerinde hare­ket eden insamn-duyguları bakımından -yozlaştırıcı, uyu­tucu, insanın sorumluluğunu ve asıl unsur olmasını orta­dan kaldıran bir mekteb olarak sapma ile tecelli etmesi ve­ya diğer bir anlayış biçiminde de en güçlü harekete geçirici etken, tarihsel iyimserlik, sorumluluk ve insanlığın gelece­ğinin temellerini atma olarak tecelli etmesi olan en hassas, en derinlikli ve en kaygan yerdir.

Dünyada hiçbir dinde (Ben dinler tarihi ve uzmanıyım; ders veriyorum. Bir kitap veya bir yerden anlatıyor deği­lim.) bu kadar altüste olma yoktur. Hz. Ali şöyle demiştir: "İslam, hırkasını tersinden giymiştir." (ne kadar güzel ve kuşatıcı bir analiz!) Hz. Ali'nin bahsettiği İslam'dan maksat, bizim İslam'ımızdır! Şia, İslam'ın apandisti değildir. Şia, İslam'ın ilerici görüşüdür, başka da hiçbir şey değildir. Kim onda fazla bir unsur olduğunu söylerse küfretmiş olur! Cinayet işlemiş olur! Kaldı ki, eline iki hurma dalı tutuş­turmuşuz da Şia bu dallara ilavede bulunmuş değildir. Bu dallar, İslam'ın içeriğindeki en temel en ivedi ilkelerdir. Bütün dinlerin (bir defasında anlatmıştım) tevhid, pey­gamberlik ve ahiret inancı vardır. O halde, İslam'ın getir­diği nedir? İslam'ın Ali'den önce getirdiği imamet ve ada­lettir. İnsanların şiddetle İslam'ın çevresine toplanmaları, susamış gibi hemen İslam'a koşmaları, üstelik islam hükü­metinin çöküş devresinde bile herkesin dinlerini, dillerini ve milliyetlerini unutup kendilerini İslam'ın kucağına at­maları ne içindi? Ne tevhiddi, ne peygamberlikti, ne de ahi­ret. Halk kitlesi felsefi ve ilmi konulara aşina değildi! Bu­nun nedeni zulümden bıkılmasıydı; insanlar ve kitleler zu­lümden bıkmışlar ve İslam'ın adaletine sığınmışlardır. Çünkü yeni bir ilke olarak ilan ettiği ilk ilke (diğer pey­gamberler, yani diğerlerinin mekteb ve dinleri bir ilke ola­rak ilan etmişler ve sorumluluk kabul etmemişlerdir!) ada­leti sağlamakla yükümlü (sorumluluk, dinin sorumluluğu olarak) olmasıydı. Sonra Doğu ve Batının perişan esir, zu­lüm hükümetinden, gasp ve istibdat hükümetinden eziyet çekmiş insanları imamete, İslam'ın imametine (bütün imamlarımızdan önce) sığındılar. İlan olunan ilk şiar tev-hiddir ve sonra İslam Mekke'de başlamıştır. Adalet ve ima­met, İslami düşünce biçiminin özünün bir parçasıdır; nite­kim bunu kaldırırsak tarihteki dinler gibi olur ve insanlara yeni bir şey sunulmamış olarak kalır. Daha sonra bu çekim ve kalplere atılan imamet ve adalet kementi insanları ya­kalar; kültür oluşur, felsefe oluşur, gelişim ve uygarlık or­taya çıkar. Sonra da İslam'ın tevhidinin değeri, onun dualizmle farkı, bunun da tevhidle farkı, diğer dinlerin  pey­gamberlik ve ahiret anlayışı ile belli olur.

İnsanlar öncelikle adalet ve imamet nedeniyle İslam'a yöneldiler. Bütün dinlerin ilkeleri tevhid, peygamberlik ve ahirettir. İslam'ın ilkeleri ise -benim inancım- adalet ve imamettir.

Tarihte, egemen güçler sınıfı, egemen bir sınıfı oluşta-ran üç kesimden ibarettir: Güçlüler sınıfı, zenginler sınıfı ve dinadamlan sınıfı. Bunlar halkın hem siyasal, hem eko­nomik, hem de iman güçlerini ellerinde tutuyorlardı; ister uzlaşma içerisinde, ister birbirlerine muhalif olsunlar, her durumda, uzlaşma ve uzlaşmazlık halinde de halk için de­ğil, halka hükmetmek için vardılar.

İbrahimî olmayan peygamber ve önderler, Hindis­tan'dan ve Çin'den tutun da ta Yunanistan'a kadar hepsi de baba veya anneden ya da her ikisinden krallar, dina­damlan ve soylular sınıfına mensuptular; Konfüçyüs böy­leydi, Lao Tsu böyleydi, Buda aynı şekilde böyleydi, Zer­düşt böyleydi, Mani aynı şekildeydi, Mazdek böyleydi. Sok-rat, Eflatun, Aristo da böyleydiler. Kur'an'da üzerinde du­rulan "O, ümmiler içinde kendilerinden olan bir peygamber gönderendir." konusudur. "Ümmiler", toplumun ummi' kit­leleridir. Kur'an'da, halkın kendisinden bir peygamber gön­derildiği vurgulanmaktadır. Halk'ın içinden gönderilmiş İbrahimi peygamberlerdir bunlar. Burada maksat, bu pey­gamberlerin melek olmadıkları veya soyut güçler olmadık­ları, insanlardan oldukları, 'halk'tan, yani kitlenin içinden oldukları, özel, seçkin, süzülmüş ve ayrıcalıklı sınıftan ol­madıklarıdır. Bu peygamberlerin kendi kavimlerinin diliy­le konuşmaları {Arablar arasından çıkan İslam Peygambe-ri'nin Arabça konuştuğu, Yahudiler içinde bulunan Musa'nın İbranice konuştuğunu zanneden birçoklarının tersi­ne mesele apaçıktır ve 'konuşma' ile ilgili değildir. Arabis­tan'da gönderilen bir peygamber zaten Çince, Yunanca ko­nuşacak değildir) kitlenin diliyle, halk kitlesinin dert, ihti­yaç ve anlayışına göre konuşmaları demektir; yani filozof, şair, aydın, dünkü ve bugünkü okumuşlar gibi seçkinlerin diliyle, kitlenin bunları anlayamayacağı, sıkıntılarını ve duyarlılıklarını anlayamayacağı, onların da kitlenin dilini anlayamayacakları bir dille konuşmamalarıdır.

İbrahimi peygamberlerden bahsedildiği her yerde konu­nun insanlar olduğunu, halk olduğunu, aynı şekilde bunla­rın gönderilmesini diğer peygamberlerin ortaya çıkması ile farklılıklar taşıdığını, o peygamberlerin ortaya çıkışlarının dinlerini yaymak için çoğunlukla mevcut gücü yapışmaları şekhnde olduğunu (tek tek anlatmaya zamanımız yok, da­ha önce bahsetmiştim) oysa İbrahimi Peygamberlerin gön­derilmelerinin daima zamanlarının mevcut gücüne karşı halka yönelmeleri şeklinde cereyan ettiğini görüyoruz. İb­rahim'in gönderildiğinde baltayı eline aldığını; Musa'nın da asayı kapıp firavunun sarayına hamle ettiğim, Karun'u toprağa gömdüğünü ve Firavun'u suda boğduğunu; İslam Peygamberi'nin ise birey yetiştirme aşamasının tamamlan­masından sonra cihada başladığını ve on yıl süresince alt-mışbeşten fazla savaş yaptığım, yani her elli günde bir sa­vaş ve askeri çaba sergilediğini görüyoruz. Aslında bunla­rın mucizeleri de gönderilişlerinin yönü konusunda bir işa­rettir; mucizeleri de gönderilişleriyim uyumludur. Asanın ejderha olması, sihri yutması ve firavunun tahtına saldır­ması! İslam ve Kur'an ise şu ilkeyi ilan eder: İslam, Kur'an'ın veya Kur'an'ı getirenin getirdiği bir din değil, ta­rih boyunca her peygamberin zamanını gereklerine göre ve zamanla uyum içerisindeki yasalar temelinde tebliğ etmek üzere bir çağda geldiği tek dinin adıdır. Kur'an, bu kavra­mı ilan etme ve genellemede bulunmayla, İslam'a tarihsel bir dünya görüşü vermek, İslam'ın hareketine de, tarih bo­yunca şirklerle savaşmış, halkın kurtuluşu için güçlüler, zenginler ve aldatıcılarla cihada kalmış olan ve hepsinin de insanlık tarihi boyunca tüm sahnelerde, tüm çağlarda, tüm nesillerde tek savaş, tek din, tek ruh, tek şiar olarak açık­landığı hareketlere bitiştirmek ve aralarında bağ kurmak istemektedir.

Bu ayete, tarihsel anlayış biçimine ve Kur'an'ın sözüne bakınız; tarihsel zincirlemeyi nasıl açıklamakta, geride ka­lan hareketleri de nasıl bir zincire katmaktadır: "Allah'ın ayetlerini inkar edenler, haksız yere peygamberleri öldü­renler ve insanlardan adalete davet edenleri öldürenler; iş­te bunları acı bir azabla müjdele..."

Bu ayette Kur'an'ın üç kategoriyi birbirine bağladığı ve aynı çizgide zikrettiğini görüyoruz: Önce 'Allah'ın ayetle-ri'ni, ikinci olarak 'Peygamberler'i ve üçüncü olarak 'insan­lardan eşitliğe çağıranlar'ı yine Allah'ı inkar edenleri ve peygamberlerle adalet isteyen insanları öldürenleri de aynı kefeye koymakta ve aynı safta göstermektedir!

Bu, Kur'an'da insanlığın sosyal anlayış biçimi ve tarih felsefesi, geçmişteki hareketlerinin de izahıdır.

İslam Peygamberi, Kur'an'ın tekrar tekrar açıkladığına göre, tüm peygamberlerinin dünyada "hikmet'i", 'kitab'ı ve "adalet'i öğretmek üzere geldikleri bu dinin son mesaj geti-ricisidir. İslam Peygamberi; insanlığı, başlarını Allah'dan başkasına kulluktan kurtarmaları için tek olan Allah'a kulluğa çağıran peygamberlerin evrensel ve insani hareke­tinin son Peygamberidir. İslam peygamberi, çok yönlü tev-hid dünya görüşünün gerçekleşmesiyle insanlık tarihini ırklara, milletlere, topluluklara, soylara ve sosyal sınıflara birlik bağışlamak için gelmiştir. Ayrılıklarsa hep şirk dini aracılığıyla izah edilegelmiştir. İslam'ın tevhid şiarı, düşü­nürlerin kelamcılann, okumuşların, filozofların ve bilginle­rin yöneliminde önce kölelerin, kırbaç yiyenlerin, açların ve aşağılananların ilgi duydukları özgürlükçü bir şiar ol­muştur. Bu nedenle Mekke'de onun çevresinde toplanan­lar, birkaç kişi dışında hepsi toplumun en yoksulu, aşağıla­nanların en isimsizi ve en aşağılananlanydılar. Bu nedenle düşman, İslam Peygamberi'ni 'insanların en aşağıları' şek­linde aşağılıyordu; yani hiçbir varlıkları bulunmayan kim­selerdi bunlar. Bu, bugün hareket için en büyük övgüdür. Halbuki Budacı dinlerin önderlerinin, abartmaksızın Çin ve Hindistan'ın soylularından olduklarım görüyoruz. Bu­gün değerler değişmiştir!

İslam Peygamberi, tarih boyunca yazgılarının kölelik ol­duğuna kesin olarak inanmış kölelere vaadedilen şahsiyet­ti. Köleler, aşağılananlar ve yoksullar, tamamı efendileri­nin hizmetinde olan din, bilim, felsefe veya güç, şiir ve sa­natın diliyle çile çekmek, zillet görmek, yük taşımak ve aç kalmak için yaşadıklarına, doğduklarına ve yaratıldıkları­na inandırılmaktaydı. Zayıf bırakılmış sınıf, tanrıların ve­ya tanrının kendilerine düşman olduğuna ve kendilerini halkın ve dünyanın işini düzene koymak için yarattığına kesin olarak inanıyordu. Nitekim Mani Peygamberi diyor­du ki (aydınlık ve karanlıktan sözediyordu), "Yenilgiye uğ­rayanlar kaçınılmaz olarak karanlığın Özünden, güçlü fe-tihçiler ise aydınlığın Özündendirler." Dahi düşünürlerden olan Aristo ve Eflatun da şöyle diyordu: Allah veya doğa bir topluluğu köle yaratır, bir topluluğu da özgür; böylece kölelerin aşağı işleri üstlenmesi sayesinde Özgürlerin ah­lak, sanat, şiir, müzik ve uygarlık kabilinden yüce-işlere yönelebilmeleri için boş vakit sağlanmış olur." İslam Pey­gamberi ise, tarih boyunca aldatma, yalan, şirk, ayrılık, üs­tünlük ve sınıfsal farklılık ile sürekli cihad halinde bulu­nan hareketi tamamlamak tüm insanların bir ırktan ol­duklarını, aynı orjinden geldiklerini, aynı yapıya ve aynı tanrıya sahip olduklarını ve herkesin eşit olduğunu ilan et­mek; felsefi bir izah ve güçlü ekonomik bir düzenle örnek Medine toplumunda inanç, hukuk ve sınıf eşitliğini yaşa­ma geçirmek için gelmiştir. Bir zamanlar aşağılanan ve kö­le olan Bilal bu toplumda şeref, değer ve onurunu Arab toplumunun en büyük soylularından daha üstün olarak hisseder ve herkes de bunu böyle bilir. Medine toplumunun (Arab, yahudi, Kureyş) ansızın, Huzeyfe'nin oğlu olan ve bu şehrin sokaklarında zelil ve yoksul bir köle olarak dola­şan çocuk Salim'in Küba'da Kureyş muhacirlerinin en bü­yüklerinin önünde namaz imamlığı yaptığını ve arkasında da toplumun en aziz ve en ulu simalarının, İslam'dan önce ve İslam'ın çağındaki en seçkin şahsiyetlerinin durduğunu gördükleri bir toplumdur bu. Değerlerin hepsi altüst olmuş ve karmaşık hale gelmiştir. Bizzat Peygamber, bütün bu cahili ve soyluluğa özgü değerlerin yıkılması için çokça ça­ba harcamıştır. Uzun ve gösterişli elbiselerin kısaltılması, soyluluğun belirtisi olan uzun sakalların kesilmesi emrini vermiş; cadde ve sokaklarda büyüklük taslayarak yürün­memesini istemiş; bir bineğe iki kişinin binmesini emret­miştir. Kendisi biner, arkasına da bir başkasını bindirirdi. Bazen de çıplak eşeğe biner, böylece soyluluğa özgü değer­leri ayakları altına alırdı. Bir gün, yıllardır İslam Peygam-beri'nin yücelik ve görkemini işitmiş olan yaşlı biri pey-gamber'in yanına gelmişti. O'nun önünde durduğunda dili tutuldu. Karşısındaki şahsın yüceliği dilinin tutulmasına yolaçmıştı. Konuşamıyordu. Peygamber yumuşaklık, sadelik ve şefkat içerisinde omuzunu tuttu ve şöyle dedi: "Niçin korkuyorsun? Ben süt sağan Kureyşli bir kadının oğluyum. Kimden korkuyorsun?"

Bu gönderilmiş son çoban, son mesaj getirici, ıssız çöller­de ansızın ayağa kalkan ve şehirlerin para, güç ve aldat­ma tanrılarına hücum edenler zinciri halkasındandı. Ani­den herşey başkalaştı. Peygamber'den sonra hemen bir ay­rışma başladı; yani başlangıçta olayların tarihinin seyir çizgisi ile hakikatin seyir çizgisi arasında belki de bir san­timetreden fazla mesafe yoken İslam mektebi ile islam ta­rihi ya da 'hakikat' ile 'realite' arasında bir açı oluştu. Baş­langıçta bu açı küçüktü, ama başta mesafesi bir sentimet-re, yarım santimetre, santimetrenin binde biri olan açının iki kenarı giderek, tarih ilerledikçe o oranda birbirinden ayrıldı ve sonunda bu mesafe binlerce kilometreye ulaştı; eğer işin içinde başka etkenler, başka nedenler bulunursa ki vardır, bu durumda bu açının iki kenarı iki karşıt yönde birbirinden uzaklaşacaktır! Peygamberin vefatından sonra bu küçük mesafe ve bu çok az açı doğrudan ortaya çıktı; nesilden nesile doğruluk, adalet ve hakikat ile olan mesafe büyüdü.

Peygamber, sahnede bir yanda temiz inançlı müslüman-ların, diğer yanda da yabancı ve azılı düşmanların, bilinen simaların yeraldığı bir devredeki mücadelenin simgesiydi; Ali ise bu hareket içinde, hareketin gerçek bağlıları ile ha­rekete karşı unsurlar (toplumda yeni bir maskeyle ortaya çıkmışlardı) arasında savaş çıktığı bir devrenin simgesiydi. Muaviye ve Ali'nin bugünkü savaşı, Ebu Süfyan ve Pey-gamber'in dünka savaşının (harici bir savaştı ve dostla düşman arasındaydı) tersine dahili bir savaştır; dostun dost görünenle savaşıdır, yani iç düşmanla. Bir harekette dış alanda ve dış düşmanla yapılan savaş çoğunlukla zaferle sonuçlanır, ama iç alanda ve İslam kültürü ve Kur'an di-Hnde kafirden, hatta müşrikten daha azılı ve daha tehlikeli olarak tanıtılan 'münafıkla, iç düşmanla savaşta yenilgi alınır. Peygamber, İslam'ın dış cephede, açık küfür ve şirk karşısında kazandığı zaferin simgesidir; Ali ise İslam'ın iç cephede, münafık karşısında aldığı yenilginin simgesidir.

İslam'ın içinde, hakikat maskesi altında ve İslam'ın adaletçi devriminin kalbinde can sunmakta olan yeni cahi-liyet, yeni soyluluk karşısında Ali güçlü bir üstür. Birkaç yıl Ali'min bütün çabası iç cephede, tevhid elbisesi giymiş şirkle, İslam giysisi içerisinde ortaya çıkmış kafirlikle ve Kur'an'ı mızrağın ucuna takmış putperestlikle mücadeleyle geçmiş; sonunda Ali, bilinçsiz mukaddesatçılar (hep bilinçli düşmanın oyuncağı olmuşlardır) eliyle Öldürülmüştür.[8]

 

Tarih Felsefesi - Habil-Kabil'

 

Bu mektebte tarih felsefesi, bilimsel bir determinizme dayanır. Sürekli bir akım, insan gibi diyalektik bir çelişki, düşman ve karşıt iki unsur arasındaki sürekli bir savaş in­sanlığın başlangıcından itibaren, her zaman ve her yerde çatışmış ve tarih oluşturmuştur. Tarih, insan türünün za­man çizgisindeki hareketidir. İnsan ise 'küçük evren'dir ve doğanın kendisinde bilince kavuştuğu canlı ve bilinçli oldu­ğu çizgisinde evrime yürüdüğü varlığın en gelişmiş oluşu­mu ve yaratılışın simgesidir.

Bir başka ifadeyle insan, varlığın mutlak irade ve bilinci olan Allah'ın iradesinden bir tecellidir. İnsan bu 'insanbi-lim'de Allah'ın dünyadaki temsilcisi ve yeryüzünde O'nun yerine geçendir. Bundan dolayı insan 'olması' ve mahiyeti­nin oluşması serüveninden ibaret bulunan insanın tarihi raslantı, olayların oluşturduğu, macera peşindekilerin oyuncağı, boşuna, anlamsız, sonuçsuz ve belirsiz olamaz.

Kuşkusuz tarih, dünyanın diğer realiteleri gibi bir reali­tedir; bir yerden başlamıştır ve kaçınılmaz olarak bir yere

varmak zorundadır; bir hedefi olmalıdır; bir tarafa doğru gitmek zorundadır.

Nereden başlamıştır? İnsan gibi 'çatışma'nın başlangı­cından. İnsanbilimde insanın kökenini çamur ve Allah'ın ruhundan oluşmuş olarak görmüştü. Adem'in kıssasına ba­kınız! 'Adem'in kıssasında konu insan türüdür; insan, ger­çek ve felsefi anlamıyla, Ademdeki "ruh-çamur","Allah-şey-tan" çatışmasından itibaren başlamaktadır. Ama tarihi ne­reden itibaren bilmekteyiz? Nereden başlamaktadır? Kabil ve Kabil'in çatışmasından itibaren.

Adem'in oğulları insandırlar ve doğal insani yapıdadır­lar, ama dövüşürler; biri diğerini Öldürür. İşte insanlık ta­rihi buradan itibaren başlamaktadır. Adem'in savaşı özde­dir (türde) ve zihinsel bir savaştır, bu ikisininki ise yaşam­dadır ve nesneldir. Bundan dolayı Habil ve Kabil kıssası 'tarih felsefesi'ni "Adem' kıssası ise "insan felsefesi"ni gös­termektedir. Habil ve Kabil savaşı, tarihin diyalektiği te­melinde tarihteki iki karşıt cephedir. Bu nedenle tarih de insan gibi diyalektik bir harekete sahiptir. Bu çatışma da, Kabil'in (Görüşüne göre tarım ve bireysel mülkiyet düzeni­nin temsilcisidir. Habil'i (Bana göre hayvancılık devresi­nin ve mülkiyetten önceki ortaklık döneminin temsilcisi­dir.) öldürmesinden itibaren başlar. Bundan sonra tarihin sürekli savaşı başlamış olmaktadır. Tarih baştan sona, ka­til Kabil'in tarafı ile öldürülen Habil'in tarafı arasındaki savaşın sahnesidir; egemen ve mahkum taraflar. 'Hayvan­cılıkla uğraşan Habil', 'mülkiyet sahibi Kabil'in eliyle öldü­rülür; yani üretim kaynaklarının genel ortaklığı (hayvancı­lık ve deniz-kara avcılığı çağı), kardeşlik ruhu ve gerçek iman devresi; tarım evresinin ortaya çıkması, özel mülki­yet düzeninin, dinsel aldatma ve başkasının hakkına saldı­rının yerleşmesi ile ortadan kalkar, mahkum hale gelir.

Kabil tarihte canlı kalır ve hâlâ da ölmemiştir.

Bu sonucu şuradan çıkardım: Adem, oğullarına, anlaş­mazlıklarını (adaylarıyla ilgiliydi ve Kabil kardeşinin güzel adayına gönül bağlamıştı) gidermeleri için Allah'a kurban sunmaları teklifinde bulunur. Kabil, sararmış bir tutam buğdayı kurban sunma yerine getirir, Habil'se çok değerli ve genç bir kızıl tüylü deveyi. Nitekim bunu hayvancılık çağının, öbürünü de tarım evresinin temsilcisi kabul ediyo­rum. Tarih, hayvancılık devresinde yani deniz ve kara av­cılığı çağında (Deve bu kıssada bu üretim düzeninin simge­sidir) üretim kaynağının doğa olduğunu (Orman, deniz, arazi ve ırmak) ve tüm kabilenin elinin altında bulunduğu­nu; üretim araçlarının da pençe, kol gücü ve herkesin edi­nebileceği, yapabileceği basit araçlar olduğunu aktarmak­tadır.

Üretim kaynakları (su, kara vs.) veya üretim araçları (öküz, saban vs.) üzerinde bireysel mülkiyet mevcut değil­di; her şey eşitçe herkesin elinin altındaydı. Kardeşlik ru­hu (eşitliğin doğurduğu), kitle ruhunun kutsanması, sosyal gelenek, baba saygısı, ahlaki görev karşısında ölçülü dav­ranma, mutlak itaat, toplu yaşam sınırlarının aşmmazlığı, mutluluk, fıtri samimiyet, dini vicdan, barışçıl psikoloji, sevgi, bağışlama vs. bu düzendeki insanın özelliklerinden-dir ve Habil böyle bir insanın temsilcisidir.

İnsanın tarımla tamşmasıyla yaşam, toplum ve insan ti­pi, derin bir devrimin maskarası haline gelir. Bana göre bu, tarihin en büyük devrimidir; yeni insanı, güçlü ve kötü insanı, uygarlık ve ayrıçalıklılık çağını oluşturan bir dev­rim.

Tarım düzeni, doğadaki üretim kaynaklarını sınırladı, üretim araçlarını ilerletti ve üretim ilişkilerini karmaşık

hale getirdi. Tarım orman ve denizin tersine serbestçe her­kesin elinin altında olmadığı için ilk kez insan yaşamında doğadan bir şeyi kendine ait kılma ve başkalarını ondan yoksun bırakma, yani bireysel mülkiyet ortaya çıktı.

Bundan önce insanlık toplumunda 'birey' mevcut değil­di; kabile bireyin kendisiydi. Tek parça olan toplum (hepsi bir ailenin kardeşleriydiler) bölündü. Doğada bir toprak parçasının (hepsine aitti ve ortak mülkiyet vardı) bir bire­yin hakkı olduğu ve başkalarının bu hakkın dışında kal­dıkları ilk gün yasa, din, miras vs. adında hiçbir kural mevcut değildi; yalnızca 'güç' vardı. Kabilenin güçlülerinin gücü (ortak mülkiyet düzeninde kabilenin koruyucusuydu ve daha fazla sosyal onur kazanmanın ya da daha fazla av­lanmanın etkeniydi; her ikisi de kabilenin yarannaydı) şimdi 'hak'kı belirlemenin kaynağı, bireysel yararlanmanın kuralı ve bireysel mülkiyeti elde etmenin birinci faktörü ol­muştu. Nitekim "mülkiyet, gücü ele geçirme faktörüdür" diyen Marks'ın teorisini tarihin bu hassas anında, doğru­lanması için tersine çevirmek gerekmektedir; şu anlamda: İşin başında mülkiyeti bireye ait kılan faktör 'güç' idi. Bi­reysel mülkiyeti ortaya çıkaran, 'güç'tü; bireysel mülkiyet de güce devamlılık ve silah kazandırdı. Onu yasal, doğal ve meşru hale getirdi.

Özel mülkiyet, bir bütün olan toplumu ortadan ikiye ayırdı. Sahip olma ve bireysel mülk edinme bir prensip ha­line gelince, haramdan sakınan ve gerçekten ihtiyaç duy­duğu ile yetinen hiç kimse kalmaz. Ayrıca bu ihtiyacın öl­çüsünü de kendisi belirlemelidir!

Burada herkes, devam etmeyeceği değil, artık devam edemeyeceği noktaya kadar ilerler. Önceki Habil (ya da or­tak mülkiyet) düzeninde herkes avlanmada ihtiyacı olan noktaya kadar giderdi. Serbest ve cömert doğa herkesin kullanımına açıktı. İş, ihtiyacın giderilmesi için yalnızca bir araçtı. Üretimde fazla çaba sarfeden o kadar fazla ka­zanç elde ederdi. Ama şimdi doğanın açık ve bereketli sof­rasından (orman, deniz) kenara itilmiş, sanayinin (toprak ve ziraat) aşağı ve fakir sofrasının başında izdiham oluş­turmuş hırs ve daha fazla beklenti ile birbirlerinin canına bile kasteder duruma düşmüşlerdir. Bu 'sosyal yaşamın ye­ni' ilişkisinde kartallar ve leşyiyiciler (Kabil kıssasında kargalar) bütün zayıf kuşların kolunu-kanadını kırmış ve onları kovalamıştır. Göçmen kuşlar gibi ahenk içerisinde ve aynı sesi veren, çöllerin bağınnda, ırmak boylarında, de­niz sahillerinde hareket halinde bulunan toplum şimdi özel ve tekelci mülkiyet murdarı başında vahşice ve kin güde­rek "Bu onu pençesiyle öldürür/ o da bunu gagasıyla didik­ler.

Daha sonra bu insanlık ailesi çokça özgürlük, barış, hu­zur ve mutluluktan, iki düşman ve karşıt kutba dönüşür: İhtiyacından ve iş gücünden fazla toprağa sahip olan ve iş için başkalarının iş gücüne muhtaç bulunan bir azınlık; tam tersine açlık çeken, iş gücü olan, ama toprağı ve aracı bulunmayan, yeni sosyal ilişki biçiminde yazgısı kölelik olan bir de çoğunluk vardır. Bu, kendisi'nden başka bir şe­yi bulunmayın, ne toprağı, ne suyu, ne onuru, ne şerefi, ne soyu, ne ahlakı, ne izzeti, ne düşüncesi, ne bilgisi, ne sana­tı, ne değeri, ne hakkı, ne hakikati, ne ruhu, ne anlamı, ne eğitimi, ne dini, ne dünyası vs. olmayan bir sınıfın varoldu­ğu bir sosyal düzendir.

Bunların hepsi yerin ürünüdür; bahçe ve ziraat alanın­dan elde edilen çiçek ve meyva, maddi ve manevi ürünlerin üretim kaynaklarına sahip olan sınıfın tekelindedir. Bu sı­nıf, aşağı dereceden işler yapmadığı için kendi eğitim ve öğretimine, maneviyat, edebiyat, ilim ve sanata yönelmeye ayırdığı zaman, imkan ve sermayeye sahiptir. Tek yumruk ve tek ruh olan önceki toplumda yaşarken her iki kutbun da tek ruh, tek ilgi ve tek onuru vardı: Kabile de her ikisi de boş ellerle birbirinin yanıbaşında ormana, denize gidi­yordu.

Çevrelerindeki Hava (birlikte soluk alıyorlardı) gibi, topraklarının manzarası (birlikte seyrediyorlardı) gibi doğa servetleri her ikisinin de kullanımına açıktı, kabilenin kul­lanımına açıktı. İkisi 'eşitti, aynı zamanda 'kardeş'lerdi. Her ikisi de aynı Adem'in çocuklarıydı, Adem de aynı top­raktandı. Şimdi bu iki kardeş, mülkiyet leşinin başında birbirinin yanından uzaklaşmış ve karşı karşıya oturmuş­tur. Artık aralarında hükümet eden düşmanlıktır. Akraba­lık bağı, kölelik bağı olmuştur; eşitlik ayrıcalığa kurban gitmiş; kardeşlik kardeş katline varmış; din, aldatma ve çı­kar sağlama aracına, başka da bir şey olmamaya dönüş­müştür. İnsancıl, barışçı ve sevgi dolu ruh; kin, rekabet, maltıpıcılığı, fazla beklenti, tekelcilik, hile, güç, zulüm, bencillik, katılık, insan öldürme, saldırganlık, egemenlik peşinde koşma, üstünlük taslama, erdem satma, halkı aşa­ğılama, zayıfları Öldürme, kendi çıkarı yolunda herşeyi ve herkesi ayaklar altına alma, kardeşini katletme, babaya iş­kence etme, hatta Allah'ı aldatmaya kalkışma ruhuna dö­nüşmüştür.

Bu şekilde Habil (imanlı, barışsever ve fedakar insan) ve Kabil (isteklerine tapan, saldırgan, kardeş katili, iman­sız ve maddeci) tipleri arasındaki karşıtlığı psikolojik ana­lizle ve bilimsel nedenlilik, çevre sosyolojisi, uğraşı ve sınıf­ları temelinde derinlemesine anlayabildiğimize ve bu ikisi­nin, ırk, baba, anne, eğitim, aile, çevre ve dinde ortak olduklarını (ve o çevrede henüz insanlık toplumu oluşmadığı ve çeşitli düşünsel çevreler, kültürel atmosferler, çeşitli sosyal gruplar bulunmadığından kardeşlerden herbirinin muhtemelen dini, eğitimsel ve propagandasal faktörlerin etkisi altında farklılaştığı söylenemez) öğrenebildiğimize göre, kardeşlerin, herbiri bir tipin sembolü olacak boyutta karşıt hale gelmelerini nasıl açıklayabileceğiz?

Araştırmanın bilimsel ve mantıklı metodu şudur: Bütün yönlerden birbirine benzeyen iki olgu bir yönden farklı ve­ya karşıt olduklarında herbiri üzerinde etkisi bulunan ne­denlerin, etkenlerin ve şartların fihristi çıkarılmalı; ardın­dan, karşıt ve farklı etken veya etkenlere ulaşabilmek için her ikisindeki ortak ve benzer noktalar kaldırılmalıdır. Bu iki kardeşin kıssasında ayrılık boyutunu oluşturan tek et­ken, herbirini özel sosyal ve ekonomik durumda bulundu­ran farklı uğraşıları, ikisinin sahip olduğu işin türü, üre­tim altyapısının rolü ve karşıt ekonomik düzendir.

Rastlantı olarak teoriyi açıkça destekleyen şey, Habil ti­pinin, ortaklık çağı insanın sınıfsal psikolojisi ve sosyal gi­dişi, serbest hayvancılık üretimi ve avcılık ile; Kabil tipi-ninse, sınıflı toplum insanının sosyal ve sınıfsal ahlakı, kö­lelik düzeni ve efendilerin psikolojisi ile olan tam uyumu­dur.

İkinci olarak, müfessirlerin ve bilginlerin açıkladığı şey, Kabil ve Habil kıssasının, Kur'an'da, insanı öldürmenin çirkinliğini göstermek için anlatıldığıdır. Oysa bu, (Fran­sızların deyimiyle) sorunu yüzeyselleştirmek ve basit gös­termektir. Benim teori doğru olmasa bile mesele onların anladıkları kadar basit ve az faydalı olmamalıdır. İbrahimi dinler, özellikle de İslam bu öyküyü, insan türünün bu dünyadaki yaşamının başlangıcının eşiğinde meydana gelmiş ilk büyük olay olarak sözkonusu etmektedir. Bu du­rumda dinlerin tüm hedeflerinin böyle bir sonucu çıkar­mak olduğu yaklaşımı inandırıcı değiklir. Bu öykü, ne olur­sa olsun basit bir ahlaki kıssadan daha derinliklidir. "Şu halde bize, bir insanı öldürmenin çirkin bir davranış oldu­ğu ve asla bu davranışının çevresinde dolaşmamamız ge­rektiği, ondan uzak durmamız lazım geldiği, özellikle de kardeşimiz olursa... açıklanmış olmaktadır!"

Bence Habil'in Kabil eliyle öldürülmesi, tarih sürecinde bir büyük dönüşümü, keskin bir kırılmayı, Özellikle de in­sanın serüveninde başgostermiş olan en büyük olayı bildir­mekte ve onu derinlemesine olarak bilimsel, sınıfsal ve sos­yolojik izah ve yoruma tabi tutmaktadır; bu da ilk komün devresinin son bulması ve insanın deniz-kara avcılığı şek­lindeki İlk eşitlik ve kardeşlik düzeninin (Habil) yokolması; tarım üretiminin ortaya çıkması, özel mülkiyetin meydana gelmesi, ilk sınıfsal toplumun ve ayrıcalıkhlık, sömürü, maltapıcılığı, imansızlık düzeninin kurulması, düşmanlık, rekabet, hırs, yağmalama, kölelik, kardeş katlinin (Kabil) başlamasıdır.

Habil'in ölüp Kabil'in kalmasının tarihin nesnel bir rea­litesi olması; bundan sonra halkın din, yaşam, ekonomi, yö­netim ve yazgısının Kabil'in elinde bulunması, eleştirel ve ilerici ve gerçekçi analizdir. Habil'in evlatsız gitmesi ve bu­günkü insanların hepsinin Kabil'den artakalması da[9] gösteriyor ki Kabil düzende Kabili toplum, yönetim, din, ahlak, görüş, eğilim ve gidişatın genelliği vardır ve yaşa­mın kuralsızlığı, düşüncenin perişanlığı her toplum ve ça­ğa egemen ahlak buradan gelmektedir.

'Benî Adem'in yeryüzündeki yaşamının ilk gününün (kızkardeşleri ile evlenmeleri)[10] çatışmanın, dövüşmenin, sonra da savaş ve 'kardeş katli' ile içice göstermesi, önce­likle yaşam, toplum ve tarihin çatışma ve mücadele üzeri­ne kurulu bulunduğu; ikinci olarak, idealistlerin tersine bunun asıl etkeninin ekonomi olduğu ve cinselliğin, dini inanç, kardeşlik bağı, hak ve ahlaka üstün geldiği bilimsel gerçeğini ispatlamaktadır.

İlk anlaşmazlık, Kabil'in, Habil'in adayı olan kızkardeşi-ni kendine ayrılana tercih etmesi üzerine çıkmıştı. Adem'in görüşüyle belirlenmiş olan aday paylaşımını bozmak için ayak diretti. Adem'e şikayette bulundular. O, kurbanlık vermelerini ve kiminki kabul edilirse diğerinin artık onun karşısında susmasını teklif etti. Kabil burada da sahtekar­lık yaptı ve çürümüş buğday getirdi, (ihtiyaç duyduğunda bile ihanet etmektedir, üstelik de Allah'a! Değersizi getir­mesi bu düzenin insan tipini göstermektedir.) Kurbanı ka­bul edilmedi. Yine hileye başvudu ve arzusu yolunda gide­rek Allah'ın sözüne uymadı ve Habil'i (şikayetçi olmaması­na ve bir şey istememesine rağmen en iyi devesini, en aziz varlığını Ma'buduna sunmuş, doğal olarak kurbanı kabul edilmişti.) kalleşçe öldürdü.

Hatta ikisinin de ölüm anındaki konuşması düşünmeye değerdir. O ölümle tehdit edilmesine rağmen Habil, yumu­şaklık, şefkat ve teslimiyetle şöyle demektedir: "Bense sa­na elimi uzatmayacağım."

Habili insan, toplumu ve düzeniyle bu sadelik ve en ufak bir direniş göstermemekle, tekelci ve saldırgan Kabil insanı ve düzenini ayaklar altına almış oldu.

Burada ben önceleri, öyküde cinselliğin en güçlü ve eko­nomiye öncelikli etken olarak gösterilmiş olduğunu zanne­diyordum. Burada Freudizm daha başarılı değil miydi? Bu karmaşada ilk kelime yine kadındır; tıpkı babalarının ba­şından geçen herşeyin Havva'dan başlaması gibi.

Ama derinlemesine düşünürsek bunun sadelik ve doğru­luk olmadığını görürüz. Çünkü tartışmanın temelinin, Ka­bil'in Habil'in adayına eğilimi bulunduğunu, yani Freud'un haklı olduğunun doğruluğuna rağmen Freud da kabul eder ki, kendisinin "ilk neden" olarak gördüğü şeyden önce ne­den veya nedenler topluluğu ve başka etkenler de mevcut­tur. Bu kıssanın 'cinselliğin asilliği ve Önceliği1 temelinde analiz edilemeyeceğine ikna olacaktır. Çünkü Öncelikle bir soru sözkonusudur; Kabil'in, Habil'in adayına olan eğilimi nedeniyle tartışma başlattığı doğrudur. Ama daha önce şu sorular cevaplanm alıdır: Birincisi, iki kardeş arasından ni­çin Kabil böyle bir duyarlılığı sergilemiştir. Oysa her ikisi­nin de benzer tepkiyi vermesi ve benzer ve aynı ölçüde bir tutuculuk ve ayakdireme göstermesi gerekmez miydi? (iki­sinin de her yönden, 'veraset ve çevre' benzerliği bulundu­ğunu hatırlatmak önemlidir.)[11] İkincisi böyle benzer şart­larda bile iki kardeşten birinin bu şekilde bir duyarlılığa sahip olabileceği bilimsel açıdan mümkün görülse de bu bi­ri niçin Kabil olmuştur? Üçüncüsü, önemli olan, Öykünün

içinde ve bu ikisinin konuşmasından, her birinin davranı­şından ve öykünün aktarıcısı olan Kur'an'dan, Hristiyan, özellikle de Yahudi metinlerden ve de İslami tefsirler, ta­rih, rivayet ve kıssa kitaplarından (işin bu yönü çok önem­lidir) anlaşıldığına göre Habil bir hayır tipi, Kabil'se bir şer tipi olarak tanıtılmaktadır. Tip' diyorum 'karakter' değil; yani mesele Kabil'in yalnızca arzularına tapan veya mad­deci bir yapıya sahip olarak tanıtıldığı; Habil'inse yalnızca dini duyarlılığı taşıyan biri olarak gösterildiği değildir. Biri kötü bir insanın yansımasıdır, diğeri ise iyi bir insanın.

Nitekim ben, Habil'in 'sağlıklı fıtratlı insan' olduğu, ku­ralsız ve insanlıkdışı sosyal düzen, meslek ve ekonomik ya­şamın onu 'alenî' edemediği, bozamadığı, saptıramadığı ve kiri ete mediği; sakat, çarpık, Marqiez'in deyimiyle 'ufallan-mış', tutkulu ve kirli hale getiremediği noktasına ulaştım. Habil, aynı zamanda babasına sevgi, kardeşine ilgi, Allah'a iman, hak karşısında susma, saygı ve takvayı yaşatan biri­sidir. Kardeşinin tersine, cinselliğe eğilim için bütün o he­yecan ve kötülüğü ayağa kaldırmaz. Güzellik karşısında da kısır ve idraksiz değildir. Çünkü Kabil'in yolaçtığı bütün bu kötülükler ve başağrıları boyunca, üstelik defalarca ölüm tehdidine rağmen bir kez bile zahidçe konuşmamış-tır: "Ağabey onun hayrından vazgeçelim"; demez, "bu çir­kin ablayı kardeşlik hatırına bırakalım." dememiştir.

Habil bir insandır, 'Ademoğlu'dur, ne çok, ne de az. Bu kıssayı nakleden bütün metinler de onu bu şekilde resmet­mek istemişlerdir. Bence bu, çatışmasız ve ayrıcalıksız, işi de serbest olan bir toplumda bulunulması nedeniyle idi; ne deveye biniyor, ne de eşşek gibi yükün altına giriyordu; ne tebanın tannsıydı, ne de kral oğluydu, yalnızca insandı. Bu toplumda herkes yaşamın bütün nimetlerinden, toplumun maddi ve manevi bütün imkanlarından eşitçe ve ortak olarak yararlanır; herkes eşitlik içinde (Bu durumda kardeş de olacaktır.) sağlıklı, güzel, şefkatli, temiz, samimi, dost ve iyi bir ruhla yetişir.

Kabil ise özü itibariyle kötü değildir. O'nun özü, Habil'in özünün aynısıdır. Hiç kimse kötü özlü değildir. Herkesin özü, Adem'in özüdür. însanlık-karşıtı bir sosyal düzende, sınıflı bir toplumda, kölelik ve efendiliği besleyen ve insan­ları ya kurt ya da tilki yapan bireysel mülkiyet rejiminde, bu sahnede düşmanlık, rekabet, katılık, paraya tapınma, zillet ve efendilik, açlık ve işkembeyi doldurma, esaret ve serserilik, güç, para ve aldatma vardır: Yaşam felsefesi yağmacılık, kâr sağlama, çalıp çırpıp yemek sözkonusudur; konuşma, sövgüdür, yalandır, dalkavukluktur; yaşam, zul­metmektir, zulmü kabullenmektir, bencilliktir, soyluluk, stokçuluk, zorbalık, gösterişe tapınmadır; sosyal ve insani ilişki çarpmak, yemek, emmektir, emilmektir; insanın fel­sefesi, olabildiğince fazla tad, olabildiğince fazla servet, olabildiğince fazla şehvet, olabildiğince fazla güçtür; herşey bencilliğe döner, herşeyin ve herkesin kurbanı kendisi için, kenaı aşağılık katı, tamahkarlığı içindir.

Sonra Kabil; iyi, 'şefkatli, temiz Habil'in kardeşi, Adem'in aracısız oğlu, cinsel eğilimi için (çok güçlü veya çılgınca aşk beslediğinden değil, geçici olarak ve hevesini almak için) kolayca yalan söyleyebilen, rahatlıkla ihanet edebilen,vicdan rahatlığı içinde imanını çamura bulayabi-len, kardeşinin başını herkesten daha kolay biçimde vura­bilen bir varlık haline gelir. Bunlar, ondaki cinsel içgüdü­nün herşeyden daha güçlü olması nedeniyle değildir (sayın Freud!). Tara tersine çok basit olarak neden, ondaki insani faziletlerin hayli zayıflamış ve zayıf bir hevesten de zayıf hale gelmiş olmasıydı. Eğer dediğiniz doğru olsaydı sayın Freud ve ondaki cinsel etken o kadar güçlü olsaydı, aşkına kavuşma yolunda herşeyi, her işi yapacak durumda bulun­saydı kurban sunma yerine en değerli kızıl tüylü deveyi ge­tiren o olurdu, Habil değil! Freud'un sözü doğru olsaydı Kabil'i, babasının önerisini işitir işitmez tarlaya koşup bü­tün harmanları ateşe veren biri olarak görürdük. Ama gör­dük ki, Allah'ın rızasını kazanmak için, elinden kaçan aş­kını ele geçirmek için Allah'ın huzuruna bir tutam buğday getirir, üstelik insafsız, sararmış ve çürümüş bir tutamı!

Bütün bu ayrıntıyı, öncelikle öykünün ahlaki Öğüt oldu­ğu yaklaşımını reddetmek ve sorunun anlatılandan daha ciddi görülmesi gerektiğini belirlemek; ikinci olarak, bu kıssanın iki kardeşin davası olmadığını, iki kesimin iki dü­zenin davası, tarihin hikayesi, zaman süresince ayrılığa düşmüş insanlığın serüveni ve henüz sona ermemiş sava­şın başlangıcı olduğunu ifade etmek için verdim.

Habil kanadı, mustaz'af ve mahkum kanattır; yani halk, tarihin öldürülmüşü ve insanlık toplumlarına egemen mül­kiyet düzeni olan Kabil düzeninin esiridir. Bu savaş ise, Kabil'in bayrağının nesilden nesile egemen sınıfların eline geçtiği, Habil'in kanını değeri ve kanını çağınsın da nesil­den nesile onun varislerine (adalet, Özgürlük ve gerçek iman için mücadele eden mahkum halka) ulaştığı tarihin sürekli savaşıdır. Bu savaş tüm devrelerde devam etmiş ve her çağda bir biçimde sürmüştür. Kabil'in silahı dindir. Habil'inki de.

Dine karşı dinin savaşı da tarihsel bir savaştır; sosyal şirki ve sınıfsal farklılaşmayı açıklayan şirk dini ile, sınıf­sal ve ırksal birliği açıklayan tevhid dininin savaşı. Habil ve Kabil, şirk ve tevhid, sınıfsal ve ırksal ayrıcalık ile insa­ni adalet ve birliği hile, uyuşturma ve mevcut durumu izah etme dini ile bilinç, hareket ve devrim dininin tarihsel zaman boyunca süren savaşı zamanın sonuna kadar durma-yacatır. Bu son nokta ise Kabil'in öleceği ve Habil düzeni­nin bir kez daha kurulacağı andır. Bu, dünya üzerinde eşit­liğin gerçekleşeceği, sonuçta da tevhid ve insani kardeşli­ğin kurulabileceği Kabili tarihin sonundaki determinist devrimidir; adaletin sağlanmasıdır; tarihin zorunlu olarak gideceği, evrensel bir devrim, tarihsel ve sınıfsal bir inti­kam biçiminde kesinlikle insanlık yaşamının bütününde yaygınlaşacağı ve "Yeryüzünde zaaf ve çaresizliğe sürük­lenmiş olanlara, kendilerini insanları önderleri ve yeryüzü­nün mirasçısı yaparak nimet vermeyi irade ettik." diyen Allah'ın müjdesinin ulaşacağı bir adalettir bu.

Bu, Habil ve Kabil'in savaşıyla başlayan; tüm insanlık toplumlarında egemen düzen üe mahkum durumda bulu­nanlar arasında süregelen; tarihin, adalet, 'kist' ve hakika­tin determinist yazgısı olan diyalektik çelişki temelindeki geleceğin determinist devrimidir.[12]

Ve bu aralarında sürekli çatışma bulunan (tarih boyun­ca) iki kanattan birinde yerini belirleyen ve seyirci olma­yan her bireyin her devredeki sorumluluğudur. Nitekim ta­rihin determinizmine inanmakla tarihin determinizmi için­de bireysel özgürlüğe ve bireysel insani sorumluluğa da inanmış olmaktayım; bu ikisini birbirine aykırı da görmü­yorum. Çünkü tarih, bilimsel bir bütüncül determinizm temelinde hareket halindedir, tıpkı boğa gibi. Ama ben, bir insan bireyi olarak seçimde bulunmalı, tarih çizgisinde ha­reket etmeli tarihin determinizmini bilimin gücüyle hızlan­dırmalı ve ilerletmeli ya da cehalet, bencillik ve sınıfsal çı­karcılıkla onun karşısına dikilmeli ve ezilmeliyim.[13]

 

Mahrumlardan ve Mahrumlar İçin İlahi Peygamberler

 

Bekleyen[14], itiraz edendir; kişi eğer 'bekleyen' olmazsa, geleceğin beklentisini taşıyamaz. Değişimi bekleyen, birisi­nin gelmesini bekleyen, yeni bir şeyi bekleyen, yeni birisini ve yeni bir olayı bekleyen kişi, varolan duruma itiraz eden ve onu bekleyendir. Şia'nın siyasal görüşünde ve tarih fel­sefesinde kim bekleyendir? İtiraz eden. Neye itiraz eden? İslam adı altında İslam Tarihinde ortaya çıkana; (anlattı­ğım gibi) tarihe egemen bu İslam'ın ilk kurbanları Ebuzer, Ali, Hacer ve Hüseyin'di. Bu, itiraz edendir; İslam adı al­tında tebliğ edilen, uygulanan ve övülene itiraz etmekte ve 'bu değil' demektedir. Tarih boyunca itiraz edendir; bunun için de bekleyen ve itiraz edendir, bunun için de bekleyen ve inanandır. Tarih boyunca mevcut bulunan bu gerçeğin zorunlu olarak gerçekleşmesi gerektiğine, yoksa Allah'ın evreni boşuna yaratmadığına inanmaktadır. Adem'i nasıl boşuna yaratmış olabilir?! Tarih nasıl zulmün, yozlaşma­nın, zorbalığın ve cehaletin çıkarına olarak tamamlanabi­lir? Nasıl? Tarih boşuna mı? Eğer tarih boşuna değilse zo­runlu olarak, bir hakla, tüm insani ideallerin, beşeri aşklar ve arzuların gerçekleşmesiyle sonuçlanacaktır (bu kimse­nin elinde değildir). Ama aynı zamanda tarihin bu determi­nizminde insanların özgürlüğü ve sorumluluğu vardır.

Tarih, determinist olarak Kabil'den itibaren Kabil'in kurban olması ve Kabil'in işbaşına gelmesiyle başlar, Kabil tarihte hep hükümet eder (bütün devrelerde) ve insanlık tarihinin yönetimini hep elinde tutar. Kabil dindardır (dini de vardır) dini şirk dinidir. Ama Habil, İslam insanı, ideal insan, gerçek insan olan bir insan olarak kurban olmuştur. Bundan dolayı insanlık toplumlarına egemen olan tarih, Kabil'in tarihidir. Kabil Habil'i öldürmüş ve kendisi kal­mıştır; bunun anlamı, öldükten otuz, kırk, elli yıl sonra de­mek değildir. Hayır, ölmemiştir; tam tersine tarih boyunca şirk adı altında insanlık toplumuna, halka ve herkesin te­pesinde egemendir. Kabil, dini, kendini izah etmek, halkı mahvetmek, Habil'in şekillenmemesi ve canlanmaması için araç kılar. Aynı Kabil'in tarih boyunca üç yüzü vardır; bir insandır (halka egemen), ama üç yüzü vardır. Kur'an'da bu yüzler ve insanlık tarihine egemen sınıfın bu üç boyutu 'mele'[15] 'mütref ve 'rahib' kavramlarıyla tekrarlanır, İs­lam, İbrahim'in dini olarak her zaman mele, mütref ve rahibin karşısına dikilmiş ve bunlara karşı kıyam etmiştir. Hep mahrum ve zulüm görmüş halkın içinden çıkmış olan, tamamı mahrum kitleye bağlı ve çoban olan (bizzat Pey-gamber'in sözü ve tarihin şahitliğiyle veya mahrum sanat­kar işçilerdi. Tarihte çobanlardan da mahrumdular.) İs­lam peygamberleri (insanlık tarihinin dini anlamında. Çünkü Kuranda İslam yalnızca Peygamberimizin dini de­ğildir; Peygamber'imiz, İslam peygamberlerinden biridir.) mele, mütref ve rahibe karşı kıyam etmişlerdir.[16]

Kur'an'ın üslubu şöyledir: Tarihten bazı şahsiyetleri nesnel olarak seçer (yaratan yazarların tersine) sonra ge­neli kapsamak üzere ve her zaman varolan bir tip ve sını­fın temsilcisi olarak açıklar.

Mele, mütref ve rahibi üç tarihsel şahsiyet olarak (özel isimle) gösterir. Nitekim Musa döneminde ve diğer dönem­lerde/Musa'dan önceki ve Musa'dan sonraki Peygamberler devamlı olarak onlara karşı kıyam etmişlerdir. Bunlar, her peygamber gönderilişinde, hakkın gönderilişinde ilk karşı koyan üç simadır: Firavun, Karun ve Bel'am b. Baura. Fi­ravun, insanlık tarihine egemen güç kudretinin temsilcisi­dir. Karun, insanlığa egemen ekonomik ve mali kudretin temsilcisidir. Bel'am Baur ise insanlar arasında bulunan din kudretinin temsilcisidir; bu din hep onun aracılığıyla her üçü için sömürü aracı olur; insanları devamlı olarak, adı dini ibadet, biçimi ise dünyevi ibadet olan ibadet bağı içinde tutabilme için özgürleştirici dinden bir ip oluşturur.

Bu üçü, kendilerine özgü üç işe sahiptirler: biri güçle (özet olarak ve başlıklar halinde anlatıyorum.) insanların

başını tutar ve belini büker, biri cebini boşaltır. Diğeri de kulağının dibinde fısıldar: "Sabret, değmez; bunlar dünya­nın süsüdür, değeri yok!" Bu üçü, dünya tarihi boyunca el­birliği halindedirler.

Tarih boyunca gördüğümüz, mabet, saray ve dükkanın bir süper market (her üçü) oluşturduğudur. İnsanlık, in­san, halk, bütün hak dinler ve hak hareketler bu üç boyut­lu ve üç şubeli Karun'un kurbanı olmuşlardır; bu, teslistir, (üçleme)

Evrende üç tanrı yoktur, ama yeryüzünde üç tanrı var­dır. Bu teslistir; bu üçü, Mesih'in şahsında üç boyutlu hale gelir: Baba oğul ve Ruhü'l-Kudüs. Bazen de tarihte her üçü bir bireyin şahsında toplanırlar: Papa! Nitekim onun hem gücü, hem parası vardır hemde tanrının temsilcisidir. O, hiç kimseye fırsat vermez; hem insanların başını tutar, hem cebini boşaltır, hem de kulağına fısıldar: "Değmez!" Bundan dolayı, tarih boyunca din (Halka hükümet eden ve değişik devrelerde çeşitli milletlere hükümet etmiş bulu­nan din) bu resmi din görevlilerinin (rahib[17], Belam b. Baura) aracı olmuştur; nitekim diğer ikisi ile işbirliğiyle ve üçlü, teslise dayalı şirket çıkarına halkı kölelik ve zillet al­tında, yabancı ırkları alçalma ve geri kalmışlık altında din adına, Allah'ın isteği adına tutmaktadır. Çobanlar ve mah­rumlar (Allah'ın iradesinin yeryüzündeki kurucuları ve gönderilenler daima bunlardan seçilmişlerdir.) zincirinin peygamberleri, Karun'un şahsında somutlaşan, tarihte ölümsüz ve tarihe egemen bu üçlü yüzü ezmek için çaba harcamışlardır. Bu üç yüz (tuhaftır!) son anına kadar pey­gamberlerin hareketiyle mücadele etmiştir. Sonra ise şirk dininin resmi görevlisi rahib (peygamberlerin hareketinin karşısında durmadıklarında) peygamberlerin hareketine katılmış ve o dinin rahibi adı altında yine halka karşı ve elbirliği halindeki diğer ikisinin çıkarma hükmünü devam ettirir. Bu hepsinden daha korkunçtur.

Şirk tevhidle tarih boyunca sürekli olarak savaşmıştır. Birkaç tanrılık, insanlık tarihinin birkaç topluluğunun, birkaç smıflıhğının ve birkaç ırklılığının koruyucu olmuş­tur. İki tanrılık, insanlığın iki sınıflılığının koruyucusu; üç tanrılık ise Karun'un üç yüzlü olmasının açıklayıcı sı dır. Ama Tevhid, daima inanca dayalı bir dünya görüşü ve mevcut durum temelinde oluşmamış, tam tersine evrenin hakikatinin bu peygamberlerin kalbine yansımasıyla halk arasında yayılmış evrenin asıl gerçeğidir. Bunlar, insani sünneti diriltme olarak ve halk-karşıtı olan elele etkenlerle mücadele için ('halk', 'nas' şeklinde islam'da o kadar tekrar edilmektedir ki.) bu üç yüzü birarada ezerler. Ama diğer ikisiyle elele olan ve ortak bir öyküye sahip bulunan rahib-Bel'am b. Baura yenilgiye uğramakta olduğunu gördüğün­de tevhid dini elbisesine bürünür ve şirk rolünü tevhide aktarır. Bu, hepsinden daha tehlikelidir.

İslam'da Belam b. Baura kimdir? Yahudi dininin büyük rahibi ve büyük dinadamı Ka'bu'l Ahbar. Peygamber'le ve İslam'ın gücüyle savaşamayacağını anlayınca müslüman olur, İşte bu Bel'am Baura'yı Ebuzer Gıfari'ye islam dersi verdiğini görüyoruz! Ebuzer servet ayetini okuduğunda, "Servet yığan ve Allah yolunda infak etmeyenlere[18] acı bir azabı müjdele." Ka'bu'l-Ahbar şöyle der: anlamış değilsiniz! Bu, yahudi ve hıristiyan dinindekilerle ilgilidir. Ama birisi hums ve zekatını verip dini görevlerini yerine getiriyorsa, bir tuğlası altın, bir tuğlası da gümüşten bir saray da yap­sa ona bir günah yoktur! Ebuzer oradan ayrılır. Çünkü peygamberin vefatı üzerinden henüz birkaç yıl geçmemiş­ken Ka'bu'l Ahbar'm kendisine nkıh ilkesi çıkardığını fetva vererek "İslam senin söylediğin gibi değil, benim söyledi­ğim gibi. Birisi dini görevlerini yerine getiriyorsa, bir tuğ­lası altın, bir tuğlası da gümüşten bir saray da yapsa ona bir günah yoktur ve sorun değildir." dediğini görmektedir. Ebuzer, bunun servet meselesi olduğunu, asla hums ve ze­kat meselesi olmadığını, servetin kendisinin sözkonusu edildiğini söyler. Sonra sinirlenir ve bir deve kemiğiyle Ka'bu'l-Albar'ın kafasına öyle bir vurur ki kan akmaya başlar. İslam (Hikmet ve adalet için "inandığımız gibi" ve hak önderliği halk nedeniyle ve Allah yolunda kurmak için gelmiş bulunan büyük Allah elçilerinin hareketini sürdür­me olarak) sonuncu harekettir; kendi önderinin kılıcı ile Medine adında örnek, ideal bir şehir, 'erdem şehri' kuran harekettir. Kısa bir süre sonra İslam ve Tevhid toplumun­da ruhbanlar ve Ahbar -yani Bel'am Baura- ortaya çıkar ve üç boyutlu o düzen bu kez İslam'da başlar.

Hüseyin, bu üç boyutlu düzenin resmi, ailevi ve kalıtım­sal olarak Yezidle başladığını, İslam hükümetinin anaya­sasının resmen değiştiğini (Artık zahiren inandıkları, ama onunla amel etmedikleri, onu yorumladıkları şekilde değil­di; silip bir başka şey yazmışlardı.) görürür. Hüseyin, bu hükümeti değiştiremeyeceğini ve onun yerine başka bir hü­kümeti geçiremeyeceğini Roma ve İran'ı birarada ezmekte olan bu büyük güçle mücadele için hiçbir imkan bulamaya­cağını anlar. Yezid'in çevresindekilere bakan Peygamber'le birlikte kılıç sallamış ve Peygamber zamanında sahabenin bir parçası olan peygamberin eski arkadaşlarının ve büyük şahsiyetlerinin izini Muaviye'nin yeşil sarayında veya Ka-fe'nin Daru'l-İmare'sinde görür; sonra, hakkı anlamış, tanı­mış başkalarının da ya üzüntüye kapılıp üzüntü program­ları düzenlediklerini ya da köşeye çekilip sürekli inledikle­ri ve yavaş yavaş kendilerini mahkum ederek sustuklarını izler. Bu ikinci topluluk, anlayışları böyle olan İslam'ın özel şiasıdır.

Hüseyin, Allah'ın evinin çevresinde dönen, İbrahim'in ve Peygamber'in sünnetini yerine getiren insan girdabını terketmeyi ve gidip büyük bir görkem ve ululuk içinde öl­meyi istediğinde (Baştan ölümü ilan eder.) onların aynı şe­kilde dönmekle meşgul olduklarını görür: İbrahim'in sün­neti, Allah Resulünün sünneti hac var, bırakıp gidemeyiz ki! Ama Hüseyin, İslam'ın en büyük şiarı ve en büyük iba­deti olan haccı yarıda bırakarak şunu ilan etmek istiyordu: "Rah kayboldu, bedenle oyalanma; 'hedef ve 'yon yokoldu, boşuna dönme." Yoksa biz, Mekke'den çıkışda Hüseyin'i yalnız bırakanların ister Muaviye'nin yeşil sarayında, ister Medine'deki hükümette ve Maveraünnehir ve Şam'da is­terse de Allah'ın evinde ve hac amelleri nedeniyle yalnız bı­rakmış olsunlar farketmeyeceğine inanmıyor muyuz? 'Yon' ortadan kalktığında bunların hiçbirinin anlamı kalmaz (ni­tekim anlamsızlaştıklannı ve hala da öyle olduğunu görü­yoruz). İmametin manası işte budur: Yön; geriye kalan ameller artık mekanik olur, ister dön, ister doğru git, ister gayret et, ister etme, farketmez. Yön kaybolduğunda artık her şeyi yapabilirsin, farkı yoktur; Aşura günü ağlayabilir ya da gülebilirsin, farketmez.

Sonra Hüseyin kıyam mı eder?! Kıyam etmez. Çünkü

resmi bir hükümet oluşturamaz; başka hiçbir iş yapamaz. En yakın akrabalarının ağlayarak, rica ederek, yalvararak şöyle dediklerini görür: "Gitme, burada kal." Niçin? Suçlu duruma düşüp de gitmek zorunda kalmamaları için. İmam Hüseyin'e nasihat ederler: "Sizin ve ailenizin üzerine titri­yor ve sizin için endişe ediyoruz. (Yol gösteriyor, rehberlik ediyor ve içlerinin parçalandığını gösteriyorlar!) Gitmeniz gerekmez; burada olunuz, burada namaz kılınız, tavaf edi­niz, kurban kesiniz, halka vaaz ediniz; daha sonra bir şey yaparsınız! Dinin merasimini yapınız, bu merasimin darbe­si yoktur, sizi razı eder, hatta size yardımcı da olur."

Hüseyin, İbrahim'in bu büyük merasimini tamamlayıp sonra bu işi yapmak için birkaç gün bile oyalanmaz. Çünkü insanlığa ve tüm tarihe, eğer düzen böyle olduysa, yön de-ğiştiyse ve rehberlik ortadan kalktıysa bütün bunların ka­lıp kalmamasının halk üzerindeki etkisinin eşit olduğunu gösterecektir. Zira bütün bunlar, insan toplumunda yeni­den şirk rolünü oynamaya başlamış tevhid sünnetleridir. Hüseyin hiçbir şey yapmamaktadır. Yalnızca, Adem'den itibaren başlayan düzenin Habil'in katli ile saptığı; tarih boyunca Kabil hükümetinin, tevhid ve şirk adı altında, Musa, İsa ve İslam Peygamberi'nin dini veya putçuluk, tes­lis (üçleme) ve dualizm (her ikisi, her üçü, dördü de birdir!) adı altında hükümet ettiğini; bunların karşısında Adem, Nuh ve İbrahim, Musa ve İsa'nın hareketinin ve Muham-med'in hareketinin yönünün otadan kalkmakta olduğunu; tarihte kaybolmuş İbrahim'in baltası, Peygamber ve Ali'nin kılıcı ile yenilgiye uğratılmış aynı üç yüzlü koruyucu ve din adamının yeniden iş basma geçtiğini; burada İslam giysisi içinde, Peygamber'in sarığıyla, islam'ın mescidinde ve Pey­gamber'in mihrabında ortaya çıktığını (Halk geri çevirmeyi kaybetmiştir, insanlık reddetmeyi kaybetmiştir.) görmektedir. Hüseyin hiçbir şey yapamamaktadır; şöyle der: "öyle öleceğim, kendimi, ailemi ve çocuklarımı, yaşama ve yeryü­züne ilişkin tüm bağlarımı, ihtiyaçlarımı, akrabalarımı ve bağımlılıklarımı öylesine tahrik edici, olağandışı ve şaşkı­na çevirici bir olayda yokedeceğim ki, şirk hükümetini ve tevhid giysisi altındaki şirk dinini yenilgiye uğratamasam da mahkum edeceğim." Mahkum da etti. Hüseyin, insanlık tarihinin yenilgiye uğrayan en büyük galibidir. Kıyamın­dan sonra Hüseyin'in, İslam'da olumsuzlayıcı direnişi ve tüm aydınlar, bilginler ve muttakilerin hareketini başlattı­ğım görüyoruz. Şiilerden -örnek olarak- isim vermiyorum. Hüseyin'in Ehl-i Sünnet ve Ehl-i Sünnet'in alimleri, bü­yükleri arasındaki etkisi (çok azı ilmi ve mezhebi onurları­na önem vermekteydi.) şaşırtıcıdır. Ebu Muti'yi (Belh kadı­sı) İslam'ın kadısı olsun diye döverler, kabul etmez ve ka­çar. Salih b. Ahmet b. Hanbel (Ahmed b. Hanbel'in hanbeli mezhebinin kurucusunun oğlu.) İslam tarihinin muttakile-rindendir. Belh yargısı, Belh'te ve Abbasi hükümetinde İs­lam'ın imameti bir yıl onun elinde olmuş, sonra da istifa et­miştir.

Tarih-i Belh'te şöyle denmektedir: "Salih o kadar fakih, zahid ve kadılık ustasıydı ki, geceleri evinin kapısını açık bırakır ve kapısının yanında uyurdu; bunu, zulüm görmüş birisi gece yarısı O'na muhtaç olursa gelebilsin diye böyle yapardı. Bununla birlikte istifa etti, yargı kabul etmekten ve yargıtay başkam olmaktan tevbe etti. Ahmed b. Han­bel'in evinde ekmek pişirmişlerdi. (Tarih-i Belh'e devam ediyoruz.) Ahmed sordu: "Bu ekmek nasıl yapıldı?" dedi. Onlar da: "Salihin evinden hamur mayası alınarak yapıl­dı" dediler. Ahmed "Salih geçen yıl İsfahan kadısı değil miydi?" dedi ve ekledi "Bırakın, yemeyin o ekmeği" dedi. Dediler ki: "Bir zamanlar İsfahan kadısı olmuşsa ne olur şimdi değil ya..." Ahmed şöyle dedi: "Ekmeğin, hamur ma­yası oğlumun evinden alınmış o ise bir zamanlar kadıydı.' 'Ne yapalım?' dediler. Dedi ki, 'saklayın, bir dilenci gelince ona verin. Ama ona hamur mayasının Salih'in evinden ol­duğunu söyleyin.' Ekmek evde kırk gün kaldı ve bozuldu, Belh'ten hiçbir dilenci de istekte bulunmadı. Bir müddet sonra tekrar sordu: 'Ekmeği ne yaptınız?' Dediler ki, "Dic­le'ye attık.' Ahmed b. Hanbel o andan itibaren ömrünün so­nuna kadar Dicle'nin balığım yemedi."

Allah'ın temsilcisi, Kur'an'ın koruyucusu ve mücahid olan, bütün dünyayı cihadlanyla ve kılıçlarıyla hak kelime­sini ve 'Allah'tan başka ilah yoktur1 sözünü gerçekleştir­mek için katetmiş bir kutsallıkçı çehreleri kim herkesin gö­zünde, hatta egemen düzene ve egemen dine inanan alim­lerin gözünde bile bu kadar nefret duyulan, zalim kişiler haline getirmiş ve mahkum etmiştir? Niçin? Bu, halkın di­renişiydi. Çünkü Hüseyin'in kanı, bir ellerinde Peygam-ber'in kılıcı, diğer ellerinde de Allah'ın kitabı bulunan alın­lara ebedi mahkumiyet, ebedi bâtıllık, cahiliyet ve fesat mührünü vurmuştu. Bu, zaferdir.

Nitekim Kerbela'nın, yalnızca, Hüseyin'le Yezid arasın­da cereyan etmiş bir çatışma olmadığını görmekteyiz. Ye­zid yalnızca şahıs olarak fâsid biri olduğu için Hüseyin'in kıyamının mahkumu olmamıştı; Hüseyin de yalnızca Ye-diz'in gâsip olması, sadece ve sadece kendi hakkı veya Ha­san ve Ali'nin hakkı sınırı dahilinde kıyam etmemişti. Hü­seyin, insanlık tarihinin başlangıcından itibaren tek tek tevhid kurucularının elinde olmuş, Adem'den başlayıp bü­yük hak peygamberlere miras kalmış ve sonunda da bu ha­reketin son bayrak taşıyıcısına, İslam Peygamberine, O'ndan da Ali'ye ve Hasan'a ulaşmış bayrağı dalgalandır­mak için kıyam etmiştir.

Bu bayrak, bir dini[19] bulunan egemen üç boyutlu düze­ne karşı tarih boyunca şirk'e, şirk olan halk-karşıtı, insan-lık-karşıtı rolüne karşı; değişik sahnelerde bu egemen dü­zene karşı dalgalandırılmış bir bayraktır; Peygamber'den sonra hareketin devamı için (Vahyin değil) Ali'ye, sonra Hasan'a- bu hareketi sürdürsün diye, sonra da Hüseyin'e ulaşmıştır. İnsanlık tarihinin bayrak taşıyıcısı, tarihe yakı­şık ve Özgü bu düzen karşısındaki bayrak taşıyıcısı olan Hüseyin hiçbir şey yapamamaktadır. Ne gücü, ne yardım­cısı, ne de imkanları vardır. Ama bu bayrağı, kendisinin ve ailesinin yokolmaktan, en aziz kişilerinin (kadın ve erkek­lerden) en feci esaret yazgısına sürüklenmekten başka bir yolu olmadığım bilerek dalgalandıracaktır. Bir ordu kura-masa da, egemen gücü değiştiremese de ve resmi önderliği ele alamasa da en azından bu bayrağı (herşeyin yokolması bedeli ile) onun suratına yapıştıracaktır. Bu şekilde de, in­sanlık tarihinin kurmaylarından, bayrak taşıyıcılarından biri olarak rolünü ifa etmiş olacatır. Bu durumda Hüseyin'i Yezid karşısında düşünmeyiniz; hatta Hüseyin'i İslam tari­hinin yalnızca altmış yılı ile de sınırlamayınız. (Tıpkı Pey­gamber ve Ali'yi de sınırlamamak gerektiği gibi) Hüseyin'i, adalet ve hak hareketi tarihinin tarihteki varisi olarak ka­bul ediniz; Hüseyin'den sonra başkalarına başka yardımcı­lara ve hareketin başka devam ettiricilerine ulaşması gere­ken bir mirastır bu. Bundan dolayı Hüseyin'in kıyamı, in­sanlık tarihinin büyük savaşının ortasında meydana gel­miş bir kıyamdır. Bu nedenle de varistir Hüseyin. Varisi ziyaret ederken (ne kadar azametli olduğunu) görüyoruz; en büyük sıfat, en büyük tarih felsefesi, en büyük felsefe

yalnızca Hüseyin'in kıyamının felsefesidir. Çünkü Hüse­yin'in varisi, Nuh'un ve Adem'in varisidir; (Yani hakikat için tarih boyunca ve çeşitli alanlarda insanlıkla birlikte başlayan, şimdi ise Adem'den Hüseyin'e ulaşmış bulunan bayrağıyla) İbrahim'in, Musa'nın, İsa'nın ve Muhammed'in varisidir.

Bu, sonuncu savaş değildir. Herşeyin sonu da değildir. Çünkü mahkum olan düzen Hüseyin'den sonra devam et­miştir. Bu bayrak, ondan sonra başka varislere ulaşmalı, her biri tarih boyunca rollerini (zamanın gereklerine bağlı kalarak; taktikleri farklıdır, ama yön, hedef ve düşmanları sabittir.) yerine getirmeli ve başkalarına devretmelidirler. Bu anlamda Hüseyin, peygamberlerin varisi, Peygamberle­rin yerine geçen bir varistir ve bu bayrağı tarihe devretme­lidir. Bu bayrak, tarihin intikamını alacak kesin zaferle ve devrimin, insanlığın büyük devriminin temelini atacak ke­sin zaferle (Nitekim insanlık Habil'in yenilgisinden sonra determinist olarak, bu devrimde sürekli olmak üzere zafere ulaşacaktır.) sonuçlanabilmesi için daima dalgalanmalı ve sürekli olarak savaş alanında kalmalıdır, aksi takdirde hüsran vardır...[20]

 

Ahlak ve Ekonomi

 

Ahlak konusu, hem eskiden çeşitli dinlerin bilginleri arasında, hem de günümüz felsefi ekollerinde, (hatta ma­teryalizm, diyalektik materyalizm, sosyalizm ve egzistansi­yalizmde) sözkonusu edilmiştir. Ahlak konusu sosyalizmde yalnızca sözkonusu edilmekle kalmamış bu ekolün en te­mel sorunu olmuştur.

'Ahlakı 'canım kardeşim', 'değerli arkadaşım" öğütleriy-le bir tutmamak gerekir; çoğu evliyanın (!), pek çok nasi-hatçinin ve de öğretmenin düşündükleri ve hâlâ da düşü­nüyor oldukları gibi bir ahlak akla gelmemelidir.

Bir gün kız okulu öğretmenler kurulunda küçük bir öğ­renciyi, birkaç öğretmenin önerisiyle, sürekli olarak veya ılımlı ve insaflı (!) bir istekle onbeş gün okuldan uzaklaştır­mak istediler. Bunun nedeni, "Eteğin niçin kısa?" sorusunu cevaplarken, herkesin Önünde Sınıfta: "Öyleyse kendiniz misafirliklerde niçin bu kadar açık giyiniyorsunuz öğret­men hanım!" demesi olmuştur. Öğrencinin büyük suçu ashnda gidip kitap okuması, konu bulması, öğretmenlerin ko­nuklarının doğru, yanlış, yeni ve eski olmasını tartışması, eleştirmesi ve karşı çıkmasıdır! Bana görüşümü sordu­lar.Dedim ki, "Eğer uzaklaştırma kararı haklıysa, güçsüz öğretmeni mutlak güçlü zanneden ve ne dikte etseniz ya­zan bütün bu öğrencileri uzaklaştırmak ve yalnızca bu Öğ­renciyi tutmak gerekmektedir, ama ne yazık ki sizin gözü­nüzde onun davranışları ahlakdışı, diğer taraftan disiplin, hal ve gidiş, ahlak terbiye notu yirmi olan diğer asil öğren­ciler ise ahlaklı." Tarihin çeşitli devreleri boyunca felsefe ekolü, maneviyat, milliyet, toplum, insan vs. adı altında bir 'psikoloji, nitelikler ve davranış tarzı' türü 'ahlak' olarak anlatılmış ve bu, halk kitlesi için egemen güçlerin sultası karşısında 'Ölçülü davranma felsefesi' olmuştur. Bu ege­men güç; bir imparator olabilir, büyük bir imparatorlukta; birkaç vatandaş veya işçi karşısında bir han veya bir hacı baba olabilir; ailede ve evlat karşısında bir baba da olabi­lir. Roma sömürgesi altındaki köleler ve zelil kavimler için üretilmiş olan hristiyanlık ahlakını (kilisenin oluşturduğu şekilde) ahlak kabul edenler, Roma imparatorluk rejimi ve egemenlikçi ruhu çıkarına iş yapmış olurlar.

'Genel barış', 'herkesi sevmek', 'intikam ruhu ve tepki göstermeyi olumsuz hale getirmek, 'suskunluk, dayanma ve soylu davranma ruhu' 'maddiyatı aşağılamak ve yaşam ötesi konulara yönelmek', 'iç dünyaya doğru emeklemek ve dış dünyadan kopmak' gibi ilkelerin hepsi dünyadaki ya-rarlanmacı ve yağmacı güçlerin sınırsız, engelsiz ve tehli­kesiz olarak baskın ve saldırı düzenlenebilmesi için yolu açacak, halkı kendisiyle veya diğer yerlerle meşgul edecek manevi memurlardır. Tasavvufun soylular arasında geliş­mesi, Ailen Dalla'ın ahlaki bozukluktan ve günümüz dün­yasında genç neslin isyanından korkması, tarihin tüm soylu olmayanların soyluluğa övgüde bulunmaları ve soylu in­sanları sevmeleri rastlantı değlidir. 'Soylu', 'güzel atın ni­teliğidir; güzel at, iyi binek olan, gerçekten beğenilecek mâkul ve mantıklı ahlak ve tavırları bulunan attır! Bun­dan dolayı, bir ahlak, bir kavmin tarih ve kültürünün sos­yal, sınıfsal ve ekonomik düzeninin ya da tarihsel bir aşa­masının doğurduğu sosyal gelenekler, belirtiler, özellikler, tavırlar ve izlerin toplamı anlamındadır; bunlar görecelidir ve tıpkı diğer sosyal olgular gibi doğan, büyüyen, ölen ve yerini geleneksel olgulara, yeni sosyal ahlaka bırakan de­ğişkenlerdir.

Bir diğeri de, yürürlükteki geleneksel ve toplumsal dü­zenlerin çoğundaki Ortak ahlaki ruhtur. Bu, 'Ölçülü dav­ranma felsefe si dir; teslimiyetin iç kayıt ve bağları ya da si­yasal, sınıfsal ve ekonomik bir düzenin ve sabit sosyal bir yanının kurulmasının ve bir hükümetin uzun devreleri bo­yunca ruh, vicdan, tavır ve görünüşte genel anlamıyla bir toplumun ruhsal davranış çizgisi ve manevi değerleri anla­yış biçiminde kalıcılık bulan ve şekillenen olumsuz adet ve özellikler toplamıdır. Öyle ki, örneğin çok terbiyeli, zarif ve anormal aşırılık içeren tanışma ve hediyeleşmede, dil ter­biyesinde ve sosyal tavırlardaki aşırılık (hatta basit bir hal-hatır sormayı bile Öğrenmek için uzun süre çalışmak zorundadır) böyledir. Yine sosyal ilişkilerimizde de görül­mektedir, örneğin biri "dün sizi görmek için evinize gel­dim, yoktunuz." demek ister, ama kalkar şöyle der: "Pak yüce hazretin öpülesi ayağına erişebilmek için hep bir fır­sat gözlüyordum, ama efendinin değerli zamanına rahat­sızlık vermemek için saray kapısının tüm sevenlerine açı­lacağı ve benim de başkalarına asalak olarak dergahın mü-ridleri ve yakınlanndanmış gibi öpülesi eşiğin yüce feyzine nail olabileceğim bir ânı gözlemeye başladım. Nihayet dün, tertemiz yüce hazretin mübarek huzuruna varmak maksa­dıyla sarayın kapısına kadar geldim. Saygıdeğer bir görev­li, mübarek bedeninize bir rahatsızlığın arız olduğunu ve uyku buyurduğunuzu bildirdi; bu nedenle de ilgi odağımız hazreti ziyaret etmenin büyük nimetinden yararlanama­dık..." (Bu terbiyenin de, bu edebiyatının da Allah canını alsın!) Bu ahlak ve terbiyeyi, sınıfların birbirinden çok uzak mesafelerde, sabit ve birinden diğerine geçmenin im­kansızlığı içinde bulunduğu; sınıfların birbiriyle irtibatı için bir dizi protokole, adaba, karmaşık merasimlere ve ya­pılması gerekli olanlara riayet etmek gerektiği bir düzen doğurmaktadır. Eski sınıflı düzenlerde, soylu ahlakı ya da saray tavır ve adabı (Courtoisie), egemen, soylu, saraylı ve dinadamı sınıfları karşısında kitlenin konumunu somutlaş-tırdı; hatta sınıfsal ilişkiler değiştikten sonra bile bu ahla­kın tavır, konuşma, edebiyata, maneviyat, eğitim, genel terbiye üzerindeki etkileri yerinde kalmaktadır; bazen de toplumun gerçek makam ve gücü ortadan kalkar, yerine bir makamın görünürdeki ve içi boş kabuğu kalır; lakap, unvan ve sözlü protokoller daha fazla ve daha aşırı olur!

Nitekim İslam tarihinde 'Hüccetülislam' lakabı büyük Gazali'ye "Sikatulislam' lakabı da Şeyh Tusi'ye özgüdür, kendisi Şia'nın ilim önderidir. Ama bugün bu iki lakabı ev meclislerinde mersiye okuyanlardan birine vermeye kalk­sanız, din adamlığı makamına ihanet suçundan kellenizi uçururlar![21]

 

Hayır ve Şer

 

Eski ve Yeni ahlakta, Aristo'nun açıklamasından Sart-re'a kadar hayır ve serden sözedilmiştir; yani ahlak, 'ha-yır'a, çağıran ve 'şer'den kaçındıran bir ilimdir. Bundan dolayı, gerçek evrenden bahseden bir ilimdir. Gerçek evren doğaysa 'fizik' olur; maddesel unsurlar ve aralarındaki bağ­lantı ve bileşim eğilimiyse 'kimya' olur; insansa 'antropolo­ji1, 'yeryüzü ise jeoloji', ağaç ve bitkiyse 'botanik' olur, ama konu hayır ve şer ise ahlak ilmi sözkonusudur.

Ahlakın gerçekleşmesi için teşhisin boyutlarından biri 'hayır ve şer'dir. Ama ahlak, hayır ve şerri anlamakla bit­memesinin yanısıra, yalnızca hayır ve şer olması halinde zihinsel, felsefi ve kelami bir ilme dönüşür, sadece teoride işe yarar, sosyal ve bireysel yaşamda zerre kadar etkisi ol­maz. Bundan dolayı ahlakın sorunu, hayır ve şerri tanım­lama sorunu değildir; tam tersine insanın kendisinin soru­nudur; Hayır ve Şer karşısında yer almış bulunan insanın, hayır ve şerri seçenin sorunudur, hayır ve şerrin ayırımı ve işlerin hayır ve şerre bölünmesi sorunu değil.[22]

 

Ahlakın Üç Temeli

 

İnsanın 'nasıl yaşayacağı' ve 'nasıl olacağı' konusu olan (benim düşündüğüm şekilde) ahlak, üç temele dayanmak­tadır (Bir temel yani hayır ve şerre değil) ve her ekol (ister dini, ister dindışı ister manevi, ister maddi; ister idealist, ister realist) bu üç temeli ele amak ve aydınlatmak zorun­dadır. Eğer ele almaz veya belirsiz bırakırsak ahlak, sapa­sağlam ve gerçekleşmesi mümkün bir şey olmaktan çıkar. Bu üç temel şunlardır:[23]

 

1- İsar

 

İnsan olmanın veya ahlakın temel direği olan şey 'îsar' kelimesindedir. Hiçbir dilde bu kısalıkta bunca anlamı ve­ren bir kelimenin bulunmadığı bir kelimedir- 'îsar, 'başkasının veya başkalarının çıkar veya yararlarını kendi çıkar ve yararlarına üstün tutmaktır. 'İşar', ahlakın zirvesinde­ki davranıştır; kişinin; "kendisi" ve "Başkaları" yolunun ay­rımının başına geldiğinde (birinci yol, "Kendisinin" çıkar, lezzet, kalıcılıkla ve salimen ulaştıran bir yola gitmektedir; diğer yol ise bunları "Başkalarının" çıkar, lezzet ve mutlu­luğunu sağlamak için bir kenara itmek zorunda kalacağı bir yol) ikinci yolu, yani 'başkaları'nı seçmesi, 'isar'da bu­lunmasıdır. Bu bireyin kendi çıkarını sağlama ve kendisi için. yaşama yönünde hareket ederken başkalarının da çı­karını düşünmesi ve başkalarının da yaşamını sağlaması yolundan başka bir şeydir. Böyle bir durumda îsar' yoktur, İhsan' vardır.

'İşar' büyük bir meseledir. Ama davranışın kendisinden daha önemlisi (bireyin, kendi çıkarını gerçekten cömertçe, zahidçe ve gözü arkada kalmaksızın başkasına veya başka­larına bağışlamasına, kendisini mahkum ve mahrum bı­rakmasına rağmen) bu davranışın mantıklı ve akli izahı­dır. Bu davranışı akılla izah edebilecek, yorumlayabilecek ve analiz edebilecek ve onu mantıklı gösterebilecek hiçbir sosyoloji ve antropoloji felsefesi, ekolü mevcut değildir. Bu öyle bir davranıştır ki, birey burada başkasını kendisine tercih etmekte ve ne manevi, ne de maddi hiçbir ödül bek­lememektedir.[24]

 

Alış-verişin Çeşitleri

 

Üç çeşit davranışımız vardır:

Birincisi; hepimizin tanıdığı ve sabahtan akşama ka­dar kendisiyle boğuştuğumuz türdür; bir şey veriyor, bir şey alıyoruz. Maddi bir iş yapıyor ve maddi bir karşılık alıyoruz. Bazen de manevi bir iş yapıyor, maddi bir karşılık alıyoruz; her iki durum da birdir. Yumurta verip şeker al­dığım veya işimi filan fabrikaya bir miktar ücret karşılığın­da sattığım ya da manevi bir mal (klasik ezberler, öğüt ve­ya dini olmayan menkıbeler gibi) verdiğim ve karşılığında para veya şöhret yada makam ve güç (ne farkı var?) aldı­ğında bir alışveriş, muamele yapmış olmaktayım. Bir şey vermiş (maddi veya manevi) ve bir şey almış bulunuyorum.[25]

İkinci çeşit: Bu şekille ilgili olarak, sofrasından, cebin­den ve yaşamından, yaşantısında en küçük bir etkisi olma­yacak şekilde bağışta bulunan kişilere dikkat çekeceğim. Bunlar da iki türlüdürler; niteliği niceliğe feda edenler ve niceliği niteliğe feda edenler. Birinci tür de, yüz tümen yar­dımda bulunduklarında gazete ve derginin sayfalarını ken­di isimleriyle simsiyah hale getiren ve tüm dillerin, bu dostça bağışın çığırtkanı olmasını isteyen kişileri görüyo­ruz. İkinci türde ise, bağışı karşısında isimklerinin radyo ve televizyondan yayınlanmasına, gazete ve dergide basıl­masına ve dillere düşmesine razı olmayan, çünkü isimleri basılsaydı isim kalabalığında kaybolacağı, şimdi ise yalnız­ca bağışının miktarı yayınlanmış olmakla herkesin hay­ranlık dolu bir şaşkınlıkla ne kadar bağışsever bir adam ol­duğunu söyleyeceği, onun da mutluluk ve gururla bu kişi­nin kendisi olduğunu açıklayacağı şekilden daha fazla tad alan ve kibirlilikleri daha fazla tatmin olan kişileri görüyoruz. Bu kişi, kibirliliğini, 'o gider' için kendisinden para al­malarına karşın ismini sözkonusu etmemeleri ricasında bulunduğu birkaç kişinin hayranlık dolu takdirleri ve tak­dir yüklü şaşkınlıkları ile tatmin etmiştir. Böyle bir tavır nedeniyle ona bağışta bulunan biri olarak kabul eden bu birkaç kişi, onun için, bilinemeyen bir ismin radyodan ku­laklarına ulaştığı ve birinin bile beyefendinin zarif enda-mıyla karşılaşmadığı binlerce kişiden daha tatmin edicidir. O, muamele niceliği niteliğe feda etmiştir.

Bundan dolayı, bağışta bulunanın yaşamında hiçbir za­rar verici etkiye yolaçmayan, mahrumiyet ve sıkıntı getir­meyen, yalnızca bağışta bulunabilecek fazlalıklardan olan bağış izaha muhtaç değildir. Çünkü ahlaki ve insani terbi­ye ve Sosyal akıl', insanları bu işe teşvik etmek için yeter­lidir. Her insanın gönlü içgüdüsel olarak, vicdanın rahatla­yacağı, ama günümüz akıl, bilim ve mantığıyla (maddeci dünya görüşüyle, mantıkçı dünya görüşüyle, diyalektik dünya görüşüyle, egzistansiyalist dünya görüşüyle de) açıklanması mümkün olmayan davranışlarda bulunmak is­ter; bu, bireyin, kendisine ihanet olarak başkalarına hiz­met etmesi, başkalarını kurtarmak için kendisini esarete atacak çabalara yönelmesi, kendisinin ölümü pahasına başkalarının yaşamasını istemesi, kendi ekmeğini taşlaş-tırmak pahasına başkalarına ekmek araması, sınıf veya toplumunun kurtuluşu için ölmeyi kabul etmesi, açlığını giderecek kadar olan yemeğinin tamamını (az bir şey, bir lokma olsa bile) başkasına bağışlamasıdır. Bunu mantıkla açıklamak mümkün değildir; bu 'işardır.

Nietzche, ondokuzuncu yüzyılın dahi filozofu ve insanlı­ğın iftiharı büyük bir yazar ve bilgindir. Kendisi, insanın manevi sermayelerinden biridir (ona taraftar olmak veya karşı çıkmak ayrı bir konudur) Başlangıçta o kadar öfkeliy­di ki, yalnızca 'Güç'ü doğru kabul ediyordu. Ömrünün son­larında insanlığına döndü; bir keresinde akarsuya düşmüş zayıf bir atın ağır bir arabayı çekmeye çalıştığını, ayağa kalkacak gücününse olmadığını, buna rağmen arabacının bir cellat hırçınlığıyla kırbacım can yakacak şiddette vurup durduğunu görmüştür. Daha fazla dayanamadı ve arabacı­nın koluna yapıştı. Filozof Nietzche bir atı savunmak için (at yalnızca mazlum durumdaydı. Nietzche'nin malı bile değildi) arabacıya saldırmıştı. Bir tarafın filozof, diğer ta-rafınsa arabacı olduğu böyle bir kavgada kimin yeneceği bellidir. Nietzche, arabacıdan yediği tekmeyle yere yapıştı ve öldü.

Nietzche'nin bu davranışı bir 'olay' ve bir 'realite'dir ve tüm dünyada benzerleri vardır; burada Nietzche'nin o bü­yüklüğüne rağmen bir atın (bir at bireyinin, at türünün de­ğil) yazgısını düşündüğünü, hayatını tehlikeye atacak ve yaşamını feda edecek kadar duyarlı davrandığım duyduğu­muzda coşkulu biçimde ona övgüde bulunmalı; davranışını da, yaşamında cereyan etmiş ve belki de hayatında en bü­yük etkiyi yaratmış en yüce ve en görkemli davranış olarak kabul etmeliyiz. Oysa böyle bir davranışın maddeci felsefe ve mantık bakımdan izahı mümkün değildir. Çünkü izahı yapılabilir olan şey, fayda ve davranış arasında sebep-so-nuç ilişkisinin bulunması ve yatırımla sonucun uyum içeri­sinde olmasıdır.

İnsan bir işe yatırımda bulunuyorsa kâr sağlama ümidi taşıdığı içindir. Küçük bir kâr elde etmek için bir büyük bir yatırımı batırırsa davranışı, aklen kabul edilemez ve çıl­gınca bir davranıştır.

Çünkü aklın düşündüğü tek şey budur: Bir işte harcananın tamamı toplanır; bu toplam daha sonra bu işten sağ­lanan gelirle karşılaştırıldığında, ele geçen miktar bu iş için harcanandan daha fazla değilse bu, akıl dışı ve kabul edilemez bir davranış olur.[26]

 

Abraham'ın Mantığı

 

Aile dostlarımızdan biri, arasıra bize uğrayan 'Abraham' adında bir kişidir. (Bizimle onun arasında onunla böylesine ilgilenmememize yolaçacak nasıl bir benzerlik var bilemi­yorum) Özelliklerinden biri sentez gücüne sahip olmaması ve kopuk düşüncesidir; tıpkı 'Anne, Baba: Biz suçlanıyoruz' konferansını dinlemiş olan beyler gibi. Bu konferans iki bö­lümdür: Birinci bölüm, din karşıtı, dine karşı nefret dolu ve itaraz eden kız ve erkek çocuğun konuşmasından akta­rılmıştır. İkinci bölüm ise onların eleştirilerine din adına cevap veren ve saldırılarını reddeden benim sözlerimdir. Birinci bölümde din karşıtı kız ve erkek çocuğun ağzıyla İs­lam'a saldırı, ikinci bölümde ise benim ağzımdan dini ve gerçek dini kavramları savunma vardır. Ama bunlar yal­nızca birinci yarıya dayanarak yargıda bulunmuş, din kar­şıtı neslin sözlerini benim sözüm olarak düşünmüş, bana saldırıya girişmiş ve dedikodu çıkararak; kaseti çoğaltarak "Filan kişi, dini sohbetinde Allah'ı kıyamet gününü ve dini resmen reddetmiş; Kur'an, namaz, dua, Şia ve herkesle alay etmiş bütün bu dini ilkeler karşı bir delil getirmiş (!). Üstelik Hüseyniye-i İrşad'da, hem de Ramazan'ın yirmiü-çüncü gecesi, bu bir yana birkaç bin dindarın karşısında; tüm dini ilkeleri mutlak olarak kökten uçurmuş!" dediko­dusunu yaymışlardır. Bir başka grup da kalkmış benim dinkarşıtı kız ve erkeğin ağzından naklettiğim ve dindar anne-babalanna hitaben söyledikleri delilleri benim inan­cım kabul ederek delil ve ayetlerle bir bir çürütmüşlerdir!

Konuşmanın ilk yansı, anne ve babasını saldırıya hedef yapan din karşıtı genç neslin saldırı ve suçlamalarının top­lamıdır; nitekim konuşmanın adı da 'Anne, Baba: Biz suç­lanıyoruz'dur, yani bu nesil karşısında suçlanmamız olma­mızdandır; bunlar da yöneltilen suçlamalardır. Burada bu neslin temsilcisi olarak onları dile getiriyordum.

Konuşmanın ikinci yansında da, inancım olan dinin bir temsilcisi olarak bu suçlamalan reddediyor, kökünden ke­siyor ve şunu ispatlıyorum: "Anne ve babanız şahsında ez­diğiniz din değildir ve siz dini, baba ve annenizin anladığı şekilde Allah, Kur'an, dua, şefaat, iman, ahiret, adalet, ve­layet, bekleme, şia vs. olduğu şeklinde anlamaktasınız".

Bu eleştirici topluluk, bir konuşmanın karşıt iki yansını Mraraya getirmeliydiler. Bu iki bölümün biraraya getiril­mesi ve birleştirilmesinden elde edilecek sonucu yırgılanna dayanak yapmadılar. Çünkü zihinleri, sentez yapma ve so­nuç çıkarma gücünden yoksundur. Olguları ayrı ayn kav­rar ve onlar arasında sebep-sonuç ilişkisini kuramazlar.

Tek tek kavrama ve kopuk düşünme şampiyonu olan bu 'Abraham' bir gün bana "Hamam için Cuma günleri Kum'a gidiyorum; çünkü Tahran'da hamam fiyatı onbeş Kıran[27], Kum'da ise üçbuçuk Kıran. Bunun için hamama gitmek üzere Kum'a yollanıyorum" dedi. Dedim ki, "İyi de, gidiş için otobüse otuz riyal, dönüş için de otuz riyal veriyorsun!" itiraz ederek şöyle dedi: "Otobüs parasının hamam ücreti ile ne ilgisi var?!"

O, otobüs parası ile hamam ücreti arasında bir ilişki ku­ramıyor ve sonuçta Kum'da hamama gitmenin kendisi için

bir pepsiye ek olarak dört tane hamam anlamına geldiğini zannediyordu!

Sentez gücünden yoksun ve kopuk düşünen Nietz-che'nin davranışı anlayamaz ve şöyle derler: "Birisi yüzbin Tümen'lik yatırım yapsa buna karşılık işinin randımanı beş Tümen olsa bu davranışı ahmakçadır, kabul edilemez bir davranıştır. Dahi bir filozof ve Alman toplumunun (ve dünyanın) en büyük sermayesi olan Nietzche'nin o davra­nışında feda olması, bir at karşısında kalıcılaşması ve bu durumda da 'Abrahami' bir davranış olmasının izahı müm­kün değildir; davranışı da kabul edilmez, bayağı ve olum­suzdur."

Yüreğimi, duygularımı ve insanlığı coşturan bir işin mantıksal çıkanında bayağı ve mantıkdışı bir davranış ola­rak tecelli etiğini, Nietzchevari bir işin 'Abrahamvari' bir iş olarak yorumlandığını görüyoruz. Nietsche'nin yaşamının görkemli sonunda 'kâr ve 'değer' konusu bütünüyle aydın­lanmaktadır. Burada insanlık Nietzche'yi bir ata kurban etmekle zarar etmiş, ama insanın hangi noktaya kadar so­rumluluk duyabileceği; başkalannın, hatta hayvanlann bi­le yazgısıyla ilgili olarak, yambaşında geçen aşağılayıcı za­limce bir olguyla ilgili olarak hangi noktaya kadar duyarlı­lık taşıyabileceği konusunda bir 'değer' yaratmıştır. Bu­nun, şu zamanımızda bir köşede oturup bütün ömürlerini kitaplara haşiye yazmakla lügat tartışmalan yapmakla ve hayali maneviyatla uğraşmakla geçiren kişilerle ne kadar büyük farkı vardır; ama fakirlik, açlık, sömürü, zillet ve ta­lihsizlikten yambaşlarında Ölen insanları (hatta müslü-manlan) hissetmez ve hiçbir kitapta bulunmayan 'Zeliha' adını veya Hafiz'ın bir beytinin bu manaya değil de şu ma­naya geldiğini keşfetmek kendilerini heyecan ve mutlulu­ğa boğar. Nietzche'nin yarattığı (canı pahasına) akılötesi 'değer', hakkı (dili bağlı bir atın hakkı bile olsa) savunma­nın insani bir davranış; zulmü (bir hayvana yapılan zulüm bile olsa) engellemenin de insani bir sorumluluk olduğu­dur. Nietzche'nin ortaya çıkardığı, hakkı savunma ve zul­mü engellemenin hayata göz yumma noktasına ulaşabile­ceğidir.

Nietzche'nin davranışı mantıkdışı ve izahı imkansız bir şeydir; ama Tsar'dır, üstelit 'Can îsarı', hem de bir atın hakkını savunma konusunda. Ne maddenin maddeyle alış­verişi, ne maddenin manevi olanla, ne manevi olanın mad­deyle, ne ihsan ve hayır yardımının zaman, dil ve servetle­rinin doğurduğundan yaşamlarında en küçük bir etkisi ol­maksızın muhtaçlara bağışmaları anlamıyla muamelesi değildir.

'Isar', herşeyi bağışlamak, ama karşılığında hiçbir şey almamak için bir fermandır; yani şu demektir: Ey birey! Başkalarının yaşaması için Öl. Başkalarının özgürlüğe ka-vaşması için esareti kabul et. Yaşamını halkın hizmetinde çile, talihsizlik, mahrumiyet ve tüm tadlardan uzak dur­makla geçir. Bütün talihsizlikleri göğüsle ve dayan. Sonra­ki neslin ve nesillerin iyi yaşayabilmeleri için böyle acı içinde, yaralı ve mahrum olarak yaşam sür.

Ama niçin? Hiçbir cevabı yoktur. Maddeci insanı böyle bir işe teşvik edecek olan, yalnızca şiir, sanat, müzik ve ruhsal telkindir; sonraki etki ve sonuca ilişkin hiçbir ümit ışığı insana başkalarının yararına kendisini yok saydıramaz.[28]

Bu dünya görüşü (hatta sosyalist ve insana tapan dünya görüşü bile olsa) bireycilikle sonuçlanacaktır. Böyle bir dünya görüşünde insan bilinçli, uyanık, mantıklı ve akıllı olursa kendisine hiçbir faydası olmamak üzere başkası için îsarda bulunmasının ve çıkarlarını, tadları, tüm ömrünü, imkanlarını ve sermayesini bu yolla harcamasının geçmiş­teki telkinlerden gelen ahmakça ve boş bir iş orduğunu an­lar. Bireyin ahmaklık yapmasını isteyen bu başkalarının, bireyin fedakarlığına ihtiyaç duyması toplum ve kitle ru­hu' (Toplum ruhu', davranışda ve düşünen bir kişilikdir.) olduğunu, kendisini feda edeceği ve çıkarlarını kendi birey­sel çıkarına tercihte bulunacağı, hatta canını bile cömertçe bağışlayabileceği bireylerin ihtiyacı olduğunu kavrar. Çün­kü toplum, Bireyler'in bencil olmamalarını ve çıkarların kendisi için kurban etmelerini gerektirir.

Öyleyse toplum ve bir arada bulunma, sürekli olarak, bireyin çıkarlarının, çabalarının, çilelerinin, imkanlarının, yeteneklerinin, hatta kendisinin, kendisinin değil toplu­mun hizmetinde olmasına ihtiyaç duyduğundan dinin, nas­yonalizmin, sosyalizmin, türe tapmanın, insancıllığın vs. diliyle (hepsi de toplum ruhunun yansım alan dır-bireyi kit­le yolunda fedakarlığa çağırmak üzere ahlak oluşturmuş­tur. İyi ve kötü için böyle bir ölçü) kendisini topluma feda eden herkesin 'değerli' ve iyi olduğu; kendisine dönen ve yalnızca kişisel çıkarlarını ve bireysel yaşamını ganimet bi­len herkesin de fasit ve 'değersiz1 sayılacağı toplumun ölçü­südür; bu toplum ise değerleri varetmiş ve bireylere telkin etmiş olandır. Yoksa akılcı mantık, niçin kendime ve yaşa­mımı topluma feda edeceğimin, hangi sebep ve gücün beni bu işe zorlayağının cevabını veremez. Bu sorunun cevabını, bu telkinler, yiğitlikler veya duygular ve benzerlerinin, ah­laki örgütler ve psikolojik, düşünsel vs. Propagandalarla bu işe yönlendirilecek duygusal şahıslardan başkasında sergilenmeyeceği, tek açıklamanın bu olduğu şeklinde ve­rir. Ahlakın zirvesi îsardır: Başkaları için malın îsarı, hu­zurun îsarı, güvenliğin îsarı, tadın îsarı, yararlanmanın îsarı, aşkın îsarı, nihayet canın îsarı. Eğer bir felsefe, ekol ve din îsarı açıklayamazsa; eğer bir dünya görüşünde îsarın mantıklı bir içeriği bulunmaz ve kabul edilebilir ol­mazsa; yahut dünya görüşü bulunan bir din felsefe veya ekol (maddeci ve maddeci olmayan) bireye "Toplum için fe­da ol ve kendini başkalarının kalması için kurban et." diye­mez ve bireyin, başkalarının kurtuluşu için kendisini ateşe atacağı bir sebep, ilişki ve üstlenme gerekçesini dışarıdan onun düşünce, davranış ve görüşü için sözkonusu edemezse temelsizdir, ahlakının da temeli yoktur. Çünkü halk yolun­da fedakarlık ve hedef için can vermek insandaki fedakar­lık ve kahramanlık içgüdüsü olursa (ölüme razı olan bala­nsı ve kovan meselesindeki gibi) fedakarlık 'değer'ini kay­beder, toplum için ne kadar çok değerli olsa da.[29]

 

Hayır ve Şerr'in Dayanağı

 

Bana göre dindışı ve ateist felsefelerde en büyük ahlak analizi Sartre'a ait olandır. Yani marksizmin bir ahlak açıklaması getirememiş olmasını Sartre telafi etmeye çalış­mıştır. Nitekim egzistansiyalizmin maneviyat ve insanlığa, yani hümanizme marksizmden daha fazla eğilim göster­miştir.

Birey, başkalarının da sergilemesi hoşuna giden bir dav­ranışta bulunduğunda davranışı 'hayır'dır; hiç kimsenin sergilememesi ve yalnızca kendisinin yapması hoşuna gi­den bir davranışta bulunduğunda ise davranışı 'şer'dir. Sartre böyle açıklamaktadır. Yine şöyle der: "Evren boşu-

nadır; varlıkta tanrı, hedef, değerlendirme ve gözlem yok­tur. Hayır ve şer etkeninin anlamı olmadığı ve davranışla­rımızı İzah edip düzenleyeceğimiz bir disiplin bulunmadığı için hayır ve şerrin kaynağı kişisel yargı ve duygu temelin­de içsel bir kaynaktır." Bu, işin çözülme belirtisidir; nite­kim cahiliyet devri Arabistan'ında bir Arab, kızını çocuk sevgisi ve insanlık içgüdü ve duygularının tersine diri diri gömüyordu; içi yanıyor ve gözlerinden de yaşlar akıyordu, ama büyük insanî fedakarlık duygusu taşıyordu. Utanç ve zilleti önlemek için böyle bir işe el attığını zannediyor; her erkeğin böyle bir yiğitliği sergilemesinden, bireysel ve kişi­sel duygularına kapılmamasından ve ailesini utandırma­sından hoşlanıyordu. Sartre'ın görüşünde bu, hayırlı bir davranıştır. Çünkü herkesin, davranışlarım hayır ve şerre dönüştürüp bölüştüreceği başka bir dış disiplin mevcut de­ğildir.

Davranışların hayır ve şerre bölüneceğini ve davranışın hayır ve şer olmasını belirlemenin de bana ait olduğunu kabul ettiğimizi varsayalım. Benim yaptıklarımın başkala­rı tarafından da yapılmasından hoşlanmamın 'hayır'; be­nim yaptıklarımın başkaları tarafından da yapılmasından hoşlanmamamın ise 'şer' olduğunu farzedelim (örneğin bir kasap olsam ve halka keçi yerine köpek etini şişlik olarak satsam şer bir yapmış olurum. Çünkü başkalarının bana bu muameleyi yapmalarından hoşlanmam. Eğer güzel eti piyasadan ucuza satarsam hayırlı bir iş yapmış olurum. Çünkü herkesin her meslekte böyle bir işe el atmalarından hoşlanırım.) Şunu da kabul edelim: Sartre'ı ifadesiyle ken­dimizden, istek ve tanımlamamızdan başka disiplin ve ölçü yoktur. İyi de buradan itibaren, Sartre'ın cevabını düşün­mediği bir soru gündeme gelmektedir.

Sartre buraya kadar doğru gelmiştir, ama seçenin yal­nızca ben olduğum, benim istek ve tanımlamamdan başka bir disiplin ve ölçü olmadığı herkes yerine ve herkes için seçimde bulunup davranış sergilediğim takdirde (buna gö­re her bir birey herkesin sorumlusudur) hangi etkenin 'ya­rarlı şer'i olumsuzlayıp' zararlı ve tehlikeli hayır'ı seçmemi zorlayacağını düşünmemiştir.

Eğer hayır ve şerrin, ahlak ve seçimin dayanağı bensem hiç kimsenin bana sitemde bulunmaya öğüt vermeye ve be­ni mahkum etmeye hakkı yoktur. Davranışımın hayır ve şer olduğunu değerlendirecek hiçbir dış faktör yoksa hangi etken ve disiplin mahkum edebilir; bunun hayır, şununsa şer olduğunu bilsem şerri seçer miyim? Şu halde hayır ve şer ilkesinden sonra 'emredici' ve 'yasaklayıcı' ilkesi sözko-nusu olmaktadır, yani 'Ahlaki seçimde dış icra sorumlusu.[30]

 

Emredici ve Yasaklayıcı

 

Ahlakın üçüncü ilkesi, emredici ve yasaklayıcı faktör­dür. Çünkü dayanak yalnızca ben olursam ve benim dışım­da böyle bir güç mevcut bulunmazsa asla 'hayır'ı seçemem; bu ise benim için tehlikeli, zararlı ve ölümcüldür. Asla 'şer'ri olumsuzlayamam; yarar, tad ve huzurunsa bunda­dır.

Şu halde 'îsar' temelindeki ahlak seçim anında bireye emreden veya yasaklayan unsur olarak hayır ve şerrin bil­gisi ve bireysel üstün etkenin belirlemesidir.

Anlattığı gibi, Sartre bu aşamalara kadar ilerledi ve ah­lak felsefesi bu son noktada topallamaya başladı. Ama Marks, ahlak konusunda Sartre'dan daha geri kaldı. Sos­yal ve sınıfsal görüşte marksizmin Sartre'ın egzistansiya-

lizminden daha ileri, yani daha realist olmasına rağmen ahlakta da o kadar geridir. Öyle ki, son zamanlarda ahlak sorunu marksizme şiddetle sözkonusu edilmektedir; çünkü günümüz insanının krizi ahlaki krizdir.

Sınıfsal çelişkinin ekonomi ve sömürü sorununu içerdiği doğrudur, ama bu evrensel zemindedir. Günümüz uygarlı­ğında ve çağdaş insanın kültüründe en temel tehlikeyi oluşturan ve tüm düşünürlerin üzerine kafa yordukları so­run olan şey, ahlaki kriz sorunudur. Bir de tüm insani ve ahlaki değerlerin tepetaklak olması; üstelik de yalnızca burjuvazi veya kapitalist düzenin rolü (maneviyatı, tüm değerlere ve insandaki manevi olan herşeye inancı ortadan kaldırma ve onunla eylemli olarak mücadele etme değil, te­melde ahlaki değerlere inancı ve îsar ilkesinin, günümüzün Descartes'çi akıllı - mantıklı insanı için izahının mümkün olmamasıdır. Yeni felsefeler de dünya görüşüyle uyumlu, insani değerlere uygun ve günümüz insanı için açıklayıcı olabilecek bir ahlak oluşturamamış ve dinin yerine koya­mamışlardır. Çünkü din daima üstyapı olmuş ve bugün di­nin bir kenara konulmasıyla ahlakın tüm temelleri yıkıl­mıştır, çünkü ahlak dinin üstyapısıdır.

Jean Isoule'nin deyimiyle, felsefe tarihinin başlangıcın­dan, yani Aristo'dan (Ondan önce Sokrat'tan) bugüne ka­dar tüm çabalar tanrısız bir ahlak mektebi ortaya koymak; ahlakı, dini altyapı ve temelinden ayırıp ahlakın kendisine veya insanseverliğe ya da materyalist felsefeye yahut man­tığa dayanmak üzerine olmuştur. Ama bütün çabalar so­nuçsuz kalmış ve ne zaman ahlak sürekli altyapısından ay­rılma istenmişse çöküntüye uğramıştır.[31]

 

Felsefede Materyalist Ahlakta idealist

 

Bugünün insanının felsefi, düşünsel ve kültürel krizi ah­laki bir krizdir.[32] Bunun nedeni, 'îsar'ın izah edilememesi ve maddeci ahlakta, bireyi kendisine rağmen hayrı seçme­ye zorlayacak bir dış etkenin bulunmamasıdır.

Burada marksizm çelişkiye düşmüştür: Çünkü bir yan­dan materyalizme dayanıldığı için insanın maddeselliğinin asıl olduğuna ve insan yaşamında ekonominin asıl olduğu­na; diğer yandan da bir inanç sorumluluğuna ve sosyal ül­küye dayandığı için kendi sosyal düzeninde ve çağında ay­dın, bilinçli bireysel-insanî misyona ve sımfsal-sosyal so­rumluluğa inanmaktadır. Onun diyalektik materyalizmi bir taraftan madde ve ekonominin asıl olduğundan başkası­nı kavraya mam akta ve düşünce dünyasında yer bulama­makta, diğer taraftan Feurbaeh'ın felsefî materyalizminden (ya da Epicures'ün epiktirizminden) "[33] ayrı bir materyalizm olduğunu ve sosyal önderliği, adalet istemini ve genel eşit­liği ortaya çıkarmak ve bildirmek istediği için doğal olarak hedefin gerçekleşmesi için tüm bilinçli insanların ve birey birey sömürülen sınıfın sorumluluk mücadele ve fedakarlı­ğını, sömürü ile mücadele sorumluluğunu sözkonusu eder. Şu halde marksizmin maddeciliği yalnızca bilimsel bir ko­nu değildir; eğer böyle olsaydı çelişki meydana gelmez ve bireyin sosyal sorumluluğu onun için konu olmazdı.

Marksizm, insanlar için, bu mektebe inanan bireyin kendisini feda edeceği inanç, hedef ve aşkın kutsal değerle­rini ortaya koymak istemektedir. Bundan dolayı marksizm bir taraftan mutlak maddesel bir altyapıyı sözkonusu et­mekte, diğer taraftan sorunu ve mektebi bir din, bir inanç olarak ele almaktadır! insanlarla konuşurken ahlaki ve di­ni bir dil tutturur: 'Adaletin gerçekleşmesi için savaşın, devrim için kendiniz ateşe atın, misyonunuzun gerçekleş­mesi ve başkalarının ekmek, eşitlik ve kültürünü temin et­mek için tüm çıkarlarınızı, gerektiğinde de canınızı verin..." Bu ikisi çelişkilidir; çünkü sosyal bir ideoloji ve misyona sa­hip olan kişinin, kendini feda etme, toplum için fedakarlık­ta bulunma ilkesini açıklayamaması mümkün değildir.

Bir birey veya bir topluluğun (aydın, bilgin, işçi) halkın ideallerinin gerçekleşmesi yolunda tüm ideal ve çıkarlarını, hatta yaşamını feda edecek bir misyonu bulunmasına rağ­men (bir tür maneviyatın asilliği; bir tür irfanı veya dini görüşün asilliği; yaşamın realitesinin, yararlanıma ve çıka­rının üstünde bir ilkeye inanç temelindeki yüce misyon) mektebinin madde, ekonomi ve realistliğin asıl olduğuna dayalı bulunması; insan için de bu dünyadan maddesel ya­rarlanmalardan başka bir şeyin sözkonusu etmemesi, mis­yon ile mektebin çelişkili olduğunu gösterir. Çünkü deter­minist ve kaçınılmaz olan, materyalizmin daima durakla-maksızın individualizmle sonuçlanması ve "Ne varsa işte budur, insan yaşamı da şu birkaç yıl ve birkaç kalem ihti­yaçtan ibarettir" inancının da, ahlakın da "öyleyse ne varsa ben ve bana ait lezzetlerdir." anlayış ve davranışını izleme­sidir. Çünkü maddeci realist birey, maddesel çıkarlarını başkalarının maddi çıkarları nedeniyle bırakırsa realist ol­mayan bir davranışta bulunmuş olur. Zira ben başkaları­nın ekmeği için canımı verdiğimde bu 'ekmek' benim açım­dan artık 'ekonomik bir realite' değil; manevi-insani, mad-deüstü ve ekonomi ötesi bir konudur.

Materyalizmi kaçınılmaz olarak çelişkiye sürükleyen şey, ondaki maddesel olgunun manevi olguya dönüşmesi, ekonomik realite ve realistliğin ekonomi-karşıtı ve idealist bir gerçek haline gelmesidir.

Uhrevi sevap veya Allah'ın rızası ya da dini görev nede­niyle değil, yalnız ve yalnız işçilerin ücretini yükseltme yo­lunda mücadele yolunda kendi ücretim feda eden, hatta ca­nını bile veren bir işçi maddesel bir davranışta bulunma­mıştır. 'Ücret' konusu onun için (mutlak maddeselliğin sembolü olan kağıt para ve sikke halindeki altın ve gümüş­tür) mutlak idealizmidir; ekonomi karşıtı bir davranıştır (Ücreti kaybetmekle sonuçlanan bir davranış); tam olarak, Allah için kendine arınma uygulayan veya canını Allah yo­luna armağan eden Allah'a çokça yönelen bir arifin veya dindar bir mücahidin davranışı türündendir. Bu iki davra­nış arasındaki farklılık hedefte ve işin sonucundadır. Ama benim sözüm, 'Ekonominin asilliği' veya 'evren, yaşam ve maddi insanın' asilliği çerçevesinde yeralamayacak olan

'davranışın izahı' ve 'davranışın kendisi' üzerindedir. Çün­kü felsefî materyalizm ahlaki individualizmle sonuçlanır, yani epikürizmle, ki bu şudur: Kim felsefi açıdan mutlak maddeselliğe, kör, sağır, hesapsız ve duygusuz evrene ina­nırsa davranışsal yaşam ve ahlaki gidiş bakımından işi kendiliğinden ahlaki bireyselliğe yani 'kendi ayağı üzerinde durmaya ve 'ganimet kan'a sürükler. En iyi örneği, Ca-mus'un 'Taun' kitabının kahramanıdır: Oran şehrini taun sarmıştır ve halk kitleler halinde ölmektedir. Halk içindeki şehrin dinadamı tehlikeli hastalıkla mücadeleye ve ölümü göğüslemeye bel bağlamıştır. Çünkü ilahi ve dini görevi onu böyle bir sorumluluğu davet etmektedir; dünyadaki herkes karşısında sorumludur. Ama kendi kendine düşü­nür; böyle biri yoksa dünyada, ben ve bizim davranışımızı gözleyen hiçbir bakış mevcut değilse, benim bu kimsesiz ve hesapsız boşunalık diyarmdaki hizmet ve ihanetim birbiri­ne eşittir. Çünkü bilinçlenme, değerlendirme, dayanak ve yargıda bulunma işin içinde olmazsa hayır ve şer ne anlam ifade edecektir? 'Körler' diyarında ister örtülü ve asil bir şe­kilde dışarı çık, ister çıplak ve utanmazca, birdir; 'sağırlar' diyarında ister lanet et, ister tebrik, her ikisi de birdir, ya­ni her ikisi de hiçtir boştur. Gözleyici bulunmadığında gü­zel ve çirkin; dinleyici bulunmadığında da konuşmak ve susmak birdir.

Şu halde bütün işler eşit olduğuna göre en akıllıca iş, herkesin seçeceği, 'tad veren' iştir; en akılsızca ve en izah edilemez seçim ise böyle bir dünyada başkalarının hayatını taun'un pençesinden kurtarmak için kendi yaşamından vazgeçmektir. Hiçbir şeyin olmadığı şu anda artık açık ve inkar edilemez gerçek, "Ben varım, birkaç yıllık hayatım var, başka da, daha sonra da hiçbir şey yok." ve "Ben bu şeylerden tad alıyorum."dur. Sonuç?

Hayyam şöyle sonuç çıkarmıştır: "Elimize geçerse bir lokma buğday ve ekmeği/iki teklik şarap, bir de kuzu bu-du/Ben ve sen oturur avluda/Bir şölendir bu, sultanlara la­yık olmasa da"

Politzer (marksistler arasında ünlü bir kişidir ve Paris yakınında bir işçi üniversitesi kurmuştur) bu çelişkiyi anla­mış ve sorunu 'Felsefenin Başlangıç İlkeleri' kitabında ele almıştır; bulduğu çözümü şöyle anlatır: 'Biz yaşamımızda, toplumda ve felsefemizde materyalistiz, ama ahlak ta idea­listiz."!

İyi de bu montaj nasıl olabilir? Yaşamın tamamında me-taryalistken bir defalığına nasıl idealist olunabilmektedir? Materyalizmden mutlak idealizme nasıl ve hangi yoldan geçüebilmektedir? Politzer yolu bulamamıştır, çünkü yol yoktur.

Felsefede materyalist, ahlakta ise idealist olmak, 'So­rumluluk' ile 'Maddesellik' arasında Marks'ın kaçamamış olduğu bir çelişkiyi göstermektedir. Çünkü hiçbiri bu duru­mu gözardı edememiştir. Aslında materyalizmde 'Isar'm izah edilmesi mümkün değildir; fedakarlığı maddeci akıl anlayamaz, kaçınılmaz olarak da bireyi başkaları için veya ülkünün gerçekleşmesi için fedakarlığa (yaşamın ve maddi çıkarların ötesidir) davet edemez; aksi takdirde, diğer dil ve düşünceleden daha çok idealize, hatta hayalperest dü­şünce ve zihne ait olan 'ad, kahramanlık, gurur', gibi kav­ramlara dayanmak durumundadır. Diğer taraftan, canını veren, ama inanç yapısı mutlak maddesel olan fedakâr bi­reyin davranışı yalnızca şu şekilde yorumlanabilir: Başka­ları, veya inanç yolunda yaptığı fedakarlık, insandaki özel bir içgüdüdür, sosyal bir bağlılıktır. Bir davranışın içgüdü­sel olması onun değerden yoksun olduğu anlamına gelir.

Çünkü her 'değer', 'bilinç ve özgür seçim'den kaynaklanır; buradan hareketle sadece insanın 'değer' yaratabileceği söylenir. Fıtrî, içgüdüsel ve doğal olan da çok değerli, ya­rarlı, hayırlı, güzel ve saf olabilir, ama 'değer' taşımaz.

İslam'da ahlak felsefesi, bir anlamda, 'ben'in ölümü ve olumsuzlaşmasıyla 'ben'in yetiştirilmesi ve ihyasıdır. Peki 'yalancı ben' nasıl yokedilebilir, 'gerçek ben' nasıl ihya edi­lebilir? Acaba bir köşeye çekilip hayali usturalarla ve farazi kırbaçlarla bu gösterişçi, yalancı ve münafık 'ben'i kazıyıp yokedebilir ve 'ilahi ben'i bulabilir miyim? Hayır. Bu, sap­kın bir hayalperestlik ve aldatıcı bir kibirliliktir. Buda'mn söylediği gibi, bir tür 'yalancı ben'e geri dönmektir; arınma, ibadet, ruhbaniyet, inziva ve benzeri isimler altında bir tür dinsel gurur ve ruhani kibirdir.

Öyleyse, 'yalana ben' nasıl ve nerede yokedilebilir. 'Bü­yük ben' nasıl ihya edilebilir? İnsan toplumunda mı, yoksa ilahî özde mi?

İslam'da bu ikisinin birbirinden farkı yoktur ve birbirle­rine aykırı değildirler; tam tersine, birbirlerinin gereği ve gerek duyulanıdırlar. Ben', Allah'a ulaşabilmek için 'biz'de yokolur; 'ben'in 'biz' yönünde yok olması da bireyin ilahi 'ben'ine Allah'a doğru yön vermektir. Bundan dolayı İs­lam'da 'ben' ne Allah'ın özünde, ne de sosyal çıkarlarda yo­kolur; ne Allah'ın, ne de toplumun çıkarları karşısında sa­bit hale gelir; tam tersine 'yalancı ben'in yokolmasını sağla­mak üzere 'insanî ben'in (tüm insanlarda aynı olan ben) yerleşmesi, yetişmesi, gelişme ve olgunlaşması içindir. O halde 'yalancı ben'imi "biz"e kurban ettiysem, Allah karşı­sında ve Allah içinde kendimi yoketmişim demektir. Aynı şekilde, kendimin gerçek 'ben'ine de asıl olmayı kazandır­mış ve ona dayanmışımdır.[34]

 

'Yalancı Ben'

 

İnsanî varlıklardan bir varlığı veya bir topluluğu yahut insanî varlıktan bir tipi parça parça eden, her parçayı diğer parçaların karşısına yerleştiren, özünde bir bütün olan in­sanlığı kavmi özellikler, sınırlar ve renklere ayırıp dağınık hale getiren ve insanlığın bir parçasına ben olma'yı veren özelliklerin tümü birkaç çeşittir:

1- Irksal ben: 'Siyahlar' karşısında 'biz beyazlar'; bir tür bireyselliktir, bütüncül değil, göreli bir bireyselliktir.

2- Kavmi ve ulusal ben

3- Sınıfsal ben: 'hizmetçi' karşısında 'efendi ben'; 'efendi' karşısında 'hizmetçi ben'; 'mahkum' karşısında 'hakim ben; 'köle ' karşısında 'sahip ben'; 'yoksul' karşısında 'varlıklı ben'; 'işveren' karşısında 'işçi ben'; bunlar, insanlık birliğini parça parça eden duvarlardır.

Burada 'sınıfsal ben' 'bireysel ben'e de dönüşebilir. Nite­kim iki kişi yanyana oturduklarında, birinin özellikleri, el­bisesi, durumu ve işgal ettiği yerler diğerinin elbise, durum, hareketler ve ilişkisi ayrıdır. Bu ikisi hem iki birey, hem de iki sınıftırlar ve her biri kendi sınıfıyla birdir; iliş­kileri iki 'ben' ilişkisi değildir, iki sınıf ilişkisidir. Bundan dolayı 'sınıfsal ben'de her sınıfın milyonlarca kişisi bulun­masına rağmen her birey, sınıfının milyonlarca bireyi ile eşittir.

4- 'Ailevî ben': Soyluluk, ayrıcalıklı olma, onur övüncü bulunma veya bulunmama ve benzeri konularda birbirin­den ayrılma. Bu, her aileye (ve ailenin bireylerine) bireysel­lik verir.

5- Mesleki ben: Öğrenci karşısında hoca; isteyen karşı­sında istek; başkanlık edilen karşısında başkan; tüccar, üniversiteli, ordu mensubu vs. say sayabildiğin kadar!.

Diğer 'benleri tek tek saymaya zamanım yoktur.

Her birey birkaç 'yalancı ben'e sahiptir, yani bir ırka bağlı olmasının yanısıra bu birimin içinde bağlı bulunduğu bir de kavim, sınıf, aile ve meslek vardır. Hatta dinler, ina­nanlarına diğer 'ben'lerden ayrı ve belirgin bir 'ben olma' verirler. Çünkü 'dinler' yalan, 'din' ise doğru olandır ve İs­lam dünyada yalnızca bir dini kabul eder, 'dinleri değil. Gerçekliği bulunmuş ve doğru yönde olmuş bütün dinleri 'İslam' olarak isimlendirir, Adem'den tutun zamanın sonu­na kadar; ister İslam peygamberi'nden önce, ister sonra (yani O'nun mektebine inananlar) olsun; dolayısıyla müslü-manlar hem İslam Peygamberi'nden Önce vardılar, hem de sonra. Çünkü İslam, bir din, bir varlığın hakikati, bir akım­dır ve bir hareketi vardır. İnsanın varlığı da bir öz ve var­lıktır Adem birdir ve bir ırktır. Çeşitli 'benlerin hepsi ya­lancıdır ve değişik ırksal, kavını, sınıfsal, ailevî, meslekî, hatta itikadı kimlikler aracılığıyla tecelli etmektedir. Nite­kim bunları kazır, yokeder ve tüm renkleri silersek, renksiz, ak ve aydınlık bir öz kalır ve derinden hepsinde aynı olan bir ışık yansır; insanî tek inanç, te duygu, tek özdür bu. 'Doğru ben' her bireyin kendini yok ederek ulaştığı ve kendisi olduğu 'O'dur. 'O' ise hem ilahi varlıktır, hem de in­sanın, aşkın özü. Bu nedenle İslam, bireyi, Allah'a kavuş­mak için Allah'ın yarattıklarında -halk- yokolmaya davet eder.[35]

 

Ekonomi Fıkhı

 

Bugün içinde bulunduğumuz durumu gözönünde bu­lunduralım: Devamlı olarak "Neden zamanın ihtiyacını id­rak etmiyorsunuz? Neden yoksul sınıfın ihtiyaçlarını anla­mıyorsunuz? Neden sınıf tezadını hissetmiyorsunuz? Ne­den sömürüyü anlamıyorsunuz? Neden fıkhımızı, bir grup sermayedarın menfaatine hizmet tekelinden kurtarmıyor­sunuz? Neden? Neden?" şeklindeki sorularla ulemayı sıkış­tırmaktayız.

Bu nedenler anlamsızdır; bu eleştiriler boşunadır. Zira eğer bir alimin hayatına bakarsanız, ondan böyle bir şey beklemenin yanlış olacağını görürsünüz. Çünkü o bu işleri yapan sistemin bir bireyi durumuna gelmiştir. Önce ah­kam, fıkıh, din bilgisi, dinî meseleler... ve benzeri konuları tahsil eder; daha sonra toplumsal bir insan olmuştur artık. Genellikle zenginlerle ve makam sahipleriyle diyalog içeri­sindedir. Esasında gerçekten Ali dostudur, Muhammed dostudur; Kur'an'ı tanıyor ve gerçekten de bütün hayatını İslam'a göre tanzim ediyor; ama toplumsal ilişkilerde, "kendi seviyesindeki" kimselerle irtibat ve diyalog içerisin­dedir. Büyük bir fıkhı şahsiyetle diyalog içerisinde olan, "seviyeli" ve "şahsiyetli" kimseler, kimlerdir? Ya pazarın büyük bir şahsiyetidir, ya büyük bir toplumsal şahsiyet, ve­ya bir büyük siyasî şahsiyettir veyahut manevî bir şahsi­yettir. Bir çiftçi, tuğla fırınlarında çalışan bîr işçi, falan ayetullahın müridi olmasına, onu kendisine taklid mercii kabullenmesine, bütün ailesini bu hazretin ilmihaline göre yetiştiriyor olmasına ve birgün bu hazreti kendi sofrasının başına davet etmeyi hayal etmesine rağmen, şöyle bir diya­logun şerefine nail olamaz. Şimdiye kadar böyle bir hadise gerçekleşmiş değildir. Aslında böyle bir diyaloga ihtiyacı da yoktur! Onunla, bu sözkonusu kimse arasında bir çizgi, bir seviye duvarı var ve aşılması olanaksızdır. Esasen, toplum­sal yapı onu kendiliğinden, toplumun üst sınıfıyla diyalog kurmaya itmiştir. Bu seviyeden, halkın ne yaptığını hisset­memesi tabiîdir. Rivayetlerin ve Kur'an'ın ayetlerinin, de­vamlı olarak onu fakir halka yönelmesi yolunda iğneleme­sini, kış geldiği zaman, onları etrafına toplayıp, onlara dinî konuları anlatıp, onları ümitlerle tahrik etmek şeklinde al­gılamaktadır. Bir de bakar ki, İslam'dan da yararlanan sol­cular bu risaleti de yerine getiriyorlar! İçerisinde "mahsur kaldığı sınıftan dolayı" bundan fazlasını anlayamaz, anla-mamalidir da! Ama bolluk ve zenginlik içerisinde büyüyüp mühendis olan biri, bugün iman ve itikadından dolayı yok­sul kesimle irtibat kurabiliyor, bir ziraatçi gibi 8 saat tarla­da çalışabiliyor; işin anlamını anlayabilmek için fabrikada işçisiyle birlikte çalışmaya gidiyor; ellerdeki nasırın, 2x5 metrelik tek odada, fiziki yönden beş kişinin yerleşmesinin anlamını yakalamaya çalışır. Psikolojik, duygu, terbiye ve fizikî yönden yerleştirilmeleri problemdir! Onlara gitmesi gerekir, ama sadece konuşmak için değil. Onlara rehberlik yapmak için de değil! Bilakis kendisini adam etmesini, yani kendisine miras kalan zindandan, toplumsal zindandan, doğumuyla kendisine sunulan zindandan kurtulabilmesine yardımcı olabilmek için gitmeli. Böyle bir şeyin imkanı yok mu? Biz kendiliğinden bir tipe giriyoruz. Bu tip daha biz doğmadan bize yüklenmiştir. Farsça dilinin bize yüklenme­si gibi. Toplumsal yaşantımız da, bizim seçimimiz olmadan bize yüklenir. Arkadaşlarımız ve benzeri konular da daha biz dünyaya gelmeden tayin edilmiştir.

Toplumsal durumumuz, inancımız, imanımız, edebiyatı­mız, sanatımız, zevkimiz ve hatta inkılapçılığımız, daha ön­ceki şartlara göre, daha biz yumurta kabuğunun içindey­ken tayin edilir.

İslam peygamberinin yaptığı en köklü işlerden biri, in­sanları sınıfa dayanan tiplerden, kısır toplumsal yapıdan ve coğrafi, sınırlarda haps olmaktan kurtarmaktı. İnsanın iki zindanı var: Biri "toplumsal zindan" ve diğeri "coğrafî zindan". Benim dünyanın bu coğrafî biriminde doğuşum, benim için bazı şartları tayin edici olmaktadır. Ben eğer İs­viçre, Mısır veya Tanzanya'da doğmuş olsaydım, kuşkusuz bugün durumum farklı olacaktı. Netice olarak bu coğrafî kesimde dünyaya gelişim benim için, tayin edici bir fonksi­yon ifa etmiştir.

Hiç olmazsa zindanını, duvarlarını büyüt; bir kalede hapsedil, bir hücrede değil..!

Çok ilginçtir; toplumsal bir mesele konusunda açıklama yapan bir alim, taklit merciilerinin büyük oranda yani en az yüzde 95,5 oranında köylerden gelenler olduğunu vurgu­lamaktadır. Köylerde nasıl bir yapı mevcuttur? Köy, bütün büyük beşeri toplumlarda olduğu gibi, üç unsurun birleştiği bir yapıdan "jandarma, han ve molla" üçgeninden oluş­maktadır. Bu üç kesim hükmetmekte, geriye kalanlar ise ırgatlık. Yani hiçbir şey değillerdi. Hayvan seviyesinde gö­rülen varlıklardı! Hayatı yaşıyan gerçekten bu üç sınıftı. Şimdi artık, bu üçünün yerine "doktorlar"ın halkı soyduğu­na kuşku yok. Ama bu yeni bir meseledir. Tarihin alt-yapı-sında devamlı olarak, bu üç kişi köylü üzerinde yürütme hakkında sahip olmuş, her üçü devamlı olarak birbiriyle ilişki içerisinde olmuştur. Bu üç kişinin irtibatı, çok yakın ve samimi olmakla birlikte diğer iki kişi devamlı bir şekil­de hanın etkisi altında olmuştur. Çünkü han ekonomiyi elinde bulundurmaktadır. Diğer ikisi (jandarma ve molla) ondan doğmuştur. Bu durum, han, jandarma, molla ve eş-kiyanın yerine halkı soymak için köye gelen doktorun dev­reye girmesine kadar devam eder. Ben bizim Kevir köyüne giden bir doktoru biliyorum; köyde 5-6 yıl kaldıktan sonra geri döndüğünde getirmiş olduğu para, bütün köylülerin varlığından çok fazlaydı. Yani o, üç kişinin işini tek başına yapmaktadır. Köyde kurulan bu sistem içerisinde "ağa"nın oğlu,   böyle bir ruhla ve böyle bir irtibat içerisinde -köye hakim olan hanın tesiri ve hükmü altında- gelip ders oku­maya başlıyordu. Daha sonra siketülislam, hüccetülislam, ayetullah ve onun ardıdan ayetullahılazim makamına ula­şır, büyük bir şahsiyet haline gelir. Ama babasının köyde hanla olan irtibatının geleneğine uyarak o da memleketin "han'ıyla irtibata geçer. Bakın şöyle olur: Toplumsal ilişki nicelik yönünden değişir. Ama nitelik yönünden değişmez. Yani "az bir gelişme" gösterir. Hacmi ve çeşidi fark eder. Yoksa ilişki, aynı ilişkidir. Saniyen bizim "ilimler havza-sı"na hakim olan psikoloji aynı psikolojidir. Yani bu aç tale­beye sınıflar konusunu açtığın zaman, kapitalistten daha çok sağcı olur. Dine bağlı olan, maddî yönden yoksul kesim arasında bulunmasına rağmen, sağ kanattan daha sağcı olan bir çok insan görmüşüzdür.

Bir insana "nasıl düşünüyorsun?" sorusunu sormanın yerine ona kimden yediğini sormak gerekir! İstisnayi du­rumların dışında, bu bir genel kaidedir. İstisnalar kaideyi bozmaz. Bir insanın nasıl düşündüğünü öğrenmek için, ilk başta onun nereden finanse edildiğine bakmak gerek. Maddî olarak beslendiği yerden, fikrî olarak da beslenmek­tedir. Başka şekilde düşünmesi beklenemez.

Peygamberin hicreti, bir şehirden başka bir şehire göç etmekle sınırlı değildi. Bir çeşit insandan, başka bir çeşit insana geçişti. Geleneksel ve miras baskısıyla kanser tümö­rüne dönüşmüş bir toplumun, başka bir yapıya dönüşü­müydü. Bir tümörün yerinden sökülmesi, atılmasıyla bir­likte, yeni hür bir dünyaya geliş gibi. Hem de başka bir şe­kilde. Toplumu kendi inancına göre bina etmek ve irtibat­ların bu değer ölçüsüne göre şekillenmesi. Mekke'de sürü sahibi, tüccar veya soylular sınıfından olan kimse, tabiî ola­rak Ebu Süfyan, Ebu Cehil, arkadaşları ve Dar'ul Nedve çerçevesi içerisinde kişiliğim yitirmek durumunda kalacak; iyi bir insan, fıtraten seçkin biri olsa bile -Mesela Ebu Talip gibi- gerekli atmosfer olmadığından o meclis ve yetki sahibi yaşlılar karşısında "Muhammedi" bir düşünceye sahip ola-mayacakdır. O, böyle düşünebilmek için bu atmosfeden çık­malıdır. Çıkarılmalı, sökülmelidir. Yoksa İslam'ı içinde bir süs, bir dekor veya bir örtü olarak gizleyecetir. Müslüman da olsa, yine o "soylu Kureyş" kimliğinden sıyrıl am ay aca-tır. Öyle ise onun, bu atmosferden kurtarılıp, özgür bir platformda gelişmesini sağlamak gerek. Onu o atmosferden söküp, Medine'de ekmek, aşılamak ve adam etmek zaruri­dir.

Devamlı olarak orada oturan, devamlı eli öpülen, bütün arkadaşları büyük ve soylu ve şeceresi ta Hz. Adem'e kadar belli olan... Hepsinin ona çalıştığı, herkesin ona getirdiği, onun da yediği bu "bey" birçok şeyin anlamını idrak ede­mezdi. Peygamber de onları Medine'ye getirdi. Daha sonra aç kaldıklarından, ilk kez açlığın manasını hissettiler. Hem de konuşmayh değil, bizzat acısını midelerinde hissederek! Evi olmadığı için birkaç gece mescitte yatar. Bir yerden bir yere naklolanın, birkaç gece uykusu gelmez. Şimdi burada mescitte yatması gerek, hem de nasıl mescit! Ev istediği anlaşılır, ama ev yok; yemek istediği anlaşılır ama yemek yok. O derece hastalanmışlardı ki, Medine'nin havasının Kureyşliler için öldürücü olduğu şaiası yayılmıştı. Hepsinin helak olacağım, kısır kalacaklarını söylüyorlardı. Kısır kal­ma propagandası, Hatta Medine müslümanlarmı da etkile­diğinden, ilk çocuğun doğmasıyla törenler düzenleniyordu. Bu sevinç, daha çok yapılan propagandaların etkisiz kal­masına tepki mahiyetindeydi.

Ayrıca üç-beş arabın hurma yetiştirerek yaşamını sürdürdüğü Medine'de yaşamak onlara zor geliyordu. Ça­lışması da gerekiyordu. Aynı zamanda açtır da. Sermayesi de yoktur; bütün mülkü orada kalmıştır. Onu gaspetmişler, Çocuklarını da alıkoyup, vermemişlerdir,

İlk defa açlıkla karşılaşıyor, çalışması da gerekiyor, ama nasıl? Burada makam veya masabaşı yok, bu yüzden ameleler gibi sokak başında iş bulmak için beklemen gere­kiyor. Hz. Ebubekir! Muhterem ve büyük bir şahsiyet oldu­ğunuz doğrudur ama, burada tıpkı bir amele, bir işçi gibi­sin. Tıpkı bir amele gibi şehre gelmişsin ama, iş yok. Ku­reyş kabilesinden daha aşağı seviyede olan Hazrec kabilesi­nin, yani üç-beş yahudinin -hem de yahudüerin en kötüsü­nün- veya kocası ölmüş dul kadınların yanında çalışması gerekiyor. Keçilerini sağmalı; eğer birkaç dal hurma ağaç­ları varsa onlara bakmalı... Peygamber de tıpkı bu ameleler gibi çalışmak durumundadır. Ancak onlar buna tahammül edemezler; peygambere "sen git kendi işini gör, biz senin yerine de çalışırız ve kazancımızı paylaşırız" derler. Bütün bu çabalar günde iki hurma kazanıp, karınlarını doyurmak içindir.

Hayali bile zor olan bu yaşantı bugün sadece teoride ha­tırlanır ama, hayatını bu şekilde değiştiren İslamî anlayışı­nı da değiştirir. Onun anhyacağı İslam, bizim düşünce sı­nırlarımızı aşmaktadır. Orucun hikmetinin, insanın açlığı hissetmesi olduğunu söylerler. Ama bütün vitamin eksik­liklerinin, ramazan ayında telafi edildiği orucun bu hissi doğurması kuşku vericidir? Bu nasıl tip bir açlıktır? Hileyi seri yoluyla, Allah'ın emrini hedeften saptırmaktır! Dinle oynamadır! Çalışmayan adamın tuttuğu orucun amacı ne­dir? Orucun ne olduğunu anlayamaz, sağlık için uygulanan rejim gözüyle bakar, oruca! Yaptığı hazırlıkla gün boyu ye­meğe minnet etmez! Onun cinsi değişmelidir. Biz Müslü­manlardan biri, eğer bize iki kilometre uzaklıkta bulunan güney bölgesindeki, bizden daha muttaki, mütedayyin, sa­mimi, vatandaşımız ve din kardeşimiz de olan müslümanın evine gider misafir olursak, onun çocuklarıyla birlikte ya­şadığı yerde yatarsak ve çocuklarımızla birlikte onun sofra­sının başına oturursak "kardeşliğin" ne olduğunu anlarız. Yoksa benim ve onun arasındaki iki kilometrelik uzaklığın korunmasıyla birlikte, benim kardeşlikten sözetmem laftan öteye gitmez. Hatta bir sürü ayet okusak, arkasında görü­şümüzü pekiştirmek için bir ton şiir okusak, ardından bu­nu desteklemek için bir sürü rivayet nakletsek ve ardından toplum bilimi ile yorumumuzu ortaya koysak bile, yaptığı­mız '.aftan öteye gitmez. Bütün bunlar realiteden uzak boş

sözlerdir! Bunlar konuşma sanatıdır. Toplumsal gerçekler­le hiçbir ilgisi yoktur.

Maddiyata inananların, toplumsal yaşantılarından ve dünyalarından kopup, maddî ideolojiye yönelmeleri, dünya­yı bir kenara itmeleri ve ardından gidip yoksullarla yaşa­maları, onların dertlerine ortak olmaları -İslam'ın dünya konusundaki bunca köklü ahlakî değerlendirme yapmasına rağmen- onlar için zillet olmaz mı? Gece ve gündüz, min­berlerden bize dünyanın fazileti hakkında konuşmalar ya­pılmıyor mu? Ayrıca dünyanın insanı ne kadar bozup, imha ettiğini bildiğimize göre, bu konuşmaları dinleyip, bizzat biz bu konuşmaların kurucusu olmalıyız ve ondan sonra dünyaya dalıp; dünyanın zindanında ölüp gitmeliyiz!? Böy­lece, zindanda hapsolduğumuz anlaşılıyor. Esasen laftan ibaret kalan sözlerin hiçbir anlamı olmaz. Çünkü insanın geleceği üzerinde etkili olabileceğini sanmak yanlıştır.

Din, paraya bağımlı oldukça kimse onu tanımaz; dini bi­na etmek için biri çıkmadan, hiç bir taklit merciî, hiç bir müfti, hiçbir hatip ve hiçbir yazar din için çalışmaz. Bizim ulema bile, eğer kurucu olmazsa çalışmaz. O zaman bu din ne olur?! Kurucusu para olan bir din, yine o paranın koru­yucusu olmak zorundadır. Başka şekilde olmasına imkan yoktur. Bunların birbirinin üzerinde ekmek ve tuz hakları var. Birbirine bağımlı haldedir. Meydan böyle boş kalınca, alt-yapılan materyalizm olan komünistlerin halktan, kitle­lerden, yoksulluktan ve dünyaya karşı mücadele etmekten sözetmelerine sebep olmaktadır. Böyle bir düşüncenin, ma­teryalist çerçeveden çıkamıyacağından da kuşku yok. Öte-yandan tevhidi dünya görüşüne, Allah'a, irfana ve .... ina­nan biz müslümanlarm böyle kısır bir çerçeveye sıkışması, kişiliğimizin, yaşadığımız hayatın rengine boyanmasına ve­sile olmaktadır.

"Fıkhımız" böyle olmuş, "tefsirimiz" böyle olmuş, "kela­mımız" böyle olmuş "vazimiz" böyle olmuş, "ulemamız" böy­le olmuştur! Çok güzel! Pazarımızın da böyle olduğundan kuşku yok. Öyle ise aradaki bu bağ ve ilişki koparılmalıdır. Ancak bütün bu olumsuzluklara rağmen ben, İslam'ın ule­ma sınıfının tekelinden çıkarıldığı ümidindeyim. Bakın he­nüz bile, resmi ulemanın elinde fazlasıyla temel bir gücün bulunduğu doğrudur. - Şu taklid merciinin elindedir- An­cak resmi olmayan nesil arasından fedakarlık, fedailik, an­layışı, hiçbir karşılık beklemeyen aşıkları, umulmadık bir şekilde gündeme getirmiştir. Onlar bu "para " ve "din" çer­çevesi içerisinde kendilerini hapsetmeden, sevdalı bir şekil­de İslam'ı, zamanı, tarihin yönünü hissettiler. Bugün bu sevdalıların bütün dünyada İslam'ın çehresini, üzerine ko­nan tozdan kurtardıklarına şahid olmaktayız. Resmi din kurumunun ölümüyle, İslam'ın ölmeyeceği gün gibi açığa çıktı. Öyle ki, yeni ruh Filipin'den ta Türkiye'ye -Avrupa sı­nırına- kadar, yani en Uzak Doğu ülkesinden ta Avrupa sı­nırına kadar uzanan bu çizgide İslam yeni bir bi'set gibi, yeni bir çehre, yeni bir düşünce ile, tıpkı yeni gelmiş bir öğ­retinin dinamik fonksiyonları gibi canlandı; yeni bedenlere can verdi ve ümitleri yeniden kendisine bağladı.

Bu görkemli harekette, bizim gibi insanlar bu İslam'a sevdalılar kervanına -patates soymadan tut, ta çay dağıt­maya kadar- yapacağı küçük bir hizmetle kuşkusuz İslam risaletine bir hizmet yapmış oluruz. Ancak bu güzergahta, "mela"mn daha önce bize "bunu yaparsan şu kadar sevap kazanırsın, şunu yaparsan bu kadar günahkar olursun" şeklinde dini bir Ölçü kazandırmış olmasından dolayı, ken­di kendimizi kandırmamız yetmiyormuş gibi, kendimizce Allah'ı ve halkı aldattığımızı sanıyoruz. Bunun hiçbir öne­mi yoktur, hem de hiç!

Yaptığımız hayırların hiç bir değeri yoktur. Çünkü bu hayırlar amelle birlikte değildir. Amele yönelme, gayret gösterme, ameli güzelleştirir. Amelin küçüğü veya büyü­ğünden çok, onda amelden kaynaklanan hareket ve gayreti göstermek Önem taşımaktadır. Bir amel hayata bütün ola­rak yansımalıdır.

Bugün ümitsizliğin bu derece büyüdüğü, her yandan ümitsizlik unsurlarının kaynadığı, zaafın gelenekselleştiği, dünyaya bir taze güç olarak girmek isteyen İslam'a karşı hiçbir zaman bu derece geniş boyutlu saldırıların olmadığı bir zamanda, şuurlu bir şeklide tehlikeyi hissetmeli ve bir­lik içerisinde düzenlenen bütün komploları etkisiz hale ge­tirebilmeliyiz. Öte yandan ortada bir güç olmazsa, düşman varlığına yönelik bir tehlike hissedip, komploya kalkışmaz gerçeği de, insanı bir yönden ümitvar ediyor. Düşmanın bü­tün gayretine rağmen, kendisine yönelik bir tehlikenin doğ­duğundan kuşku yok. Nitekim Çin'de bulunan 60-70 mil­yon müslüman veya diğer ülkelerdeki büyük müslüman kitleleri daha önceleri azınlık statüsüne bile alınmazken, diğer bazı ülkelerde ölü bir toplum olarak unutulurlarken, bugün varlıkları, yükselttikleri sesleri dünyanın belirli odaklarını korkutmaktadır. Bunların tamamı iman ve ümit belirtisidir. İnancımıza olan imanımız kadar, dinin varlığı­nı sürdürmesinin, hiçbir resmiyeti ve gelenek bağlısı olma­yan, hiçbir usûl, soyluluk, makam, şöhret unvanı bulunma­yan, herhangi bir dini aba, cüppe ve kıyafeti bulunmayan samimi insanların fedakarlığına bağımlı olduğuna inanma­lıyız. Şu selam bile vermeye üşendiğimiz sokaklardaki isimsiz basit insanların, bütün varlıklarını yeni bir iman uğruna feda etmelerine rağmen, hiç birisinin ismi hiçbir yerde mevcut değil. Ne saygıya, ne soyluluğa, ne makama, ne ders halkasına, ne ilimler havzasına, ne müride, ne de şöhrete sahiptirler. Samimiyet ve ihlastan kaynaklanan bu güç seferden dönüp, İslam'ı savunmak ve dünyada gölgele­nen çehresini yeniden açığa çıkarmak için meydana gelen boşluğu doldurduklarında, kuşkusuz İslam'ı yeniden ihya edecekler; onun yeniden bütün dünyada gerçek manada gündeme gelmesini sağlayacakladır. Tıpkı yeniden günde­me geldiği gibi. Ben 10-13 yıl önce Paris'teyken 8-9 müslü-man gencin İslamî çalışmalar yaptığını görüyordum. Ancak bunu 3-5 seneden fazla sürdürebilmeleri şüpheliydi. Çünkü beslendiği devamlı bir yer yoktu, giderek zayıflıyorlardı. Bu durum bana çalışmaların, yakın bir zamanda öleceği veh­mini veriyordu. Şimdi baktığımda ise orada hareket eden büyük bir güç haline geldiğini görüyorum. Harekette heye­can, geniş boyutlu tesir ve etkiye sahiptir, mesuliyet yükle­yen büyük bir alternatif güç olmuştur. Onur kaynağı bu hareket, sürekli bir üretkenliğe sahiptir. Yani "varlığı" ve "etkinliği" Avrupa'da hissediliyor. Bu gelişme sadece İranlı talebeler arasında değil, diğer bütün müslüman talebelere kadar uzanmaktadır. Öyle ki, İslam'ın çehresini gölgele­mek için, müslümanları gericilikle yaftalamaları, daha çok kendilerini gülünç duruma getirmektedir. Artık kimse bun­ları sadece "serî kesim meseleleriyle" uğraşan kimseler ola­rak görmemekte! Hayır serî kesim peşinde koşmuyorlar. Serî kesim anlayışını bulmuşlar ve onunla mücadele et­mektedirler! Onları sadece ferî konulara çekenlerin yeri olamaz, aralarında. O zamanlar, sözkonusu bu birkaç müs-lümanın yanında bir ilmihal ve bir ibrikten başka bir şey yokken, bugün başka bir nesil olmuşlar. Eğer onları görmezlikten gelirsek, kendimizi de görmezlikten gelmemiz kaçınılmaz olacak.

Kanaatimce bizler -bu sınıfın zindanında hapsolan, bu şekilde doğup, oluşturulanlar olarak- kendimizi bu sınıftan

dışarı çekip, bir iç, içtimaî ve sınıf hicretini gerçekleştirme­liyiz. Kendimizi dünyada yeniden şekillenen ve giderek ya­yılan bu genç İslamî gücün içine atabilmeliyiz. Bu düşünce tarzı kalıcıdır. Sadece kalıcı da değil, benim kanaatimce dünya durmadan bu tarafa doğru kaymaya devam ettikçe, etkisinin önemi daha iyi de anlaşılacaktır. İdeoloji ve sis­temlerin içine düştüğü çıkmazlar; yirmi yıl öncesine kadar "bütün meselelere çözüm getireceğiz" diyen fazlasıyla ilerici ideolojilerin yetersizliği -gerçekten de dünya büyük nisbet-te buna inanmıştı- İslam'ın başarısına büyük şans tanı­maktadır. Bundan 30-40 yıl Önce İslam, bütün ideolojiler­den daha geri noktadaki mesaj sahibiydi. Çünkü hiç bir söylev ve gündeme sahip değildi. Geleneksel bir yaşantıyı, pazarı ve mevcut durumu idare etmekten başka bir şeyle meşgul olmuyordu. O yaşam tarzını düzenliyorlardı. "Ule­ma" da bu konulara açıklık getiriyordu, meselenin başını-sonunu yorumluyordu. Oteyandan birkaç müridin getirmiş olduğu hums ve zekat onun geçimine yetmektedir. "Gayp İmamın naibi" olmakla birlikte "yeryüzünün ve gökyüzü­nün direği"dir de. Buna benzer bir sürü, lakap ve unvan. Ama bugün durum tamamen farklıdır. İslam ideolojisi bu­gün bir alternatif olarak ortaya çıkmış ve bugün insanlığı diğer bütün ideolojilerden daha ileri noktalara ulaştırabil­me gücüne sahip olduğunu da ispatlamıştır. Yani insanın diğer boyutunu açıklayıp, ona dayanabilir ve bütün eksik­likleri -öyle ki, bu tarafa yöneldik ferdiyetçi olduk, o tarafa yöneldik bu kez kapitalizme duçar olduk, diğer yana yönel­dik bu defa de faşizm belasına kapıldık, öteki yana yö­neldik bu kez de tek yönlü, kısır görüşlü ve gerici olduk- or­tadan kaldırabilir.

Kuşkusuz bu da, bugünkü insanın arayıp da bulamadığı bir kurtuluş ve doğru yoldur. Öyle müslümanlar ortaya çıkıyor ki, -elbette bizim gibi değil, bilakis benim anlatmaya çalıştığım müslümanlar- durmadan bizi geride bırakarak ilerliyorlar. Onların karşısında kendimizi eskimiş olarak kabul ediyoruz. İşte bu müslümanlar, bütün bu çıkmazlar­dan kurtulmanın yolunu bulduklarını ortaya koydular. Biz eğer hareketlenen bu sahneden kaybolursak, ölmüş oluruz. Bence en büyük tehlike de budur.

Ben sömürülmüş İslam'dan sözediyorum. Dünyada hiç­bir güç İslam kadar sömürünün kurbanı olmamıştır. İslam ülkelerindeki bütün aydınlar, bu gerçeği gözönünde bulun­durarak İslam'ın kurtuluşu için seferber olmalıdırlar. Biz­zat İslam kurtulmalıdır, müslümanlar değil! Eğer müslü­manlar kurtulup, İslam yine "zindanda" kalırsa, yeniden ikinci kez "irtica"nın zindanına düşerler. Biraz ilerleyip, ye­niden geri dönerler. Şimdi görüldüğü gibi. Veya İslam'dan uzaklaşıp, başka ideolojilerin peşine takılması, onun misyo­nu bittikten sonra yeni ideolojilerin peşinde ümit aramaları kaçınılmaz olacaktır. Bu yüzden sömürüye karşı başlatılan savaş, İslam'ın kurtuluş savaşı olacaktır. İslam milletinin, İslam sınıfının veya İslam kitlesinin kurtuluşunun yerine İslam asırlık zindanından kurtarılmalıdır, ilk Önce...

Şimdi dünyadaki savaşlar, kitleleri götüren savaşlardır. An,cak kitleler savaşa giderken, İslam'a göre hareket etme­mişlerdir. Bunun yerine, her yönden eksik olan ideolojiler­den yararlandılar. Buna rağmen çoğu yerde, dünyanın en büyük güçlerini köşeye sıkıştırabilmişlerdir. Eğer büyük, köklü ve kapsamlı bir kültüre sahip olan İslam'ı kabul-lenseler, neler yapabilirler? Cezayir'de müslümanların 5-6 ayet ve 2-3 İslamî rivayetten oluşan sathî, basit ve sınırlı İslamî kültürü benimseyerek, emperylizme karşı mücadele verdiklerini görmekteyiz. Bu onların kültürünün kaynağı olur. Afrika'da herkesten Önce silaha sarılır ve emperyalizme karşı mücadele verir. Siyah Afrika, 20 yıl sonra müslü­manların izinden gitmeye başladı ve onlara uydu. Neden onlar ilerlediler? Çünkü, çok sathî ve zarif bir İslamî kültü­re sahipti.

Şüphe yok ki, müslümanların, halkın, insanların ve kit­lelerin kurtuluşunun tek yolu, bizzat İslam'ın kurtuluşunu gerçekleştirmektir. İslam'ın, bilinçli veya bilinçsiz bir şekil­de "zamanın otoritesine", "hakim sınıfına" veya daha açık ifadele "paraya" bağımlı hale getiren, tamamen belirgin olan grubun zindanından kurtarılması gerekir. "Din", "pa­ra" tarafından beslendiği müddetçe din, paranın hizmetin­de olacaktır. Halkın hizmetinde olamayacağı gibi, halkı di­nin hizmetçisi olarak da görür. Ona avam gözüyle bakar, dinin kurtardığı insan gözüyle değil! Peygamberimizin halk ile olan irtibatıyla, "ulemamızın" halkla olan irtibatını kı­yaslayın!? Ulemadan bazılarının takındığı tavır, daha çok "kapıkulu" tavrı mıdır, yoksa "Muhammedi" bir tavır mı­dır?

Siz Peygamber'in kıyafetine bakın, Medine'de nasıl yü­rüdüğünü izleyin. Çok sade bir giyim ve kıyafetiyle halktan biridir.

Aynı şekilde Ali savaştan döndüğünde, kılıcından kan damlıyordu; eve girince Fatma'ya sesleniyordu: "Kılıcı­mı yıka!"

Bu hanımıdır da... Kocasının ve babasının kılıçlarını alıp yıkıyor..

Bu peygamberin tutumudur. Bir de yazdığı mektuplara bakalım. Mektubun altındaki imza şöyledir: "Abdullah oğlu Muhammed'ten, Fars Kralına"; "Abdullah oğlu Muham-med'ten, Rum Kralına"... Zamanın iki büyük gücünün yöneticisine yazılmış mektup... Ne onların ve ne de peygam­berin lakabı ve unvanı var. Onlar da cevap olarak "...'dan Resulullah'a" şeklindeki unvanı yazıyorlardı. Ama bir aye-tullaha yazılacak mektubun zarfı çoğu zaman, onun lakab-larına yetmemektedir!. Bu lakablar nereden geliyor? Hangi sisteme aitir? Hangi kültürden kaynaklanıyor? Sınıf kültü­ründen başka yerden mi kaynaklanıyor? Sınıf kültürü ne­den lakaba gerek duyuyor? Çünkü halk ile bu sınıf arasın­daki mesafe çok büyüktür.

Bu mesafe devamlı bir şekilde korunmalıdır. Aşağı sınıf­tan biri, yüksek tabakadan biriyle görüşmek istediğinde, bir seri teşrifat, karmaşık bir sistem, belirgin gelenek, say­gı ve edep koridorundan geçip, çeşitli ıstılahlarla irtibat ku­rabilir. Kolay bir şekilde kapı çalınıp, içeri girip sohbet edi­lemez. Bu ilişki iki sınıfın ilişkisi değildir! İki sınıf arasın­daki ilişkide bir seri lakab ve teşrifat olmalıdır. İslam'ın gi­derek yeni bir hal aldığı ortada. Şimdi Ali'yi büyük övgüler­le anarsın, "neden "aleyhisselam" veya "hazreti" ve ... şek­lindeki unvanları kullanmadın diye itiraz eder. "Hazret", bugün artık bir lakab ifade eder! Bugün "eğer" bir adama "hazret" derseniz, ona hakaret etmiş olursunuz. Sonra, "eğer" Muhammed'e hazret (!) derseniz, bu onun makamına mı işarettir?! Bu nasıl bir makamdır. Lakaba ve lakab yap­maya ihtiyaç mı var? Daha önce o lakabı "devlet"ler ve "sal-tanaf'lar ifade ediyordu. Şimdi bunu "din" yapmaktadır. Bu, onun kopyasıdır. Yani kapıkulu sisteminin, kültür ve teşrifatının bir olgusudur. Ulemanın bu tavrına bakın, bu tavır soyluluk sınıfından mı geliyor, yoksa Ali'den ve Mu-hammed'den mi? Tavrı, oturuşu, kalkış şekli, toplumsal ko­numu, onun sınıfının ve düşünce tarzının simgesidir. O bir yere girdiğinde, her şeyden önce nereye oturacağım hesap­lar. Sadece bu bile, hangi tipten olduğunu göstermektedir;

bunun için dilinde sayıkladığı konuşmayı dinlememek ge­rekir. Okuduğu ayetler, rivayetler, Ali'nin velayetine ait sözler, laftan öteye gitmez! Burada olduğu için böyle konu­şuyor, eğer başka bir yerde olsaydı bir keşiş olurdu; veya budist bir rahip. Tavrı, Firavun sihirbazlarının tavrıdır, davranış şekli budist rahiplerinin davranışıdır. Hiçbir fark yoktur. Buradadır ama, davranış şekli Firavun sihirbazla­rının, budist rahiplerinin, keşişlerin veya Ortodoksların davranışından farklı değil.

Kıyafeti, haşmetli; traşı, soylu; tavrı, tamamen diğerleri­ni aşağılayıcı; müridleri de hiçbir sual sorma hakkına sahip değil! Konuşmaya haklan yok."Ağa" getirir, mürid tefsir et­mesi lazım! Ağanın maksadı şuydu, buydu diye. Ağa bir-şeyler "saçmalar" hepsi onun bu sözlerini nakletmelidir! Bu hepsinin peygamberliğine inandığı, onun yolunda canını fe­da ettiği ve dünyayı değiştirmek için bütün yaşantılann-dan vazgeçtikleri İslam Peygamberi'nin tavrı, davranış, sünneti ve ilişki biçimi olamaz... Bu tamamen "para"nın kültürünü ifade ediyor!

Hükümetlerin fasid, zorba ve İslam dışı oldukları söyle­nir. Çok iyi de akıl, Kur'an, Peygamberin sünneti ve İslam ulemasının icmasına dayanan İslam fıkhı nedir? Bu fıkıh, toprak sahipliğini, sermayedarlığı, hatta köleliği nerede ya­saklamış veya sınırlamıştır? Fıkıh, feodalite devresinde kendisini büyük hanların, toprak ve köle sahibi soylulann çıkarlarına uygun olarak uygulatabilmiş milyonlarca çiftçi ve kölenin insanlık dışı sömürüsünü izah edebilmiş; şehir­lerin gelişmesi, burjuva ve piyasanın olgunlaşması devre­sinde ise köylerdeki ziraatçinin, şehirderdeki işçi ve elişi sanatkarlannm çilesinin ürününü çok düşük bir değere satın alıp köy ve şehirdeki tüketicilere yüksek fiyata satan, bunu da kendisi çalışmaksızın yapan kâr peşindeki parape-restten, 'para sihirbazı', 'piyasa oyuncusu' ve 'çalışmadan kazanma'mn şeytanî zekasına sahip 'Allah'ın sevgisi" ve Allah'ın kullarının rızkı için aracı kutsal bir 'hacı bey1 tipi üretebilmiştir', Bugün de, sünnet olmuş bîr Onassis'ten (bunun 'payı'nı da Öder) kolayca sahip olduğu temiz niyeti ve tohumu tertemiz bir rahimde atılmış temiz lokma nede­niyle ilahi lütfe hak kazanmış bulunan; Allah'ın kullarına meçhul olan hikmetiyle O'nu nimetleriyle nimetlendirdiği üstün binlerce ailenin rızkını onun eline ve yeterliliğine koyduğu hayırlar yapma, iyiliklerde bulunma, iyi işler ser­gileme, fakirleri doyurma, yoksulların elinden tutma, mes-cid inşa etme, ilim ehline lütufta bulunma, seyyidlere yar­dım etme yoluyla dünya ve ahiretin hayrını kendisi, öncek-lerin ruhları ve ahlakının geleceği için kazanmış olan salih ve hayırlı bir şeriat bağlısı yaratabilmektedir! Denecektir ki, "Bu Ehl-i Sünnet fikhıdır; hükümetlere bağlı olduğu için doğal olarak egemen sınıfın (yani seçkinler, soylular ve efendiler) savunucusu durumuna düşmüştür. Bu sınıf, yö­neticinin güç kaynağıdır; ulema ve saltanat ise onun iki ko­ludur. Ama şia fıkhı böyle değildir. Şia, resmî İslam'ın hü­kümetleri karşısında hep cephe almış; o zamanın siyasal ve idari kayıtlarından, bağlanndan özgür kalmış; fıkhı, halkın haklarını koruyan ve siyasal cephesiyle ahenk içerisinde ol­muş; egemen rejimi oluşturan ve hilafet ya da saltanatın onun yansıması olduğu ekonomik düzen ve sosyal sınıfa karşı soyluluğa ve sınıflılığa itiraz eden bir cephesi bulun­muştur." Safevîle öncesine kadar bu cephe alış doğrudur. Şia, İslam'ın başlangıcından itibaren devrimci, halkçı ve sı-mflüık karşıtı İslam'ın temsilcisi olmuştur. İslam'sa Pey-gamber'den sonra sapmaya başlamış; Muaviye'nin istüasıyla cahili ekonomik, kültürel ve ahlaki soyluluk düzeni İs­lam'ı işgal etmiştir. Bu durum karşısında düşünsel, siyasal, hatta silahlı direnişe girişen güç Şia'ydı; İslam toplumunda kabilevî, sınıfsal ve ırksal soyluluğun sessizce şekillenmesi karşısında ilk kez uyarı ve itiraz feryadı yükselten, şehade-te kadar yürüyen, Peygamber'in gerçek ashabı arasından Ali'nin ilk izleyicileri olan gruptu. Bu ashab, İslam'da yal­nızca dini değil, 'adalet'i de arayan, şimdiyse adaletin 'ilahi adalet1 adı altında göğe götürüldüğü, böylece de yeryüzün­de ondan bahsedilmesinin önüne geçildiğini ve dünyanın ondan boş kalmasını sağlamak üzere ahirete aktarıldığını görenlerdi. Allah, Kur'an, Peygamberlik, kıyamet, ibadet, namaz, oruç, hac ve cihaddan kastedilenin, zalimlerin ve çı­karcıların daima ve her yerde bundan sonra dindar ve müs-lüman olmaları; insanları aynı şekilde boğazlamaya devam etmeleri, ama şeriata uygun biçimde, kıbleye dönerek ve 'bismillah' zikriyle yapmaları olduğunu gözlüyorlardı. Ne kadar da güzel!

Biliyoruz ki, bundan sonra bir yıl boyunca da devrimci Ali, itirazcı Fatıma, kıyam eden ve şehid Hüseyin 'hak gası-bı' olan hareketlerinin tuttuğu cepheyi tanıtan 'imamet' ve 'actalet' şeklindeki siyasal ve sosyal şiarla hem gasp ve zor­ba egemenlik olan hükümetin siyasal rejimini olumsuzla-mış, hem de sınıflı ve zalimce bir düzen olan topluma ege­men sosyo-ekonomik düzeni. Nitekim sonuca ulaşmış öz­gün Şia kıyamlarının tamamında iki özelliği görürüz: Biri, köylülük yönü ve genel olarak toplumun çiftçiler ve kölele­rine baskı ve sömürü altındaki milletlere dayanması; diğeri ise sınıflılık karşıtı feodalite karşıtı yönü ve egemen siyasal sistem; soylu ve toprak sahibi sınıfa bağlı tebliğci ve dina-damları; Arab, Türk, Tatar, Moğol eşraf, han ve hakan sal­tanat rejiminin yazar ve politikacıları tarafından hep Mazdekçilik'le suçlanan bu cephe alıştır. Çünkü İslam'ı mülki­yete ilahi bir kutsallık ve göksel bir saygınlık bağışlayacak kadar sınıfsal ve siyasal çıkarlarıyla yoğurmuş olanlar, ka­çınılmaz olarak, soyluluk mülkiyetini 'refz' eden (reddeden) devrimci Şiileri 'rafizi', Mazdeki, hatta Haşhaşi olarak isimlendirmek zorundaydılar!

Ama Safevilerden sonra herşey yer değiştirdi. Bin yıl sü­ren çileden sonra 'güç'le uzlaştı ve sultanın tahtının yanı-başında kolları sıvayarak hizmete durdu. Bunun karşısın­da sultan, gasptan bin yıl sonra Meşhed'e ziyaret adımını attı; bir günlük Aşura yerine iki ayı, Muharrem ve Sefer'i matem için değerlendirdi; bu, tüm anlaşmazlıkları sona er­dirdi; imamet ve mazlum adalet yolundaki bir yıllık çaba, cihad, işkence ve şehadetten sonra Şia fakihi Şah Abbas ve Şah Sultan Hüseyin'in saltanatına rıza gösterdi. Hz. Zeh­ra'nın hakkı olan Fedek'in gaspına itiraz yükseltti ve Hüse­yin'in katillerine lanet etti; böylece herşey güzelce ve hoş bir şeklide son buldu, imamet ve adalet de yerleşti; şimdilik sessiz kalmalı ve Hz. Mehdi'nin zuhuruna havale etmeliy­di. Kendisi geldiğine göre doğru bildiği şekilde davranacak­tı. Allame Meclisi'nin ifadesiyle, Al-i Muhammed'den Hz. Kaim'in zuhuruna kadar saltanat bu büyük ailenin elinde olacaktı!

Şia'nın görevi anlaşıldığına göre 'Şii' fakihinin durumu da kendiliğinden açıklığa kavuşmaktadır.

Doğaldır ki, güce bu siyasal bağımlılık, peşinden servete sosyal ve ekonomik güç, bir paranın iki yüzü gibidir; bu ba­kımdan Şia uleması sınıfsal açıdan da egemen sınıfın zin­danına girmiştir. Bu sınıf, toplumun ekonomik gücünü kendi kontrolünde tutan sınıftı. "Onun nasıl düşündüğünü bilmek istiyorsan Önce nereden geldiğine bak."

Ulema, göbek bağını sultanın rahmine bağlamıştır ve onun ikizidir; bu durumda fıkhının da 'güç' cenininde geliş­mesi doğaldır; hakanlardan kopan Şia uleması ise 'han'a ve 'kötü yüzler' olan sınıfa bağlanmıştır. Bu sınıftan malları olanlar 'hisse'sini verirler; ganimet elde edenler humsunu öderler. Her durumda, dinin bir harcaması vardır, dinin harcamasını ise dünyalık sahipleri karşılarlar. Bu ikisini, ayakta kalmak için birbirlerine sahip olmaları zorunluluğu doğaldır.

Zekat nelerden alınır? Dört tahıldan[36], üç hayvandan [37] ve nakillerden[38], yani toprak, sürü ve para sahiple­rinden. Hums kimden alınır? Kârdan; Öyleyse kâr sahipleri gerçekten kârlıdırlar. Böyle bir durumda fakih'in köyde 'hanla şehirde ise 'hacıyla işi-gücünün olması doğaldır; açıktır ki fıkhın da 'hacıhan' bir boyutu bulunacaktır. Feo­dalite devresinde şeyh, hanın gücüne bağımlı olmuş, burju­vazi ve piyasa çağında ise hacının servetinin bir parçası ha­line gelmiştir, yalnızca hacı şeyh' olanları geçiyoruz! Bu yakın ilişki ve sınıfsal iki taraflılığın fıkıhta iz bırakmama­sı nasıl beklenebilir? Oysa fakihteki ahlakta, psikolojide, sosyal kimlikte, sınıfsal davranışta bile derin ve çok yönlü izler bıraktığını görüyoruz: Uzun, gösterişli süslü ve boylu elbise giymek yavaş, ağır ve şahane harekette bulunmak, terbiyeli, kendini kaybetmiş ve boynu bükük, bir kenarda oturma, ayağının dibinde olma, gösteriş, debdebe oluştur­ma ve protokol düzenleme için adeta özel eğitim görmüş 'hizmet'teki, 'huzur'daki, 'hocaefendi'nin peşindeki çok sayı­da mürid ve taraftarla birlikte dolaşmak, fener taşıyan, üzengileri tutan (bugün için taksinin kapısını açan), çeşitli mekanların girişindeki perdeleri kaldıran, kapıcılık yapan, hocaefendi'nin özel hizmetini gören (Allah'a sığınırım!) ve cemaat imamlarıyla, vaizlerle, şehirlerin 'ünlü şahsiyetleri ile, ticaret piyasasında sosyal ve siyasal konulara ilave ola­rak dini, şer'î ve ilmî konularda da (nitekim hocaefendinin bir yazar, bir araştırmacı, bir görüş, bir kurum, bir kitap, bir hareket, bir düşünce grubu ve bir ilim kesimi hakkında görüş açıklamasını, hüküm yayınlamasını, tekfir fetvası vermesini, emredip yasaklamasını ve olumlu bulup destek­lemesini dayatır) güvenilir, doğru haberin kaynağı, adaletli ve saygın şahidler olan 'saygın unvanlılarla özel ilişkileri düzenleyen görevlilerle birlikte olmak, ayrıca gösterişli, acaip, garip, yeni üretilmiş 'ayetullah', 'ayetullahi'1-uzma' ve "huccetu'l-İslam ve'1-müslimin' gibi uzun unvan, lakap ve resmî vasıflar taşımak.

İslam'ı, tarihi, sosyal düzenleri, siyasal örgütleri ve sı­nıfsal kültürleri az çok tanıyıp da saray adetlerini, mera­simlerini, protokolünü ve ahlakını, özel sınıfsal kültürü ve soylu sınıfın Özel davranış tarzını göremeyecek kimse var mıdır? Kayıtlamalarla dolu böyle bir davranış tarzı, proto­kol, saygınlıklar ve bu kadar adap, merasim, o kadar un­van ve göz yoran, ağız dolduran, anlamsız lakap; sıradan bir insanın işittiğinde şaşırıp kalacağı ve Peygamberin as­habından birinin duysaydı ıslıklayacağı protokolün, Pey­gamber, Onun soyu ve çevresindekilerin 'İslamî edep', sos­yal kültür ve davranış tarzı ile kıyaslandığında taşıdığı benzerlik, Mu ham m edin (SAV) yaşantı, ahlak ve edebinin Muhammed Şah ile, Hüseyin'inkinin Şah Hüseyin ile, Fatı-ma-i Zehra'nın kinin (mücadele, çile, fakirlik, bedensel ça­lışma, güç ve ağır sorumluluğun yansıması, zamanın da­yanmaktan aciz kaldığı bir erkeğin mücadele yoldaşı ve eşi olan bir kadın) Fransa kraliçesi Marie Antuanetıe ve Nası-redddin Şah'in annesi Melike Hatun ile, Peygamber'in Me­dine mescidinin bir köşesindeki topraktan evinin Bağdad'ın binbir gece sarayı ile benzerliği kadardır.

'Peygamber'in sünneti' nedir? Ehl-i Beyt, velayet ve Ali'nin imameti nedir?

Bunlar, kitap yazmayı veya açıklama, tebliğ ve halkı bi­linçlendirme için minbere çıkmayı da yüce makamlarının sarsılması olarak görürler; bu iş için bir de özel deyimleri vardır, "mürüvete aykırı"! "Mürüvef'ten maksatları, gör­kemli, ağırbaşlı, sakin, azametli, saygın, izzetli ve unvan sahibine yaraşır biçimde hareket etmek, dışarı çıkmak,-halk arasında görünmek ve halkla birlikte gezinmektir. Ör­neğin spor ayakkabı giyer, hızlı yürür, sade giyinir, bir mecliste veya yolda birisiyle rahat ve doğal konuşur ya da Allah etmesin gaflete düşer ve gülersen, sarığın Kaçar hanı Ağa Muhammed'in tacından daha küçük olursa, sakalın Fethaiişah'ın sakalından daha kısa olursa yahut Kur'an tefsiri anlatırKitikad kitabı yazar veya Allah saklasın İs­lam'ın gerçeklerini açıklamak ve halkı bilinçlendirmek için minbere çıkar, vaaz ve irşad irtikap edersen, ayet ve hadis nakliyle uğraşırsan 'mürüvete aykırı' davranmış olursun. Çünkü bu tür davranışlar 'faziletlilerden sayılan hadisçile-rin ve tefsircilerin işidir. Nitekim vaizler, minbere çıkanlar, mersiye söyleyenler, Kur'an okuyucuları ve ağlatıcıların işi gücü 'cahillerle ve hayvanlar gibi', hatta daha sapık olan avamladır; bütün bunlar ulemanın işi de değildir. Büyük ve kerem sahibi ulemanın halkla ilişkisi, yalnızca, 'mürü-vetin ta kendisi' olan namazda öne geçme; asıl işi de top­lum için 'ilmihal' yazmaktır; bunu bile doğrudan yapmaz, taharet, necaset, hayız, nifas, guslün kısımları ve meselele­ri, namazın şüphelerinin logaritme cetveli, hums hükümleri, zekat, nikah, miras ahkamı, ve bu kabil gündeme getiri­len bireysel ve tekrarlı sorulara 'hocaefendinin çevresi nden birinin cevap vermesi ve hocaefendinin de sonunda bu ilmi­halin fetvaya uygun olduğu desteğini buyurması sonucu oluşur ilmihal.

Peygamber'i görüyorsunuz, yanıbaşında da Ali'yi; keçi kılından iplerin bacağı sarılmasıyla oluşan çizmeye benzer bir ayakkabı, deve tüyünden veya adi ketenden bedene ya­pışmış dar bir elbise, başa konmuş sıradan bir başlık, top­rağa karışmış baş ve yüz ve kana bulanmış bir kılıç ile sa­vaş yolculuğundan şehre döner, eve gider ve kılıçlarını eşle­rine verirler: "Yıkayın!"

Peygamber'i görüyorsunuz; uzun elbise ve sakallardan ve Allah'ın diğer kulları, çobanlar, hurmacılıkla uğraşan­lar, sıradan kitleler, gösterişsiz, çilekeş ve unvansız aile ve taifelerden ayıran soylu sınıfa mahsus eda ve tavırlardan nefret duyarak sakalını avucunun içine alır ve ilan eder: "Bir avucun dışında kalan ateştedir." Eteklerin dizlerin üzerinde kısa tutulmasını, elbisenin kollarının gözlere sade görünülmesi için dirseğin yarasından daha uzun yapılma­masını, süslenme ve elbisenin toplumdaki köleler, hizmet­çiler, adı sanı olmayanlar, çilekeş, ziraatçi, hayvancılık ya­pan bireyler, aşağı tabakanın sıradan insanlarının sahip ol­duğundan farklı olmamasını buyurur.

Kendisi soylu sınıfın değerlerim; seçkin, süzülmüş, 'be­lirgin', 'unvan sahibi', 'saygın', 'asil', 'şerefli', 'soylu', göste­rişli, soy-sop bakımından geniş aile, topluluk ve sınıfların adap, merasim ve yaşayışım olabildiğince fazla olarak her­kesin gözü önünde ayaklar altına alır; kendini onlara ya­bancı ve onlardan nefret eden biri olarak takdim eder; üst sınıfların kültür, adap, değer ve davranış tarzlarından olabildiğince fazla kopup uzaklaşarak mahrum ve mahkuk olan, sınıfsal, ırksal ve sosyal övünç yoksunu kitlelerin ara­sına karışır ve onlara benzer.

Bu tür bir elbise ve bezenme ile evden çıkardı. Bir top­luluk ona eşlik eder ve yüce Peygamber'in, üstün insanın ve olağanüstü şahsiyetin gözüne bakardı; O ise yürürken sokakta oynayan bir grup çocukla karşılaştığında O'nun heybetinden kaçışmamaları ve duvarın dibinde titreşme­meleri bir yana O'nunla oyun oynar ve bir süre peşinden gi­derlerdi. Kendisinin torunları da çoğunlukla bu çocukların arasında olurdu. Sadelik içinde ve gösteriş yapmaksızın on­ları yakalamak için peşlerinden koşar, onlar da kaçardı. Bazen onları tutar omuzlarına alır ve şefkatli bir baba, iyi bir amca gibi gönüllerini alırdı. Büyük şahsiyetler at veya deveye binerdi; katır özellikle de eşek ortalama insanların, aşağı sınıfın ve çiftçilerin bineği idi, O'nun (yetim, aç ve sı-ğınaksız bir çoban, olan, şimdiyse şerefliliği başka bir an­lamda zamanı anlatmak ve Bilal'in soyluluğunu Ebu Süf-yan'm soyluluğunun yerine geçirmek için gönderilmiş bulu­nan O.) bineği ise katır ve eşekti.

Ali O'nun eşeğe bindiğini bildirmektedir; üstelik de çıp­lak eşeğe! Çoğunlukla birini de arkasına oturturdu. Mürü-vetin hilafetini görün. Çıplak ayak, kısa etek, kısa kollu el­bise, basit bir başlıkla iki kişi olarak çıplak bir eşeğe bine­rek sokak ve çarşıda dolaşan bu kişi kimdir. Bazen O'nu bir yolun kenarında, şehre gelmiş bir yoksul ve çölü dolaşan bir yabancıyla ya da çalışmaktan yorgun düşerek yere otur­muş ve sokağın duvarına yaslanmış evsiz bir amele ile kar­şılaştığında yanına gidip oturur, onunla tanışır, halini hatı­rını, başından geçenleri ve işini sorarken, samimice ve özel olarak sohbet ederken görürlerdi; böyle kişiler O'nunla yakın ilişki kurar, bu tür bir dostluk ve sohbet arkadaşlığında hoş bir tanışıklık ve şefkat bulurdu; uzun süre O'nunla ko­nuşma ve dertleşmeyi sürdürür, içi ferahlar ve bir parça ıs­latılmış ekmek veya bir avuç hurma ve yağda kızartılmış bir miktar undan oluşan öğle yemeğine katıldığı tanımadı­ğı bu kişiyle tanışmaktan son derece memnun kalırdı. Bu kişi, Fars şahinşahımn ve Roma imparatorunun değerli taşlarla bezenmiş tahtları üzerinde O'nun adının korku­sundan titredikleri; doğumuyla Medail sarayının yıkıldığı ve Fars ateş tapınağının ateşinin söndüğü kişiydi. Şimdi sokağın kenarında toprak üzerinde bağdaş kurup bu 'mü­kellef sofranın başında, bu 'şaşırtıcı şehirde misafir olmak­tan nasıl keyif duyulurdu! Yine, herkesten çok hak gözeten O, bulduğu bu yeni dostu gece kendi sarayında misafir ederdi. O'nun sarayı, çölün yumuşak kumlarından hah ile döşenmiş topraktan bir odaydı. Sarayın avlusu da mescid!

O, gece birkaç ay sonra, arkadaşları Muhammed'in (SAV) evinden bir duman tüttüğünü görecekledi. Bu, üm­metin önderinin 'Saray'ında o gece yemek piştiğinin belirti­siydi! [39] Bu 'aydınlık Medine'de, 'temiz Medine'de, bu 'üm-mi devrimci çoban' büyük, ama karanlık ve pis uygarlıkla­rın yıkıntısı üzerinde başka bir tür uygarlık kurmuştu. Soyluluğu başka bir türdendi; tüm düzenlerin tersine bu ümmetin soyluları: Selman, kaçak bir yabancı; Ebuzer, be­devi bir çöl gezgini, Bilal, Habeşli bir köle; Salim, Küba'da Mekkeli KureyŞ'in soylularının ve Medineli şahsiyetlerin önünde namaz kıldıran Huzeyfe'nin eski hizmetçisi; Medi­ne'de Peygamber sefere çıktığında Onun yerine Mescidi'nnebi mihrabına geçen şehrin fakir körü.

O'nu bir köle gibi davranışları vardı ve bununla övünür-dü; övünç ve üstünlük bugün böyle olmuştur; değerlerde devrimdir bu!

Nitekim O'nu, O'ndan bahsedenlerden daha iyi tanıyan İmam Sadık Muhammed'i (SAV) şöyle nitelemekte ve öv­mektedir: "Allah'ın Resulü, kulun oturduğu gibi oturur, ku­lun yediğinden yer ve kulun bildiğini bilirdi."

Allah'ın risaletini omuzlarında taşıyan bu kişinin oturup kalkması bir kulun yiyip içmesi ve uyuması; bilgisi de bir kulun bilgisi gibidir.

Arablarm avam kitlesiyle, şehrin gençleriyle oturur, en tehlikeli ve siyasal ve askeri sorunları danışır, onlardan gö­rüş ister, kendi görüşünü söyler ve halkı, azameti karşısın­da aşağılık duygusuna kapılmaniaları ve muhalif görüşleri­ni açıklayabilmeleri için böyle yetiştirirdi. Oylama yapardı; bazen kendisi azınlıkta kalır ama çoğunluğun dediğine tes­lim olmaktan kaçınmazdı.[40]

Bedir'de, tanınmayan bir asker O'nun askeri mevzilen-me biçimim beğenmedi ve karşı çıktı. Askerin gerekçelerini dinledi, kabul etti ve ordunun mevzilenme şeklini onun gö­rüşüne uygun olarak değiştirdi. Üçyüzonüç kişiyle Ebu Süf-yan'ın kervanının peşine düşmüştü. Ebu Süfyan kervanı kaçırmış, bunun yerine Peygamber'in ardından da dona­nımlı bir ordu göndermişti. Aslında bu küçük grupla düş­mana karşı savaşmayı istiyordu, ama ordusu sebep sorma­yan kör ve sağırlardan ve Özürlü memurlardan kurulu değildi. Herkesi topladı; yalnızca üst düzey komutanlara de­ğil, tüm askerlere görüşünü anlatarak fikirlerini sordu; herkes sözünü söyledi ve savaşta karar kılındı; böylece sa­vaşa girildi.

Hendek'te çeşitli kabile ve kesimlerin birleşmesinden oluşmuş bir cephe olan düşman içinden bir kesimle (Gafta-niler) gizli bir müzakereye girdi ve Medine hurmalığının üçte birini alıp gitmelerini teklif ettiği, onların da bunu ka­bul ettiği gizli bir anlaşma yaptı. O'nun canını ortaya koy­muş mü'min fedaileri olan Medineli taifelerin önderleri bu anlaşmayı kabul etmeyerek bunun kendileri için utanç ola­cağını, yabancıların şimdiye kadar alışveriş veya bağış dı­şında kendilerinden bir hurma bile alamamış olduklarını, bugünse Peygamberi ve İslam'ı bulduktan sonra onlara na­sıl haraç verebileceklerini, bunu yapamayacaklarını söyle­diler.

Peygamber -üstünlüğünden yararlanmayarak-, kendisi­nin söylediği gibi olması gerektiğinden bahsetmedi; görüşü­nü izleyicilerine dikte etmezdi, diktatör değildi. Büyük bir sadelikle şöyle dedi: "Medine hurmalığı sizindir bu nedenle onu hakkında karar vermekte sizin hakkınızdır. Razı değil­seniz vermeme hakkına sahipsiniz." Peygamber'in anlaş­masını yırtıp attılar.

O'nu o kadar sever ve O'na imanla öylesine aşk besler­lerdi ki, hep kendisine tapmaları tehlikesinden korkar du­rurdu. Bunun sonucu olarak, izeliycileri, hatta sıradan ve adı sanı duyulmamış kişiler bile Ona Öylesine serbest, sınır tanımaksızın, basit, hiçbir adap ve eğitime bağlı kalmaksı­zın davranır, ilişki kurar, sohbet eder, eleştirir, hatta sa­ray, hanlık, sınıfsal düzen ve soyluluğun kültür, ahlak ve yaşantısı ile yetişmiş olan, İslami görüş ve dini psikolojisi de bununla kirlenmiş, bunu huy haline getirmiş bulunan ulemasının da saltanat huyuna yakalandığı bizlerin aklı­nın alamayacağı, inanamayacağımız, edepsizlik, küstahlık, terbiyesizlik ve kabalık olarak göreceğimiz (bunun da doğal olacağı, çünkü terbiye, yetişme ve uygar oluşumuz, soylulu­ğa ve sınıfsalhğa özgü bulunduğu, dolayısıyla da kaçınıl­maz olarak protokol, dalkavukluk, riya, gösteriş, yağcılık vs.ye mecbur olduğu) itiraz ve muhalefette bulunurlardı.

Allame Meclisi -Safevî Şiiliğinin ilk imamı Şahın adını yazabilmek için birkaç sayfa önceden; harekete geçer ve ola­ğanüstü zeka ilim ve zevkini göstermek üzere Şah Sultan Hüseyin'in ayağına sanat yüklü ifadeler edebî kullanımlar, filozofça buluşlar, hikmetli keşifler, şairce ince düşünceler, bolca ayet ve rivayet serer; ardından, aralarında Şahın asıl ismini bulabilmek için uzun bir süre uğraşmanın gerekece­ği aklı şaşırtacak uzun bir ünvarlar, lakaplar ve vasıflar zinciri başlar.[41]

Saygıdeğer hazret... Kaçarlardan Muhammed Şah devri­nin büyük dinadamıdır; 'Akaidu'ş-Şia' adında küçük bir ki­tap yazmıştır. Allah bu kitabı hiçbir şuur sahibinin eline geçirmesin. Şia inancına dair bu kitabın, hakim olarak yal­nızca masum imamı gören, şiarı imamet ve adalet ve Ali'nin velayetini tek İslamî ve yasal rejim sayan imamın naibi, devrimci ve halkçı İslam kültürünün varisi bir dina-damı tarafından yazılmış olan bu kitabın girişinin özeti şöyledir:...

Peygamber'in ashabının ve memurlarının...'e (üstelik Al­lah'ın peygamberi ve toplumunun siyasal önderi olan Peygamber'in) yazdıkları mektuplarla kıyaslayınız. Yine bizzat Peygamber'in kendi çağında en büyük imparatorlara ve krallara hitaben yazdırdığı çok sayıda mektuplarla kıyasla­yınız.

Din adamının 'hacıhan'a bağımlı olduğunu, ama hacıha-nın da dinadamına muhtaç bulunduğunu görüyoruz.

Ali'nin izleyicileri arasında bir Muaviye'nin yeşil saray sahibi olması dikkat çekmelidir. Muhammed'in (SAV) İs­lam'ını taşımak ama Ebu CehÜ'e teslim olmak, Hüseyin için ağlamak ama Yezid'le elele bulunmak, şer'i bir kılıfa muhtaçtır.

Bunlar ekonomi piyasasında derslerini öğrenmişlerdir. Bir araziyi gasbederler, sonra da idarî hilelerle hukuk da­nışmanları ve hazinede görevli memurların yardımıyla her yıl onun yasal vergisini devlete ödeyebilecekleri bir iş ya­parlar, böylece resmî vergi belgelerini göstererek bu arazi­nin mülkiyet hakkını ispat ederler. Bu mülkün, vergisin benden alan devlet benim bu mülk üzerindeki mülkiyet hakkımı kabul etmiş demektir.

Allah'la da böyle bir muamele yapabilirler. Piyasada bir ömür yağmalamış, halkın canına kasdetmiş ve bir Karun hazinesi yapmışım. Halk buna kuşkuyla bakar; çocuklarım beni halkın canisi olarak görür. Gönlüm de çirkindir. Öm­rün sonudur; bir yandan halkın serzenişi, diğer yandan ölüm korkusu beni endişelendirmektedir. 'Mal anndırılabi-lir' yolunda görüşler vardır; cennetten arsaları satışa su­nan aracılar hatta Peygamber, imam, Bedir ve Kerbela Şe-hidlerinin özel odalarını buradan senin için rezerve edece komisyoncular mevcuttur. Mekke'ye gider, gücünün yetme­si vergisini boynundan atar, malının hesabını hoca efendi­nin huzurunda verir, onların'hisse'sini de öder ve makbuzunu alırsın. Bu makbuzun, mallarının vergisini ödediğine dair belgedir, artık niye üzülüyorsun? Bugün, yanm yüzyıl kan emdikten sonra masum hale geldin; doğrusu tıpkı an­nenden doğduğun andaki gibisin, bir başka doğuş! Bu öyle­sine bir hafifleme ki![42]

 

İdeoloji ve Düzen Ya Da Sistem - Akaid ve Ahkam

 

Ahkam, ideoloji temeline bina edilmelidir. Çünkü ideolo­ji ahkamın konulmasının ruh, felsefe ve hedefidir.

İdeoloji sabittir; çünkü evren, insan ve idealleri tanı­maktan ibarettir. Onda ictihad ve ilerleme vardır, ama zi-hinselliğin değişim, düzelme ve ilerleme çizgisinde; değiş­mesi mümkün olmayan nesnelliğin değil. Ahkam veya sis­tem ise iki çeşittir. İnsan ve evrenin ilişkisine bağlı olan bö­lüm değişmezdir. (Namaz, oruç, hac vs.) Sosyo-ekonomik ilişkileri, grupsal davranış ve gelenekleri düzenleyen bö-lümse, sosyal ve ekonomik yaşam şekline bağlı olması, top­lum yaşamının da değişken bulunması bakımından değiş­mek zorundadır.

Bu değişim, onun konusu olan realitelerin değişimi te­melinde biçimlenir, ama taraf tutma ve ideoloji karşısında sorumlu bulunma ile kayıtlıdır.

Taharet bir idedir, ama teknik ve ekonomik ilerleme, gelenekler ve çevresel şartlara göre temizliğin şekli değişebi­lir.

Gerçekte hüküm veya yasa, bir inanç gerçeğinin madde­sel şekli ya da gerçekleşme aracıdır; bazen de şartların de­ğişmesi sonucunda onun ilk içeriğiyle çelişki arzeden veya en azından ona yabancı olan ya da yavaş veya eksik hale getiren bir şekil veya araçtır. Nitekim fakirlikle mücadele için olan yoksulları doyurmanın geleneksel şekli» mahrum­ların yararına bir sosyal ve sınıfsal mücadele şartlarında fakirliğin kalıcılaşması ve mahrumların kurtuluşu yolunda engel çıkarması için bir araç haline gelir.

Bunun gibi, İslam ideolojisi geçmiş yüzyılların felsefî, mezhebi, sufî ve ilmî ekollerinin etkisi altında kalmış, eski dünyaya hakim kültürün görüş ve ruhuna göre uygulanmış ve kendisini bu duruma uygun hale getirmiştir.İslam fıkhı da sınıfsal düzenin, üretim biçiminin, feodalite ve eski ticarî burjuvazi ekonomik dağılımının etkisi altında şekil­lenmiş, gelişmiş, daha sonra da fakihlerimizin görüşünde, fıkıh İslamî olduğundan, aynı eski kalıplar içinde süreklilik adı altında dondurulmuş ve sabit hale getirilmiştir.

Alışveriş, ziraî anlaşma, emek-sermaye ortaklığı, kira, tefecilik, faiz, zekat yerleri, hums vs. muameleler, kazanç­lar; bütün bunlar, İslam fıkhının uyumlu kılındığı, hapse­dildiği ve kendilerine özgü hale getirildiği tarımsal ekono­mi ve eski piyasının geleneksel sorunlarıdır. Başlangıçta iz­leyicilerinin düşünce adamı, söz adamı, protokolcü, pratik adamı, mücadele adamı, şeklinde birbirinden ayrılmayan devrimci bir topluluk olduğu İslam'da, ümmetin topluma dönüştüğü ve toplumun sürekli olarak sınıflı bulunduğu sonraları topluma hakim kesimde resmî din adamlığı adın­da, diğer toplumlardaki dinlerin dinadamlarınınkine benzer bir rol üstlenen, bu rolün de mevcut durumu açıkla­mak, inançları yorumlamayı ve hükümleri oluşturmayı üst sınıfın ve mahrum sınıfın karşısında olarak yapmak olduğu bir sınıf biçimlendi.

'Egemen olabilme' kuralı, özel mülkiyetin temeli şeklin­de yoksul sınıfı yoksun bırakmak için sermayedarın yararı­na olarak ifade edildi. Onun niçin sahip olduğuna itaraz et­mesine cevap olarak sunuldu. Toprak sahibinin toprağının stokçunun deposunun, zenginin altın ve gümüş kesesinin çevresinde kutsal bir sur oldu. Oysa bu kural yoksul sınıfa bağlı ve bu sınıf karşısında sorumluluk duyan bir fakihin eline geçerse köle çiftçi ve işçinin elinde, üretmiş olduğu ve sermayedarın da mülkiyet payı altında çaldığı, oysa işçi ve köylüye ait olan artı-değeri ya da malın kârım geri alabil­mesi için keskin bir kılıç olur. Egemen düzende 'halk'tan kasıt varlıklı olandır.

Geçmişteki sınıflı düzen fakihlerinin yaptığı en büyük iş, ayet, hadis ve hükümlerin statükocu yorumudur. Bu alanda yaptıkları en dervişçe şaheser ise, ekonomi konu­suyla ilgili bu ayet, hadis ve hükümler arasından varlıklı sınıfın çıkarına yorumlayıp açıklayabil di ki erini ('egemen olabilme' kuralı gibi) yasal bir ilke ve fıkhî bir yasa haline getirmeleri; varlıklıların çıkarına, malı bulunmayanlarınsa karşısında yorumlayıp 'egemen olabilme kurah'na dönüş­türdükleri "İnsanlar mallan üzerinde egemendirler." hadisi gibi, çıkarımın, içtihadın ve fetvaların temeli yapmalarıdır. Kapitalizm, mal sevgisi ve mal yığmanın ortadan kaldırıl­ması; eşitlik bireysel mülkiyetin reddi, kâr düşkünlüğünün dışlanması ve para çıkarının mahkum edilmesinin yerleşti­rilmesi; ürünün işe bağlı olması prensibi vs. hakkında gel­miş, tekrar edilip vurgulanmış o kadar ayet, rivayet,

Kur'an kıssası, Peygamber, imam, ve ashabın davranışları­nı 'mutluluğu sağlama', yani öğüt ibretli öykü ve ahlaki ko­nular şeklinde almışlar, fıkha girmesine izin vermemişler ve İslam ahlâkı konularının arasına sokmuşlardır. Egemen sınıfın çıkarına yorumlanabilecek ekonomik ilkeler fıkıh hükümleri, amelî yasalar ve mevlevî emirler olmuş; mah­kum ve mahrum sınıfın çıkarına olan ekonomik ilkeler ise ahlakî değerler, manevî temeller ve irşadî emirler olmuş­tur; tıpkı "Altın biriktirip yığan ve bunları Allah yolunda infak etmeyenleri acı verici bir azapla müjdele..." veya "Ma­lın çokluğuyla övünmek sizi kendinizden geçirdi..." ya da "Vay haline... mal yığıp biriktiren..." ayetleri gibi.

Sermayedarlar ve kapitalizm aleyhindeki bütün bu ayet­ler, hatta bağımsız sureler hayır ve şer konusunda öğüt, minber ve teorik ahlak meseleleri mevzuu olmuş, sözkonu-su hadis ise fıkhın temeli sayılmıştır. Sömürülenlerin yara­rına olanı minbere çıkarmışlar, yani havaya; sömürenlerin yararına olanıysa aşağıya, yeryüzüne, yaşamın içine indir­mişlerdir!

"Bir tuzak hazırladılar, Allah da bir tuzak hazırladı: An-dolsun ki Allah tuzak hazırlayanların en hayırlısıdır."

Onlar bu dünya, bunlar da ahiret, kıyamet günü için!

Diğer yol, 'egemen olabilme' gibi varlıklıların çıkarına yorumlanmış ilkesel içeriği genişletmek ve bunun tersine, varlıksızların yararına, varlıklıların ise zararına olan ilke­sel içeriği de daraltmak, bayağılaştırmak, çaresiz kılmak, sınırlı ve özgü kılmaktır; tıpkı konusu aynı çerçevede olan bir ev ve aileye sorun çıkaran ağaçla ilgili olarak gelmiş 'zarar vermek ve zararla karşılıkta bulunmak yoktur.' ku­ralı gibi: Bir adamın, dal ve yapraklar yüzünden yalnızca bir yoldan eve girebildiği, o yolun da bir başka evden geçiyor olup ev sahibinin hanım ve çocuğuna eziyet verdiği bir ağacı vardı. Peygamber, ağacın sahibini, ev sahibinden ge­len şikayet üzerine rahatsızlık vermemesi için uyardı. Ağaç sahibi, 'egemen olabilme' kuralını bahane ederek uyarıyı kabul etmedi. Peygamber ağacın kesilmesine ve kendisine getirilmesini istedi. Burada, bir şey üzerindeki mülkiyetin bir başkasına zarar vermesinin, bir mülkiyetin başka bir mülkiyetle çatışmasına yolaçtığı sonucu çıkmaktadır.

Bu kuraldan, sömürme ve sömürülmenin mutlak olarak ortadan kaldırılması sonucu çıkarılmamıştır, hatta daha genel olarak insan haklarına (siyasal, ekonomik, düşünsel, varoluşsal) her tür saldırının ortadan kaldırılmasını da.

Diğer bir yol, hiçbir şekilde egemen sınıfin çıkarına yo-ruml anam ayacak, anlam ve içeriğini sınırlama imkanı da bulunmayacak şekilde olan kuraldır. O kadar açık ve ke­sindir ki, hiçbir yol yoktur; varlıklı sınıfin ihtiyaç duyduğu ve zenginlerin, iş gücünün para aracılığıyla sömürülmesi-nin zararına olarak mecburen yapıştıkları çözüm, tanrının başına külah geçirmektir. Oldukça safça, ahmakça ve utan­mazca olan, adı değiştirmek için forma el atmaktır; tıpkı el­deki malın, barışa tuz-biber serpmenin, razılığı kazanma­nın, hatta sevap elde etmenin Allah'a karşı savaşla değiş­tirmesi olan faiz gibi.

Bütün bunların nedeni bir tek şeydir: Din adamı sınıfı­nın egemen sınıfa bağımlılığı. Egemen kuruma bağımlılık geleneği, Şia'da egemen sınıfa bağımlılık, hükümetle elele bulunma ve onun memuru olma şeklindedir ve zengin sınıf onu bu yolla beslemektedir. Bu, halkın yağmalanması, çift­çi, işçi ve kölelerin sömürülmesi ve tüketiciler üzerindeki zulüm karşılığında ona bir pay veren bunun adını da 'ima­mın payı' koyan sınıftır. Ne kadar şüpheli ve kötü bir kavram! Pay! Halife 'Resul'ün yerine geçen kişi' adını almıştı, bu ise 'imamın naibi' adını. Kanı emilen işçi, çiftçi Ve köle ne zakatını verecek bir şeye sahiptir, ne de humsunu öde­yecek köle payına; ömm için, Resul'ün halifesinin, İs­lam'ının da, imamın naibinin İslam'ının da verebilecek bir şeyi yoktur. Mahrumlar bu kutsal makamlara ve saygıde­ğer fakihlere ilgilerini sunmuşlar, el öpmüşler ve temiz duygularını açıklamışlardır; onlar ise bunun karşılığında mahrumlara öğüt vermiş, sabra ve yetinmeye çağırmış, ku­ru müjdeler vermiş ve şu telkinde bulunmuşlardır: Sırat köprüsünün başını tutacak ve Adn Cennet'inde bir ev, gıda, nimet ve rahat bulacaksın, ama bir şartla, bu dünyada efendinin ambarına götürdüğün harmanı, vesvese ve dini ihtiyatla, bir başağın bile yiyeceğine bulaşmamasına dik­kat ederek götürmelisin. Çünkü hem haram lokma olur, hem namazın batıl olur, hem de orucun; tüm varlığın necis hale gelir; hem dünyada bereket ortadan kalkar, hem de ahirette nasibine rahmet düşmez. Çünkü "İnsanlar malları üzerinde egemendirler"!

Kutsayıcı bir fabrika müdürü, bekçiyi, fabrikanın bahçe­sinden biraz sebze yetiştirmekten meneder, çünkü hisse sa­hipleri buna razı değildirler.

Şaşırtıcı olan, Peygamberin "Tarım alanı, gasıp bile olsa çiftçiye aittir." şeklindeki açık ve kesin buyruğunun bütü­nüyle unutulmuş olmasıdır. Çünkü bu buyruğu hiçbir yere oturtamazlar; ne mal sahibinin çıkarına yorumlayabilir, ne halkın zararına sınırlayabilir ve küçültebilir, ne tanrıya şer'î külahı ters giydirebilir, ne de İslam'ın ahlâk konuları arasına sokup uygulamadan çıkarabilecekleri bir açıklama türü getirebilirler; hiçbir yol yoktur. Bu bir hükümdür; üs­telik de güçlü bir  vurguyla gelmiş ve yüzdeyüz ekonomik bir haberdir; "gasıp bile olsa" kaydı ile ve basit; sıradan ifa­delerle t laffuz edildiği için de felsefi, ahlakî, manevî, ruhî ve uhrevî yoruma yol bulunmamaktadır. Derin bir iz bırak­malıdır; küçük bir şey değildir. Ekonomik düzenin tamamı­nı kaplar; sermaye ve iş, mal ve kâr ilişkisini üretim çizgi­sinde belirgin hale getirir, tehlikelidir. Tüm toplumu hallaç pamuğu gibi atar. Bir rivayet naklettiğimizde naklettiğimi­zin doğru olmasına mecburuz; doğru olan rivayeti nakletm-ye mecburuz; doğru olmayan rivayeti nakletmeye ise mec­bur değiliz. Yalanı anlatmamak vaciptir; doğruyu anlatma­mak ise vacip değildir. Bu da son çözümdür. İslam'da var­lıklının zararına, çilekeşin ise yararına bir ilke varolduğun­da ve hiçbir şey de yapılmadığında yapılabilecek tek şey onu nutturmak, aslı gündeme getirmemektir.

Unutturmak da bir yoldur.

Ekonomi fıkhını İslam'ın ekonomi görüşü temelinde an­lamak gerekir; bu temelde çıkarımda bulunmalı ve içtihad etmeli ya da onun kararlaştırılmış fetvalarımı eleştirmeli­dir. Ekonomi fıkhı, ekonomi görüşüyle uyumlu olmak zo­rundadır. Aslında bu, inançla ilgili kavram, ilke, ülkü ve maksatların pratikte ve dış dünyada gerçekleşmesinin ya­sası olan akılcı ve açık bir kuraldır. Önce bir devrim veya hareketin siyasal felsefesi ortaya konur; buna göre ve bu­nun gerçekleşmesi için temel yasa düzenlenir.

Siyasal felsefe anlaşılmaksızın temel yasalar kavrana-maz; eleştirilemez, desteklenemez ve incelenemez veya dü­zenlenemez. O olmaksızın aslında anlamı da yoktur. İlk olarak insan felsefesi ve insan hakları ortaya konur; daha sonra medenî hukuk vergi, yargı vs. hukuku düzenlenir. Fransa'daki vergi yasaları ve medenî hukuku Güney Afrika ve Suudî Arabistan'dan, Ortaçağ Roma'sı veya eski Atina'dan ya da Sovyetler ve Hindistan'dan ayıran şey, bireyin asıllığına, ırkın asıllığına, dinin, kavmin, sınıfın vs. asıllığı-na dayanan hukuk felsefesidir.

İşte ekonomi görüşü veya felsefi dünya görüşü ve ideolo-jisiyle uyum içerisindedir. Bundan dolayı bir mektebin dü­şünsel altyapısı, onun dünya görüşü ve ideolojisidir. Daha sonra onun çizgisinde ve ona uygun olarak antropoloji fel­sefesi, yaşam felsefesi; o temelde ekonomi felsefesi; o temel­de malî düzen; mülkiyet, üretim, gelir dağılımı; düşünce ve iş arasındaki sabit ve değişken sermaye arasındaki, toplu ve bireysel iş arasındaki vs. ilişki gelir.

Ne yazık ki İslam'ın ekonomisinden sözettiğimizde yal­nızca mülkiyet hükümlerini ve fıkhî yasaları inceleme ko­nusu yapıyoruz. Bu nedenle, ekonomi düzenini incelemek için öncelikle İslam'ın ekonomi felsefesini araştırmalı ve İs­lam'ın ekonomi felsefesini anlamak için İslam'ın dünya gö­rüşünü ve antropolojisini ya da ideolojisini bilmeliyiz.

Temel altyapı Tevhiddir (Dünya görüşü); sonra da ırksal tevhid gelir (Antropoloji); daha sonra ise İslam'ın ekonomi felsefesi:

1- Tüm üretim kaynakları ve doğadaki üretilebilir ve tü­ketilebilir doğal maddeler, tüm insanların Allah'ı aracılı­ğıyla tüm insanlar için yaratılmış bereketlerdir.

"Sizin için gökten su indiren O'dur; içecek ondan, ağaç O'ndandır; nitekim hayvanlarınızı otlatmaktasınız. Onunla sizin için ekin, zeytin, hurmalıklar ve meyvelerin her türlü­sünden bitirir. Şüphesiz bunda, düşünebilen bir topluluk için ayetler vardır."[43]

"Bundan sonra yeryüzünü serip döşedi. Ondan da suyu­nu ve otlağını çıkardı. Dağlarını dikip oturttu; size ve hay-

vanlannıza bir yarar olmak üzere."[44]

'Terde olanların tümünü sizin için yaratan O'dur.."[45]

2- Mal, ekonomi ve yaşamın övülmesi ve kutsanması: "Geçimliği olmayanın ahireti de olmaz.", "Mal sevgisini se­verim.", "Güzel olan, Rabbinden bir bolluk ve çokça gani­mettir." (Hatta İslam'da en büyük hareket olan hicretin he­defi, refah içinde bir maddi yaşama ve ileri ekonomiye ka­vuşmaktır.)

3- Tam tersine, dünyayı aşağılama ve yasaklama: (Aca­ba çelişki mi var?) "Mal ve çocuklar dünya hayatının süsle­ridir.", "Kuşkusuz mallarınız ve çocuklarınız sizin için im­tihandır." Yoksa ekonominin, mülkiyet ilişkisinde hayır ya da fitne ve şer olmasından başka bir şey midir? "Mal çoklu­ğu sizi öylesine kendinizden geçirdi ki, kabirleri bile ziyaret ettiniz..."[46] "Ki o, mal yığıp biriktiren ve onu saydıkça sayandır..." (Hümeze 2), Hatta fakihler 'mal'ı, meşru ölçüsünün birkaç Dirhem'den fazla olamayacağı şek­linde belirginleştirmişlerdir. Tarih bunu böyle anlatmıştır: "Onu bakan gerçekten kördür, onunla bakan ise görür."

4- İslam'da bireysel mülkiyetin dokunulmazlığı olarak anlaşılan birçok konu, yürürlükteki (özellikle de Arap Yarı-madası'nda) üç etken olan gasp, hırsızlık ve yağma nede­niyle ve bu üç unsuru ortadan kaldırmak için gündeme ge­tirilmiştir. Örneğin 'Veda Hutbesi'nde şöyle denmiştir: "Ey insanlar, kanlarınız, mallarınız, bugün ve bu ayda olduğu gibi Allah'a kavuşuncaya kadar dokunulmazdır."

Halkın haklarını savunma; hırsızlar, yağmacılar, gasıp-lar, adam öldürenler, yani halk düşmanları karşısında hal­kın yaşama hakkını, varolma hakkını savunma nerede, kendisi hırsızlık, yağma ve gasp olan halkı hizmete sokma ve sömürme faaliyeti için sermaye üzerindeki ve üretimin doğal kaynaklarının tekeli üzerindeki bireysel mülkiyeti savunmak nerede?

5- Birey, mal üzerindeki mülkiyette asaleten davranışta bulunamaz; vekaleten ve halife olarak davranış sahibidir; toplumun yerine geçmiş olarak vardır. "Allah'a ve Resu-lü'ne iman edin ve sizi üzerine halife kıldığımızdan infak edin." (Hadid)

Şu halde mal üzerindeki mülkiyetin Roma hukukundan ve batı görüşünden gelmiş olan bugünkü anlamıyla kültü­rümüzde karşılığı yoktur. Tam tersine 'mülkiyet sahibi' ye-rine.'kullanan', 'değerlendiren' ve 'nezaret eden' kullanıl­malıdır. Dolayısıyla birey, gerçekte Allah olan (Rab) asıl mülkiyet sahibinin memuru olarak davranışta bulunur, ya­ni üretim faaliyeti ile doğal ve hammaddeleri, göreve uy­gun olarak 'Allah yolu'nda infak etmek üzere tüketim mad­delerine dönüştürür.

"Yeryüzü Allah'ın (Azze ve Celle) ve onu imar edenin­dir."[47] Stuwart Millin ifadesiyle, "Toprağı işlemek, sahibi üzerindeki görevdir. Eğer bunu yapmazsa ona, bu toprağın genelin mülkü olduğu ve ancak nezaret etme hakkının ona verildiği esasına göre davranılır."

İslam 'mal ve üretim kaynağının hapsedilmesi'nden red­deder. 'Cevahir'ul-Kelam' isimli kitapta ölü toprağın diril­tilmesi ile ilgili olarak şöyle denilmiştir. "Bazı fakihler, top­rağı diriltecek olanın, diğer insanların kullanım alanını da­raltmamak için kendisine yetecek kadarla sınırlandırılması gereğini sözkonusu etmişlerdir.[48]

 

İdeoloji

 

Özel bir algı türü olan inançla ilgili algıdan ibarettir. Al­gı birkaç bölüme ayrılır:

1- Felsefi algı, 2- Teknik algı, 3- Edebî-sanatsal algı, 4-İrfanî-mezhebî algı, 5- Siyasal algı 6- Sosyal bilimsel algı, 7- İnançla ilgili veya ideolojik algı.

Şu anda dünyada mevcut bulunan savaş, 'doğu ve batı' savaşıdır. Batı, altı adet algının hepsinin zirve s indedir, ama inanç algısına sahip değildir. Yani batının, savaştığı için herşeyi vardır ama ne için savaştığını bilmemektedir. Diğer taraftan doğu bu algıların hiçbirine sahip değildir ama ideoloji algısı vardır. Yani savaştığı için hiçbir şeyi yoktur, ama ne için savaşması gerektiğini bilir ve daima ideolojik savaştadır. Algının tüm değişik boyutlarının tersi­ne ideolojik savaşla, devamlı baskı altında olmasına rağ­men gelişip saflaşır ve güç kazanarak zafere ulaşır. Yani altı adet algının tamamı, çöküş devresinde yozlaşmaya uğ­rar ama ideoloji çöküş devresinde güç kazanır. Bu bakımdan tarihteki tüm ideolojik hareketler çökmüş toplumlar­dan çıkar, uygar toplumlardan değil. İbrahim'in, Muham-med'in, Mesih'in, Buda'nın hareketi çökmüş ülke, toplum ve kabilelerden çıkmıştır; yukarıda sayılan algılardan hiç­birisine sahip değildirler, ama bu altı algının tamamına zirvesinde sahip olan büyük uygarlıkların bulunduğu yerle­ri hep ezip geçmiş ve etki altına almıştır.

Tarihte yeni bir toplum, yeni bir millet ve yeni bir hare­ket oluşturan şey, inanç doğuran ideolojik algıdır. Diğer al­gılar ortaya inanç çıkarmazlar. Filozof veya sanatçı olan ki­şi tüm algılarını para karşılığında kolayca değiştirebilir ama ideoloji algıda insanın davranış türü köklü biçimde farklılaşır. Yani canını kolayca ideolojinin eline verebilir. Diğer bir deyişle ideoloji inanç doğurur, diğer algılarsa gûç.

İdeolojik algı büyük insan üretir, diğer algılarsa büyük uygarlık. İslam tarihinde görüyoruz ki, Muhammed (SAV), Ali, Ebubekir, Ömer, Ebuzer vs. zamanındaki Medine'nin dünyanın uygarlık merkezleri olan Medain, Roma veya İs­kenderiye ile farkı, diğer tüm algılar karşısında bir ideoloji merkezi olmasıdır. Nitekim sonrasında savaşın yazgısının ideoloji kutbunun elinde olduğunu görüyoruz. Bu durumda ideolojinin özel bir algı türü olduğu; öğretim, doğrulama ve başkasına bağlı bulunmadığı, yani okumuş sınıfın kesinlik­le ideolojiye sahip olmayabileceği açıktır.

Bazen bir milletin ideolojii olur, bazen de bir sınıfın; ni­tekim bunlar, ulusal ideoloji ve sınıfsal ideolojiyi oluşturur­lar. Bazen de insani ideoloji vardır. Dinin yönelimi daha çok insanî ideolojiye doğrudur, mekteplerin yönelimiyse ulusal ve sınıfsal ideolojiye. Gerçi her ikisi de varolabilir, yani mektep evrensel bir ideolojiye, din de sınıfsal bir ideo­lojiye sahip bulunabilir.

Öyleyse ideoloji, insanda sıradan bir insanın pekala sa­hip olabileceği, okumuş bir insanınsa sahip olmayabileceği özel bir algıdır. İdeoloji algısı, hikmet çeşidinden bir tür sosyal; tarihsel ve insanî bilinçtir. Yunanca'daki 'Sophia' türündendir. Kuranda "Onları, halka hikmet ve kitap ver­sinler diye gönderdik." denir. Peygamberler okur-yazar de­ğillerdi; halka fizik, kimya, edebiyat bilim vs. veremezlerdi. Bunun tersine onlar, ideolojik bilinç vermek istiyorlardı.

İdeolojinin doğurduğu inancın değeri vardır, miras ka­lan veya taklide dayalı olanın değil. İş başına gelen mah­rum sınıfın kendisi ideolojiyi öldürür ve onu zayıf ve sap­mış hale getirir. Yani kalıcılaşması ve güç sahibi olması için silahını gizler.

Bunlardan dolayı ideoloji, dünya görüşü ve insanın ya da tarihin veya toplumun algısı temelinde bireyin veya bir sınıfın, bir milletin ya da bir insan topluluğunun kendi za­manında yaşanan sorunlar karşısındaki, grupsal, sınıfsal ve millî durumu karşısındaki, onun ve topluluğunun diğer topluluklar, diğer sınıflar, diğer güçler, onunla temas ha­linde bulunan değişik düzenler, onunla çatışma halindeki evrensel akımlar, genel olarak kendi yazgısı karşısındaki, vasfı karşısındaki sosyal sorumluluğunu yorumlayıp belir­leyen bir inançtır.

İkincisi; ideoloji, insanî ve sosyal, düşünsel ve maddesel zeminde mevcut düzen ve durumun karşısında istenen dü­zen veya durumu gösteren, aynı zamanda mevcut durumla istenen durum arasındaki katedilecek yolu aydınlatan inançtır. Dolayısıyla ideolojide, mevcut ile istenen arasın­daki çelişki sözkonusudur; yani oluşturulan mevcut ve insanî konuma itiraz ve istenen konum karşısında mevcut durumu kaldırıcı bir unsur vardır. Bundan dolayı ideolojisi bulunan herkesin ideali de vardır; hem İdeal toplum, hem de ideal insan. Bu nedenle, söylediğim anlamdaki ideoloji, Tevhidi görüş, tarihin diyalektik determinizmi, toplumun sınıfsal çelişkisi ve insanın doğaüstü misyon ve sorumlulu­ğu temelinde birey veya topluluğun mücadelesini taktik açıdan iki aşamaya ayıran inançtan ibaretir. İlk aşama, toplumun devrimci donanım devresi olarak isimlendirilebi-lecek geçici bir devre için ideolojik-devrimci bir liderlik te­melinde devrimci bir düzen ortaya koymaktır.

İkinci aşama, toplumun bilinçlendiği ve kelle sayısının oy sayısına eşit olduğu (bu şekilde demokrasinin gerçekliği vardır) aşamadır. Bu andan itibaren devrimci devre son bu-îur ve demokratik düzen onun yerini alır. Devrimci devrede hedef şundan ibarettir: Birinci derecede tüm tekellerin kı­rılması; bir anlamda, genelin üretim ve tüketimi üzerinde­ki bireysel veya sınıfsal mülkiyetin devrimce bir liderlik al­tındaki topluma devredilmesi, bir başka deyişle, tarihsel, yani Kabilî altyapının Habilî ya da Prometesel bir altyapı­ya dönüşmesi. Habilî bir toplumda kendiliğinden Promete insan da ortaya çıkacaktır. Promete düzeni sosyolojide de vardır. Promete bilinç temelinde vardır, Habil'se ekonomi. O zihinselliğe, bizse nesnelliğe yaslanıyoruz. Toplumun Habili temeldeki asıl ve ayrıntı tüm kurumları oluşturul­madıkça ve genel eşitlik ve sınıfsız toplumun yalnızca ken­disinde gerçekleşebileceği ekonomik-insanî bir düzen orta­ya çıkarılmadıkça toplum yine hakim ve mahkum, yukarı ve aşağı olmak üzere iki sınıfa dönüşecektir.

Sınıfsız topluma sahip olabilmek için hem ekonomik, hem de insanî eşitliğe sahip olmak gerekmektedir; öyle ki herkes,insanî açıdan başkalarıyla eşit olduğunu ve bunun için gayret sarf edileceğim hissetmelidir. Bu nedenle bu ikisi bir birinin gerekli olanı ve gerek duyulanıdır; dolayısıyla sosyalizm ahlakın yanıbaşmda, ahlak da sosyalizmin yanı-başmda bulunmalıdır, böyle olmazsa tam sayılmazlar.

İdeal toplum, tüm bireylerin hiçbir bireysel ayrıcalık ta­şımaksızın katıldıkları insanın olgunlaşması hareketi te­melinde bir tek liderlik altında ve ortak bir yöne yönelmiş olan eşit ve kardeş bir insan ümmetinden ibarettir. Yalnız­ca bu ümmet toplumda gerçekleşecek olan ideal insan ise tek kelime ile Allah'ın örneği olan insandır, yani insanlığın yazgısını gönlünün istediği gibi oluşturan ve doğayı, fayda­lar olarak kendi projelerinin binasında kullanan kişidir.

Yaratılış felsefesinde, insan aracılığıyla Allah'ın yerine geçilmesinden amaç nedir?

İnsan aracılığıyla tanrının yerine geçilmesi hümanizm­dir. Yani insan, tanrı gibi tüm doğa yasalarından bağımsız irade sahibi olabilir; bu durum doğanın determinizmine ta­bi olan hayvanınkinin tersinedir.

İnsan kendisini çevrenin ve evrenin determinizminden özgür kılabilir. İradeli olarak determinizmler üzerine çıka­rabilir. Yani determinizmi kendi hizmetine sokabilir.

Allah'ın yerine geçmek yalnızca iradede değildir. Yani hoyratlarından biri yapıcı ve yaratıcı irade olan Allah'a ben­zer olmaktır. İnsan tüm boyutlarıyla Allah'a benzer olabi­lir, yani bu evrenin varlığı olan insan göreli bir sonuçta ilahî, yani mutlak bir varlığa, yani tüm evrenden daha yü­ce bir varlığa dönüşebilir.

İnsan, bir doğa yasasını kendi hizmetine sokabildiği ve onu değiştirebildiği oranda tüm dünyadan daha büyüktür.

Pascal şöyle der: "Küçük bir kamış insanı öldürmeye ye­terlidir. Ama tüm dünya, insanın öldürülmesine bel bağlasa bile, öldürülen insan öldürenden daha büyüktür. Çünkü öldürülen insan kendisinin öldürüldüğünden haberdardır, ama öldüren, bu davranışının farkında değildir." Bu neden­le öldüren ve öldürülen arasından öldürülen daha üstün­dür. Çünkü kendisinin öldürülmesinden haberdardır; tüm değerler de işte bu haberdar olma, bilinçli olmadan doğar.

Eğer bilinçli olunmazsa değerler varolmaz. Tabii göreli değerler vardır; örneğin altının değerinin taştan daha faz­la olduğu apaçıktır. Ama bunlar görelidir. Bu bakımdan al­tının değerinin fazla olması öncelikle bizim ihtiyacımızı da­ha fazla karşılaması, ikinci olarak da doğada daha aza bu­lunması nedeniyledir, yoksa kendisinin bir değeri yoktur. Güzel bir sesi bulunan kişi ortaya değer çıkaramaz. Çünkü kendisinin yaratmadığı gırtlağına borçludur bunu. Ama bir müzik yaratılırsa bu değerdir, çünkü yaratılmıştır. Dolayı­sıyla tüm değerler, değeri yaratan kişinin bilinç ve iradesi­nin sonucudur. Güzel sesi güzel sıfatların bir parçası say­mak mümkündür, ama değer değildir.[49]

 

Değer ve Kâr

 

Değer, kâr ve çıkardan başka bir şeydir. Bu ikisi birbiri­nin karşısındadır. Kârlı olan, değerli olandan başkadır, iki­si bir değildir, (tıpkı bir hasta ziyaretine gitmek ve hediye götürmek gibi. Nitekim biri kâr niyetiyle geçer, diğeri ise değer.)

İnsanlar daha fazla eğilim sahibi oldukları oranda de­ğerleri seçerler.

Bugün görülen, değerlerin daha çok dikkate alındığıdır. Evliliklerde hâlâ bir ölçüye kadar ekonomik kâr temeline dayanılmakla birlikte yine de değer daha fazla dikkate alınmaktadır.

Değer, insan vicdanının, bir hedefe ulaşma haline getir­meksizin bir maslahat ve çıkar karşısında Özü itibariyle bu­nun kendisi için saygınlık ve kutsallık taşıdığı düşündüğü ve bu kavrayışa göre seçtiği olgudan ibarettir. Değeri seç­menin kendisi hedeftir ve değer, 'için'sizdir.

Kültür çoğunlukla değerlere dayanır, uygarlık ise çıka­ra. Islah edici insan değere sahiptir, hizmetçi insan ise çı­kara.

Hizmet ıslahtan başka bir şeydir; her hizmet ıslah değil­dir, hatta bazen fesaddır da. (Tıpkı fasid birisine para ver­mek vs. gibi) Ama her ıslah, ıslah olduğu için aynı zaman­da hizmettir de.

Islah değer temeli üzerindedir, hizmet ise kâr.[50]

 

Kapitalizm ve İslam

 

Soru: Her tür kapitalizme karşı olduğunuzu söylüyorsu­nuz. Oysa İslam kapitalizme karşı değildir. İslam, kapita­lizmi belli kayıt ve şartla kabul eder. Harcamanın nasıl olacağı ve hangi şartları bulunacağı yolunda biçime karışır. (Maksat bireysel kapitalizmdir, kitlesel değil.)

Cevap: Eğer İslam'ın kapitalizmi kabul ettiğini, ama harcamanın biçimini sınırladığını söylüyorsanız bunun sonraları çok tehlikeli bir biçime dönüşeceğini de bilmelisi­niz; gerçek İslam'ın (hukuksal bir boyutu olan İslam'ın) ka­pitalistin çıkarına olacağı bir biçime. Ama onun harcaması üzerine, minberde, ahlakî bir boyutu bulunduğuna dair ko­nuşmalar yapılır. Minberlerimiz devrimceler, vaizlerimiz de mahrum kitlelerin çıkarına davranıp dünyaları bulu­nanlara karşı çıkanlardır: Fıkıh dersi veren ve hüküm ya­yınlayan fakihlerimiz ise sağcı, kapitalist ve tutucudurlar,

yani fikıh hükümlerimiz kapitalistin çıkarınadır. Kapitalis­te savurganlık imkanını vermemek gerekir. Yoksa bu im­kanı sağlayıp sonra devamlı olarak "Beyler harcamayın!" demenin bir yararı yoktur. O her halükarda harcayacaktır. Eğer savurganlık, tüketim giderinin aşırı ve haddinden faz­la olması İslam'da gerçekten haramsa İslam'ın ekonomik sistemi, israf imkanının bulunmaması temeline dayanmalı­dır. Aksi takdirde, israf imkanının verilmesinden sonra "Canım kardeşim harcama, rica ederim harcama, Cehen­nem ateşi yarın vs." denmesine kulak asılmaz artık şöyle bir noktaya gelinir ki, kapitalistin zararına olarak minbere çıkılır, ama çıkarına olarak fıkhı hüküm verilir! Bugün tüm minberler kitlelerin çıkarına, kapitalistlerin de aleyhi­nedir; tüm ilmihaller ise kapitalitlerin çıkarma, kitlelerin de aleyhinedir. Fıkhımız faiz yiyiciler için bile çalışır, ama minberimiz yedi veya sekiz Dinar'ın bile mal yığma olduğu­nu söyler. Minberde, bir günlük harcamadan fazlasının ha­ram olduğu söylenir, ama fıkıhta bundan hiçbir şekilde sö-zedilmez. Bu iş öyle bir noktaya ulaşır ki, birisi yeryüzü­nün yarısına bile sahip olabilir; tek şart,'imamın payının verilmesidir! 'Ahmak', caiz olduğunu bilmeyerek köle satı­şını da yasaklamaktatır! 1970'de basılan bir ilmihalde şöy­le denir: "İhramlıyken sa'y sırasında cariye satın alınabi­lir." (Bu adam bu kadar aptaldır!) Say sırasında! Dinsiz maddeci Celal Al-i Ahmed şöyle der: "Çıldırıyorum, çatlasın diye başımı duvara vurma geliyor içinden." O haldeyken hacı efendi çiçek gibi bir cariye görmüş, canı çekmiş ve sa­tın almak istemiş; mollaya sormuş: Satın alabilir miyim? Cevap vermiş: Satın alabilirsin ve ihramlıyken onunla cin­sel ilişki kuramazsın; bunu sa'ydan sonra yapmalısın. Bu bizim fıkhımızdır; Amerikan kapitalizmindeki yasaların ta­mamının, kendisinin yasalarından daha ileri olduğu bir fıkıh. İslam'ın zekatına bakın ve Amerika'daki vergilerle (% 95'e varan) kıyaslayın, hangisi daha ileridir? Öte yandan Ebuzer der ki, yarının gıdasını ve yarınki yaşam harcama­nı stoklarsan bu mal yığmaktır. Aynı şekilde kimi Şii fakih-ler o zamanlar mal yığmanın ne olduğunu tartışıyorlardı. Bazen onbeş Dinar'ın mal yığmak olduğunu söylemişlerdir. Kimisi de yirmiyedi Dinar'ın mal yığmak olduğunu söyle­miştir. Eğer bunlar değildiyse neydi? Boşuna mı konuşu­yorlardı? İslam'ın ekonomi sisteminde onbeş Dinar'dan faz­lasının (Bir ifadeye göre de yirmiyedi Dinar) mal yığmak olduğu ve mal yığma ile ilgili ayetin kapsamına girdiği söz-konusudur. Eğer kişi yirmiyedi Dinar'dan fazlasına sahip olursa bu fazlalığı kızdırıp 'hoş olmayan' yerlerine basarlar. Bu da fıkıhtır ve aslında kaybedilmiş ve bize ulaştırılma­mış bir başka boyut ve başka bir eğilim ait olduğu anlaşıl­maktadır.

Bu çizgilede bulunmayan, anarşist bir tip olan ve Özgün bir insan olan birisiyle islam ekonomisiyle ilgili olarak ko­nuşuyordum; gözlerinin yaşla dolduğunu gördüm. Hatırına kendi yaşantısından özel şeyler geldiğini zannettim. "Ne ol­du?" dedim. "Ne olduğunu biliyorsun. İnsanın içi parçalanı­yor." dedi. (İşittiğim bu ifade çok tuhaftı.) "Niçin?" dedim. Dedi ki, "İslam'da öyle şeyler var ki, bu mollalar sonraları bu biçime sokmuşlar, bu müminler bu şekilde amel etmek­tedirler ve aydınlar da böyle anlayıp reddetmektedirler." Sonra yanımda ağlamaya başladı.[51]

 

İş Temelinde Mülkiyet

 

"Erkeklere kazandıkları, kadınlara kazandıkları vardır." (Nisa) Önemli olanın şu olduğunu söylemektedir: Ancak kazanç ve çalışmalarından elde ettiklerine sahip olabilirler. Bununla birlikte kişisel el emeklerinin ürünü bütün olarak kişisel mülkiyetlerine girmez; bundan bir hisseyi infak et­melidir: Hums, zekat, sadaka vs. şeklinde. Yine "Ölü top­rak kendileri için bir ayettir; biz onu dirilttik, ondan tane­ler çıkarttık, böylelikle de onlar ondan yemektedirler. Biz orada hurmalıklardan ve üzüm bağlarından bahçeler kıldık ve içerinde pınarlar fışkırttık. Onun ürünlerinden ve kendi ellerinin yaptıklarından yemeleri için, yine de şükretmiyor­lar mı?" (Yasin 33-35) ayetinde geçtiği gibi. Burada da önemli olanın, doğal kaynaklar dışındakilerin, hatta birey­lerin çalışması aracılığıyla meydana gelenlerin ve üretilmiş olanların bile Allah'a nispet edilmesi olduğu görülmektedir.

"İnsan için çabasından başkası yoktur." Ömer bu ilkeye göre fetva vererek, "Bir toprağı bulunan onu üç yıl ekme­den elde tutarsa başkaları bu toprağı ekmeye hak kazanırlar." demiştir. Bu fetva, bir ilke olarak açıklanmış bulunan Peygamber'in hükmünden alınmıştır; "Elde tutulan toprak için üç yıldan sonra hak sözkonusu değildir."

Osmanlı arazi hukukunda, hatta bugünkü Lübnan mül­kiyet yasasında şöyle denmektedir: "Elinde bulunan araziyi üç yıl boş bırakan kişinin bu toprağı kendisinden alınır." Ebu Yusuf un Kitab'l-Harac'ında da aynı ilke sözkonusu edilmiş ve ondan yukarıdaki yasa çıkarılmıştır. Seyyid Mu-hammed Bahr'1-Ulum, Bulgatu'l-Fakih'de şöyle der: "Zama­nımızda Osmanlı devletinde hazine arazilerinin ve diğerle­rinin satışında yürürlükte olan uygalama, bu arazinin açık artırmaya sunulması ve en fazla verene bırakılması, daha sonra alanın çocuklarına kalması şeklindedir; bu gerçe bir satış değildir; burada mülk sahibi kılmak ve mülk edinmek değil, toprağın ürününün beşte birini paylaşmayı kabul et­me ve bedel sayma vardır... Mülk sahibi kılmak, mülk edin­mek, miras olarak almak ve miras bırakmak sözkonusu de­ğildir. Ortak mallar konusunda ilke şudur: İnsanlar üç şey­de ortaktırlar: Su, ot ve ateş".

Üretim kaynaklarının, sanayi dışı hayvancılık ve tarım çağı olan Peygamber'in çağında sözkonusu üç şey olduğu ortadadır. Buna göre, saniyiye dayalı ve kapitalist üretim düzenlerinde diğer üretim kaynaklarının da bu kuralın kapsamına girmesi doğaldır. Aksi takdirde zekat sistemi bugünkü üretim düzeninde anlamsız hale gelir. Kur'an'ın bu ortaklıkla ilgili olarak sunduğu çıkarım şudur: "İçtiğiniz suyu gördünüz mü; onu buluttan siz mi indiriyorsunuz, yoksa indiren biz miyiz?"[52]. "Allah, gökleri ve yeri yaratan ve gökten su indirip onunla size nzık olarak türlü ürünler çıkarandır. Onun emriyle gemileri denizde yüzmeleri için size, emre amade kılandır..." [53]" böylece gökten su indirdik ve sizleri suladık. Oysa siz O'nun hazine koruyucuları değilsiniz."[54]

"Suyun bolluğunu geri çeviren (suyu bolca kullanmayan) kişiye Allah kıyamet günü şöyle diyecektir: Bugün, tıpkı elinin kullanmaması için bolluğu geri çevirmen gibi ben de seni geri çeviriyorum."[55]

Bu bakımdan, kişisel iş ile üretilmemiş olan, Allah'ın ya­rattığı doğal kaynaklar ve maddelerin genel mülkiyeti var­dır. Dolayısıyla mülkiyet yalnızca iş temelinde gerçekleşir ve yalnızca çalışan insanlar mülkiyete hak kazanırlar. Bu nedenle, esasen işin hizmete sokulması için sermaye üzeri­ne mülkiyet olmasının bir anlamı yoktur. Mülkiyet, bu şe­kilde, insanın kendi kazandığı üzerindeki hakkı anlamına gelmektedir, yani insanın kendi kazandığından yararlan­ması hakkı, kendi işinin ürününden yararlanması hakkı. Şu halde mülkiyet sahibi işçidir.

Bir konunun dört kavranış biçimi vardır:

1-  Dünya, mal yığma; "Arkadan çekiştirip duran, kaş göz işaretleriyle alay eden her kişinin vay haline; ki, o, mal yığıp biriktiren ve onu saydıkça sayandır..."; "Mal çoklu­ğuyla övünmek sizi tutkuyla oyalayıp kendinizden geçirdi."

2- "Rabbinden bir hayır, güzellik ve bolluk, çokça gani­met ve dünya hayatının süsü"; ahiretin temeli geçimlik; "Ekmek, kendisiyle Rahmana kulluk edilendir"; "Ahiret için dünyayı, dünya için de ahireti terkeden bizden değil­dir."

3- Fakirlik-küfür.

4- Zühd, yaşamdan yüz çevirmek, nefsi öldürmek, içgü­düleri susturmak vs.

Kur'an'ın ifadesi üstün, net ve bilimseldir. Zekat ve infakm zenginden yoksula bir ihsan olduğunu söylemekte, "Malınızda yoksul ve mahrumun hakkı vardır." demekte­dir; hak! (Yoksul, fakir, mahrumsa sömürülendir.)[56]

 

Faiz

 

Ayet; "Faiz yiyenler, kendisini şeytan çarpmış olanın kalkışı gibi çarpılmış olmaktan başka bir şekilde kalkmaz­lar." (Bakara 275) İslam'ın faiz ve faiz yiyici hakkındaki bu şiddetli, öfkeli ve nefret dolu sözü; onun anlam ve kapsamı­nı kağıt paranın bile giremeyeceği şekilde sınırlamak; Dir­hem, Dinar, üstelik de özel şekillerine has kılmak ve kaçı-nılabilecek biçime sokmak; basitleştirmek; geniş anlamda üretimde ve kâr elde etmede sermaye kredisinin ya da de­ğerin ve sermayenin üretilen mala değer kazandırmasının olumsuzlanması.[57]

 

Ortaklık

 

Su, toprak, ot ve madenler.

Acaba bunlar üretim kaynaklan veya sermaye üzerinde­ki Özel mülkiyeti ortadan kaldırmamakta mıdır?[58]

 

Mal

 

Üretilen mal kimindir; sermayenin mi işin mi? "Tarım alanı, gasp bile olsa çiftçinindir." Bu sorunun ce­vabı nedir?[59]

 

Sınıfsal Mevki ve Münafıklar Ekonomisi

 

Sonda 'münafık', 'hain' ve 'tutucu' güçleri tanıtmak ge­rektiğinde bu nokta görünüşte basittir, ama 'dini görüş' ve 'İslamî mantık', nedeniyle çok ciddi ve derinlemesine dü­şünmeye değerdir.

Haktan yüz çeviren zalimler -Emevilerin liderliğinde-cahiliyede Arap toplumuna egemen sınıfsal konuma sahip olan Kureyşlilerdir. Bunlar (hayvancılık ve tarıma dayalı olan ve sosyal düzeni kabile ilişkileri (Societe Tribunale) üzerine kurulu bulunan cahili Arap ekonomisi altyapısın­da) beşinci ve altıncı yüzyıllarda İran ve Roma dünya sava­şı, doğu ve batı ticaret yolunun değişmesi ve Mekke'nin ti­caret yolu üzerine düşmesi nedeniyle daha ileri olan 'ticare­te dayalı açık ekonomi' aşamasına girmişlerdi; böylece yeni bir sınıfı ve bir tür 'komisyoncu burjuvaziyi ortaya çıkar­mışlardı. Öte yandan Mekke hem bir şehir ve Arab'ın kut­salıydı, hem de artık ticarî bir merkez ve yeni bir ekonomik konum haline geldiğinden, Kureyş, toplumun ekonomik soyluluğunu ve dinî seçkinleri olma ayrıcalığını tekeline al­mıştı. Onlar için hem ziyaretin, hem de ticaretin kıblesi, hem din, hem de dükkan olan Kabe Kureyş'in elinde ruhanî gücün sembolik yansıması, aynı zamanda da bu ka­bilenin maddî gücünün nesnel merkezi sayılıyordu; tüm Arap kabileleri tarafından bu Ev'e konmuş bulunan üçyü-zaltmış putla kendisini bütün Arapların merkezi durumu­na getirmiş ve tüm kabileler üzerindeki egemenliğini bu şe­kilde sağlamlaştırmıştı. Çünkü 'şirk', maddî yaşamdaki sı­nıf çokluğu ve ırksal-sosyal şirki, manevî yaşamdaki ve dinî dünya görüşündeki ilah çokluğu ve evrensel şirkle İzah eden bir dindi.

İslam'ın devrim hareketi 'Tevhid' şiarına dayanıyor ol­makla ertelemeksizin ve kaçınılmaz bir biçimde Kureyş gü­cünün karşısında yeraldı. Çünkü bu Tevhid, medreselerde felsefe, kelam ve tasavvuf derslerinde okutulan, ulema ve bilginler topluluğunda gündeme gelen günümüzdeki 'Tev-hid'in tersine doğrudan keskin bir dille saldırısını toplum­daki 'sosyal altyapı'ya ve 'sınıflı düzen'e yöneltmiştir. Dola­yısıyla filozof ve sufilerden önce efendi ve kölelerin, soylu­lar ve halkın onun karşısında şiddetli bir duyarlılık göster­mesi, orada korku ve ümit doğması, onun karşısında iki sı­nıfın, kamplaşması doğaldır. Nitekim Tevhid şiarının ila­nından sonra ilmî ve felsefî tartışma ve çatışma sahneleri yerine Bedir, Uhud, Hendek ve fethin sınıfsal savaş sahne­lerini görmekteyiz; Kureyş, her yerde, kapitalist ve kâr pe­şinde birkaç Yahudi kabilesi ile işbirliği yaparak ekonomik çıkarlarını, ticaret yollarının güvenliğini ve İslam'ın orta­dan kaldırmakla tehdit ettiği sınıfsal konum ve soyluluk değerlerini savunmak üzere en büyük karşı-devrimci güç­ler olarak İslam'ın karşısına dikildi. Ama gasp -irtica- hilafet tarihinin yürürlükteki sünnetine uygun olarak yenilgi­ye uğradı; fakat 'karşı-devrim'in iç unsurları ve Kur'an'm ifadesiyle 'nifak' unsurları olarak devrimin kazanımlarının mirasyedisi oldu. Hareketin yönünü değiştirerek, devrimin ideoloji içeriğini boşaltarak ve devrimin sadık çocuklarını ve gerçek önderlerini kurban ederek, hareketi, yüzde yeni bir maske, elde güçlü bir silah ve yeni eşşekleştirme yoluy­la halkı teslim almada ve kendi izahı haline getirmede kul­landı. Eski sınıfsal-sosyal mevkiini öncekinden daha güçlü olarak devrimde elde etti. Nitekim gerici Kureyş soyluları maskesiz oldukları devirlerdi Bedir'de yaşıyordu; nifak ve gerici maske devirlerinde ise Sıffîn cephesinde savaşıyor­lardı, bu ikisi de AK karşısındaki cepheydi.

Ebu Süfyan liderliğindeki Kureyş'in gücü, İslam karşı­sındaki yirmi yıllık direnişten sonra kılıç zoruyla Mek­ke'nin fethinde teslim oldu, ne var ki İslam'a girmedi.

Duygu ve inançta bile İslam'a inancı bulunmayan bu İs­lam karşıtı yüce Ali'nin verdiği isim -Peygamber'den riva­yetle- 'kâsitîn', yani 'adalet karşıt!arı'dır. Bu bir sosyal, si­yasal ve ekonomik isimlendirme ve nitelemedir. Dini açı­dan cahiliyet, şirk ve küfrün; ahlakî açıdan da fesad, fısk ve günahın yansıması olan bu gücü yalnızca sosyal bir içe­rikle nitelemiş, halk karşıtı rolünü asıl olarak almış, İslam veya küfür, şirk veya Tevhid, hatta fesat veya zahidçe sa-lihliğini görmezden gelmiştir. Yani bunlar halk düşmanı­dırlar, eşitlik ve adalet düşmanıdırlar; ister Hübel putunu mızrakların ucuna taksınlar, isterse de Kuran'ı; ister şa­rap içsinler, ister oruç tutsunlar'.

Nitekim 'kâsîn' (karşı taraftaki, zalim, insan karşıtı, halk karşıtı, İslam karşıtı, ümmet karşıtı düşman) bünyeye ve iç cepheye katılmış, ardından da imam ve en iyi değerleri savunma adı altında en iyi şiarlara karşı ve en mukad­des mekanlarda önceki düşmanlığını sürdürmüş ve bu nok­tada, dış cephede zafer elde edip başarılı olanlar iç cephede yenilgiye uğramış, ayaklar altına alınmışlardır. Ali'nin kar­şısındaki 'kâsıt'lar Ümeyyeoğullarıdır; Bedir, Uhud, Hen­dek ve Mekke cephelerinde şirk şiarı ile İslam'dan yenilgi almış olan cahiliye çağının güçlü soyluları kültür ve şiar değişikliği yapmış, İslam maskesini takmış, Sıffîn cephe­sinde Kur'an'ı bayrak yaparak ve Tevhid şiarıyla Kur'an ve sünneti kılıç-kalkan haline getirerek İslam'ın içeriği, İs­lam'ın sosyal mesajı, İslam'ın cisimleşmiş ruhu ve devriml-ci İslam'ın gerçek makamı ile savaşa gelmiş ve Tevhid ki-sevsinde, İslam şiarı altında devrimin tüm kazammlanna varis olmak, devrimin temelini atanları ve devrimin çocuk­larını devrim kılıcıyla kurban etmek, sınıfsal konum, sos­yal güç ve tarihsel rolünü yeni siperde de korumak için onu yenilgiye uğratmıştı.

Mesele şudur: Her sosyal, siyasal ve inanca dayalı hare-ketaslmda apaçık dışsal düzenli bir güç karşısında ortaya çıkar ve onunla çelişkili olarak biçimlenir. Dolayısıyla ta­rafların kamplaşmasında sözkonusu olan etkenler, bireyler ve sorunları tanıma kolay ve açıktır; ölçüler de belli ve be­lirgindir. Hatta (daha önce söylediğim gibi) yenilgiden son­ra şiar değişikliğine gidilir, yüze hareketin maskesi takılır ve hareketin içine adım atılır; ama 'düşünsel-siyasal ko­num' değişikliğine rağmen yeni devrimci hareketin içinde sosyal-sınıfsal konum korunur, sınıfsal-sosyal konunun karşısındaki devrim kendi sınıfının ideolojik temil olarak alınır ve devrimin sadık evlatlarım kurban etmenin kılıcı haline getirilir.

İlginç olan, Hz. Emir'in bu gücü adlandırmak için (hare­ketin asıl düşmanıdır) onun gerçekliğim, Özellikle de toplumsal rolünü ifade etmekle kalmayan, aynı zamanda, bu gücün her durumda ve dinî, siyasal ve sosyal her konumda (ister maskesiz, ister maskeli) tek sıfata sahip olduğu; ko­num ve şiarda yargıda bulunabileceğimiz sürekli bir rolü bulunduğu gerçeğini gösteren 'kasıt' sıfatıdır.

Bir imam, Peygamber'in aziz ve sadık havarisi, bir mez­hebin sembolü, yani insanlık tarihinin ilahî ve dinî bir sem­bolü (en azından bu sıfatları O'na ister Şiî, ister sünnî, is­ter müslüman, ister müslüman olmayan, hatta ister din­dar, ister dinsiz her düşünür yakıştırmaktadır) olan Ali gi­bi bir büyük, bu adlandırmada (kendisinin ve hareketinin karşıtı asıl güç ve temel cepheye ad koyma olan) bir 'nitele­meye yönelmiş ve gücün vasfını adlandırma için seçebilece­ği çok sayıda nitelik arasından 'kasıt' sıfatını seçmiştir. Ni­tekim düşündürücü, öğretici, aydınlatıcı ve derinlikli bir sı­fattır; öncelikle dini görüşün, İslamî misyonun, tanıma'nın nasıl olduğunu, bizim gördüğümüz ve tanıdığımızla nasıl olduğunu, nasıl bir farklılığı, hatta çelişkisi bulunduğunu; ikincisi Ali ile aramızda yalnızca Onun Şia'sı olmak değil, hatta O'nu tanımada bile ne kadar mesafe olduğunu gös­termektedir. Zihin ve kalp perdelerimize nakşedilmiş re­simleri ile O'nun arasında bir benzerlik var mıdır? İlk anda sıradışı ve beklentimizin tersine olan, ruhanî bir varlık ola­rak dinin doğrudan eğitim dışında her tür uygarlık, kültür, eğitim, düşünsel ve ahlaki mektepten uzak durmuş bulun­ması; küçüklüğünden itibaren vahyin gözetimi altında ye­tişmiş, nübüvvet evinde büyümüş ve kişiliğinin Peygam­ber'in ellerinde biçimlenmiş olması; İslam'dan başka bir şey olmaması; düşünen, konuşan, yaşayan, savaşan vs. semavî bir kitap olmasıdır. Mektebi, hareketi ve cephesi karşısında yeralan asıl cepheyi adlandırma ve niteleme için seçtiği sıfat dini bir sıfat değildir. Dinî bir kavram değildir.

Bizim ve dünyanın tüm dindarlarının anlayacağı bir görüş, dinî görüş bu adlandırmada kullanılmamıştır; genel olarak, bir şey veya bir kişiyi adlandırma ve vasıflandırmanın, hem isim veya sıfatı seçen kişinin düşünce tarzı, zevk ve duygusunu aktaran, hem de isimlendirilen ve nitelenenin sahip bulunduğu ve bunun da açık bir 'psikoloji ilkesi' oldu­ğu, çünkü her adlandırma ve nitelemenin bir 'ölçüye göre biçimlendiği bir tür yargıda bulunma olduğunu biliyoruz.

Ali'nin dinin ruhunun cisimleşmiş hali olan Ali'nin, dini­nin asıl düşmanını adlandırma ve niteleme için seçtiği Ölçü, 'dini ölçü' değildir; yani İslam karşıtı cephedeki asıl düş­man olarak tanıttığı kişileri kafir, müşrik, mülhid, Allah düşmanı, Allah'ı inkar eden, dinsiz, putperest, cehennem­lik, günahkâr vs. şeklinde isimlendirmemektedir. Hatta fa-sid, müfsid, şarapçı, pis, utanmaz, kumarbaz, şehvetperest, namussuz vs. kabilinden ahlakî ölçüyle de nitelememekte-dir. Bu vasıflar dindar ve mü'min halkın genelinin gözünde olumsuz sosyal bir sıfattan daha şiddetli, daha çirkin ve daha kışkırtıcıdır. Nitekim zamanımızda bile dindarların genelinin gözünde ve dinî bir çevrede bir yazar veya konuş­macı bilim, şiir veya din adına övgü düzme veya izahta bu­lunma diktası kursa ona karşı olumsuz bir duyarlılık orta­ya çıkmaz; ama evinde bir gün ağzına bira değdirdiği öğre­nilirse genelin düşüncesinde mezarını kazmış, necisi ve nefret edilen biri olmuş demektir. Bu ahlakî açıdandır; ama dini açıdan, bir mukaddesatçı hacı efendi, frenk diyarından dönmüş oğlunun bir makamı kapma için kendisini parçala­masını, para gelecek her mevki için her türlü aşağılıklığa başvurmasını, sözünü bozmasını, dudaklarını oynatıp ya­lan söylemesini etkili bireylerin dikkatini çekmek, uygun zemini hazırlamak için her şeyi yapmasını ya da milletve­kili adayı olarak özel yollarla sahte oy düzenlemesini çok ve çirkin bulmaz, hatta belki de gözünü döndüren bu başarı zekasından hoşnut bile olur, onun kişilğiyle iftihar eder, geleceğinden umut duyar ve kendisine böyle bir oğul verdi­ği için Allah'a şükreder. Ama oğlunun döndüğünde bir mu­ayene açtığını veya sade bir mühendis ve Öğretmen olup hizmet ettiğini, fakat Ermeni bir hanım aldığım ve gelinin, necis kabul edilen kafir bir hanım olduğunu, üstelik eyvah, bir de köpeği bulunduğunu ve artık yaşamının necislik için­de geçeceğim görürse, kendisini mutlu hissettiği ve Allah'ın lütfunun kapsamında gördüğü ilk halinin tersine, dünya ve ahirette talihsiz kabul eder, azap çeker ve dinî vicdanı de­rin bir yara alır.

Dini çevrelerde kimi bireyleri ezmek, onları çamur ve nefret duyulan kişiler olarak ilan etmek için kullanılan suçlama, hakaret ve saldırılara bakınız, doğru veya yalan tüm suçlamalar iki dayanak temelindedir: Biri dinî diğeri ahlâkî. Birisinin zorbalığı övmesi, zulümle elele bulunması, gerçekleri saptırması, halka ihanet etmesi, emperyalistler­le kader birliği ve yabancılara uşaklık etmesi, insan hakla­rına ve halkın sosyal haklarına tecavüz etmesi, insanların düşüncelerini saptırma, uyuşturma ve hakkı gizlemesi ve­ya dini, sınıfların ve baskıcı güçlerin çıkarlarının hizmetine vermesi, zulüm ve müslümanların başına gelen facialar karşısında susması nedeniyle kınandığı çok az görülür.

Ama sözü doğruluk olan, bütün tarih ve zaman devirle­rini görebilen yüksek düşünce ve ileri görüş sahibi, yerin gizlisini bakışı altında tutabilen, her perde ve Örtünün, sü­sün, maskenin, aldatmanın, gizli ve görünürün ardındaki gerçekliği yakalayan Ali, bütün o din karşıtı veya ahlâk karşıtı isim ve sıfatlar yerine toplum karşıtı bir sıfatı dini­nin ve kendisinin düşmanını adlandırma ve nitelemede seç­miştir; bu sıfat 'kâşiftir, yani 'adalet karşıtı'; bu, 'eşitlik karşıtı'ndan daha Önemli, daha derinlikli ve daha köklü­dür.

Yahut bu sıfatın seçimi ile Ali şöyle demek istemektedir:

1- İslam yalnızca zihinsel bir inanç değildir; nesnel bir gerçekliği ve pratik bir misyonu da vardır.

2- İslam yalnızca ruhanî, ahlakî ve bireysel bir düzen değildir; sosyal, ekonomik ve siyasal bir cereyandır da.

3- İslam'ın asıl hedefi ve müslümanların asıl sorumlulu­ğunun sonucu Kur'an'ın açıklamasına göre, 'adaleti ayakta tutmak'tır.[60] Bundan dolayı İslam ve müslümanların asıl düşmanı, 'kıstın (adalet) düşmanları, yani 'kasıtlardır.

4- Bu sıfat, İslam karşıtı zihinsel inanç, dinsel bağlılık, düşünce tarzı, ahlakî özellikler ve ruhsal durumların açık-îamamakta, onların davranış, sosyal rol ve sınıfsal konum­larını net olarak belirginleştirmektedir; yani İslam'ın asıl düşmanları, toplumda çelişki, ayrıcalık, eşitsizlik ve ada­letsizlik ortaya çıkaran kişilerdir. Toplumun adaletsizleri ve çıkar peşinde koşanları zihinsel inançlarını değiştirmişlerse, dinlerini değiştirmişlerse, İslam'ın dinî şiarlarına, ibadetlerle ilgili hükümlerine ve inanç temellerine inan-mışlarsa, kısacası küfür ve şirkten, eski ahlâkî fesadların-dan el çekmişlerse, müslüman olmuşlarsa, namaz kılıyor, oruç tutuyor, hums ve zekat veriyor, hacca gidiyor, Hz. Hü­seyin için yas tutuyor, Ehl-i Beyti seviyor, mersiye okuyor, ağlıyor ve mescide gidiyorlarsa, kafirlerle cihada katılıyor-larsa, imamın kabrini ziyarete gidiyorlarsa İslam'ın bilinçli izleyicilerini ve Ali'nin yolunun gerçek takipçilerini aldata­mazlar; bilirler ki, asıl ölçü 'kıst'tır (adalet) ve 'kâsıt'lar her örtü ve maske altında, ister müşrik, ister muvahhid; ister putperest, ister Allah'a ibadet eden; ister kafir, ister müslü­man, ister sünnî, ister şii vs. 'kist karşıtı' sınıfsal konum ve sosyal mevkiilerini korumuşlardır; İslam'ın asıl düşmanla­rıdırlar. İslam ise onların karşısında yeralmaktadır ve hiç­bir inanç, duygu, gösteriş ve mukaddesatçılıkla Ali'nin sa­fında yer bulamayacaklardır. Çünkü 'kasıt', bir İslam kar­şıtıdır. Küfür ve İslam onun zihinsel yapısını değiştirmez. Ne diyeyim, müslümamn 'kâsıt'ı ('adalet' karşıtı), kafirin 'kâsıt'ından daha kötüdür.

Bu yolla, Ali'nin, kendisinin karşıtı cephedeki asıl düş­manlar 'kasıtîn' şeklindeki nesnel ve sosyal bir sıfatla ni­teleyerek kendi İslam'ının asıl kampını ve cephesinin izle­yicilerini de belirlediğini; İslam ile küfrün 'Alinin imameti' altındaki savaşının kelamı, felsefî, ve zihinsel bir savaş ol­madığım; halkın düşmanlarıyla savaşı olduğunu; eşitlik ve adaletin ayrıcalık ve adaletsizlikle savaşı olduğunu; Ali'nin dininin asıl misyonunun 'adaleti ayakta tutmak' olduğunu; doğal olarak O'nun dininin asıl düşmanların ve O'nun gö­zündeki müşrik ve kafirlerin de 'kıstın düşmanları olduğu­nu görüyoruz.

Kuşkusuz bu tür bir 'İslam'ı tanıma'yı, Ali, kişisel çıkanmı ve bireysel seçimiyle yaratmış değildir. Tam tersine, O 'ıtret'in (Peygamber soy) sembolüdür; yani Peygamberin Kur'an ve sünneti tanımak için tavsiye ve tayin ettiği öğ­retmendir. İslam'ın doğru biçimde O'ndan öğrenmek gerek­mektedir. O, 'konuşan Kur'an'dır; insan şeklindeki Kur'an'dır; Kur'an ise dini, İslam'ı, tüm peygamberlerin misyonunu bu şekilde yorumlamakta ve analiz etmektedir. Peygamberler gönderme ve onlarla kitap ve Ölçü indirme işini insanların adaleti ayakta tutmaları için yapmış olma yalnızca Hadid suresinde değil, Al-i İmran suresinde de bil­dirilmiş ve Allah'a ibadet risaleti, peygamberler ve eşitlik, adalet için mücadele eden insanlar içinden davetçi olanla­rın aym safta oldukları; doğal olarak, Allah'ı inkar eden, peygamberleri ve adalet savaşçılarını öldürenlerin de aynı safta bulundukları açıklanmıştır: "Allah'ın ayetlerime küf­redenler, peygamberleri haksız yere öldürenler ve insanlar­dan adaleti emredenleri öldürenler; işte onlara acıklı bir azabı müjdele, Onlar, yaptıkları dünyada ve ahirette boşa gitmiş olanlardır, onların yardımcıları yoktur."[61]

Şu ayette, İslam'da asıl kamplaşmanın (adalet ve adalet karşıtları arasındaki savaş olduğu iki taraf açıkça gösteril­miştir: "Elbette bizden müslüman olanlar da var, zulme­denler de..."[62]Bu açıklık ve kesinliği rağmen yine de ara vermeksizin açıklama getirilmiştir: "Teslim olanlar, gerçeği ve doğruyu araştırıp bulanlardır." (Cin 14) Devam­la, "Ama zulmedenler cehennem için odun olmuşlardır." de­miştir. Nitekim Ali, şûranın reisi olan eşraftan Abdurrah-man b. Avf "Allah'ın Kitab'ı, Resul'ün sünneti ve Şey-heyn'in görüşleri üzerine sana biat ediyorum." diyerek Ali'nin elini hilafet üzerine biat etmek üzere tuttuğunda Ali duraklamaksızın şu cevabı verdi: "Hayır! Allah'ın Kitab'ı ve Resul'ün sünneti üzerine evet ama Şeyheyn'in gö­rüşleri üzerine hayır; benim de görüşüm var." 'Alevî Şia'sı'nın tüm felsefesinin gizli bulunduğu 'Ali'nin görüşü' nedir?

Bu soruya verilen cevap, 'imamet' ve 'hilafet' rejimleri arasındaki farklılığı aydınlatmaktadır. Burada önemli olan (bu farklılığı zihinsel, kelamı ve duygusal inanç meselele­rinde sözkonusu etmek için çaba sarfeden, sonuçta sorunun aslını yokeden ve konuyu saptıranların tersine) anlaşmazlı­ğın iki 'görüş' üzerinde olmasıdır.

'Görüş' aynen 'rejim'in karşılığıdır. İmamet ve hilafet iki görüştür: Bir 'inanç mektebi1 olarak İslam'ın kafirler karşı­sında gelişmesi ya da bir 'sosyal misyon' olarak İslam'ın 'kasıtlar karşısındaki liderliği. Elbette ki bu sosyal misyo­nun düşünsel altyapısı Tevhid ve dini dünya görüşüdür.

Adaletin yerleştirilmesi olan sosyal mesajı ise 'müslü-manlar-kâsıtlar' savaşını 'müslümanlar-kafırler' şekline sokmayı hedeflemişlerdir. 'Kafirler'den maksat da, tarihin pratiğinde ki dinî kültürlerde yorumlanan anlamıyla olan­dır, yani 'dini inançları reddedenler'dir, Kur'an'ın yorum­ladığı değil: "Dini yalanlayanı gördün mü? O, yetimi itip kakan ve yoksulu doyurmayı teşvik etmeyen, herkesi buna seferber etmeyendir." (Maun Suresi)

Okuyucu, yaygın dini ruhun etkisi altında, ne zihinsel maddeciler, dehrîler, inkarcılar ve mülhidlere, ne de İs­lam'a bir din olarak inananlarla konuşulduğunu zannetme­sin diye surenin hemen devamında önemli bir noktaya dik­kat çekilmiş ve sonraki ayet 'f harfi (şu halde) ile başlatıl­mıştır: "Şu halde namaz kılanların vay haline!" Niçin? Hangi namaz kılanlar? "Namazlarından yanılgıda olanla­rın; onlar gösteriş yapmaktadırlar." Namazlarında varolan anlam, hedef ve sorumluluktan habersiz davranmaktadırlar. "Ufacık bir yardımı da engellemektedirler." Mukadde-satçılarlar, ibadet ederler, zahiddirler, namaz da kılarlar, ama hayır davranışını, halka hizmeti ve halk yolunda adım atmayı menederler!

Nitekim Ali iki temele dayanmaktadır; görünüşte tarih­teki görüşle bunların hiçbiri dinde zihinsel bir inanç veya ibadî bir davranış değildir. Biri imamettir; insanlık toplu­munun liderliği (İslam'a göre) hangi tarafadır? Hangi ülkü­dedir? Hangi hedefin gerçekleşmesinedir? İkincisi adalet­tir; Ali, yöneticiliğinin felsefesinin yorumu ve hilafeti kabu­lünün izah ve analizi olarak yine zihinsel konular ve birey­sel ahlak meşelerine dayanmaktadır: "Bu vesile dışında mazlumun hakkını alabilecek ve zalimin tecavüzünü önle­yebilecek olsaydım hilafet devesinin ipini boynuna dolar ve onu serbest bırakırdım." Bundan önce feryad etmektedir: "Hilafet benim elime geçtiyse insanların hakkını, kadınla­rın nikah senedine yazılmış bile olsa çıkaracak ve sahiple­rine iade edeceğim."

Nitekim toplumun liderliğini eline aldığında kafir ülke­leri fethetme ve müslüman olmayan toplulukları müslü-manlaştırma yerine müslüman toplumda sınıflara karşı mücadeleyi başlattı; eşitlik sağlama ve insanların hakkını iade etmeye yöneldi. Müslümanların her yandaki en iyi kuvvetlerini ve genç güçlerini çeşitli milletlere saldırı ve akınlar yapmak ve Maveraünnehir, Afrika, İspanya, Mısır ve Roma gibi uzak ülkelerde, ya cennete gitmeleri (!) ya da insanlann hayatım cehennem etmeleri için fetih savaşla­rıyla meşgul etmek; İslam'ın bayrağının doğu ve batıda dal-galandınldığı, çeşitli milletlerin mabedlerinin viran edile­rek mescide dönüştürüldüğü, halkın yüzbinlerce kadın ve kızının esir olarak alındığı ve pazarlarda satıldığı, Roma kilisesinin burcundan ezan sesinin yükseltildiği vs. yolunda halkı aldatmada kullanılan propaganda, güç ve servetin ortaya çıkarılmasıyla insanların zihninin iç meselelerden, zulümlerden, hak gasplarından, siyasal ayak oyunlarından, Ebuzerlerin sürgüne gönderilmesinde, Mervanların işbaşı­na gelmesinden, İslam'dan önce de iş başında bulunan aynı eşrafın tekrar işi ele almasından, İslam'ın değiştirilmesin­den, düşünsel-siyasal bir devrimden siyasal-askerî bir güç biçimine dönüşmesinden, Muhammed'in (SAV) evinin ha­rap edilmesinden, Fatıma'mn feryadının kesilmesinden, devrimin vefalı önderlerinin kenara çekilmesinden, takva sahibi ashab ve mücahidlerin yeni eşraf ve köle sahiplerine dönüşmesinden, yeni bir sınıfın ortaya çıkması ve zalim hükümetin, adalet ve halkın imametinin yerine canlandı­rılması; sınıflı düzenin ve halkın sömürülmesinin de ada­let, kardeşlik ve İslamlık yerine kurulmasından başka yön­lere çevirmek; içerideki faciaları bu türden dışarıda iftihar­lar yaratarak gizlemek; güç elde etme ve maddi yaşamda refaha kavuşma eğilimini, fethedilen ülkelerdeki eski mu­hacir ve ensar için binlerce siyasal, şer'î ve sosyal makam ortaya çıkararak, dünyanın her yerinden Medine'ye akan zekat, cizye, fey, enfal ve ganimet selini devrimci halk ara­sında dağıtarak, müslümanların devrimci ve inanca dayalı ruhunu Mısır, İran eşrafının saraylarında ve Rey, Roma, Mısır ve Şam'ın güzel kızları ve esirleri arasında öldürerek gidermek; risaletin iki köklü hedefi olan siyasal liderlik ve sınıfsal adaleti (imamet ve adalet) İslam'dan çıkarıp almak; çeşitli milletleri katledip yağmalayarak, para ve makama boğarak, güç yaratma, lezzete tapma ve İslam dışı görünüş­lere, Sasanî ve Kayzer uygarlığının düzen ve yaşantısını taklid etmeye yönelerek seçkinleri razı etmek; zihinsel ko­nuları sözkonusu ederek, ibadetle ilgili törenleri, hac ve na­mazın görkemini büyüterek, dinin zahiri şiarlarını öne çı­kararak, muhteşem mescidler yaparak, sufıce zühdçülük ve dünyadan yüz çevirme ruhunu yaygınlaştırıp ahiret ve he­yecan arzusunu, ölümün ilk gecesinden, ahiret azabından ve bireysel günahlardan aşırı derecede korkmayı ortaya çı­kararak halk kitlesini kendisiyle meşgul etmek yerine, Ali yirmibeş yıl boyunca evinin bir köşesinde bütün bu aldat­malara ve saptırmalara şahid olmuş ve bu askeri övünme­lerin altında, bu hamasi fetihlerin arkasında ve bir 'güc'e dönüşmüş olan bu İslam'ın pençesinde iki büyük doğrunun gömülü bulunduğunu, bunların da İslam ve halk olduğunu görmüş bulunan Ali, ilk adımda 'kendi görüşü'nü göster­miş, beytulmah dağıtmış ve İslam hükümet mekanizması­nın görevlilerinin, beytulmalın kendi ellerinden halka geç­tiğini anlamaları için lambayı söndürmüştür. Daha sonra ilk iş olarak, arpalık makamlarını soylu sınıfa veren veya politik oyunlarla ele geçirmiş olan bozguncuları azletmiştir. Hem Kureyş'in en güçlü kabilesinin en büyük reisi, hem de İslam'da büyük bir fatih ve güçlü mekan sahibi olan Mua-viye'yi herkesin içinde görevinden almış, ardından da müs-lüman zalimlerin, sömürgecilerin ve hakkı öldürenlerin İs­lam adına halktan yedikleri tüm hakları boğazlarından, hatta karılarının nikah senedinden çıkarıp almaya ve İs­lam'ın, müslüman olmayanları müslümanlaştırmadan önce duyarlılık gösterdiği; soyluların, Kabe'nin perde görevlileri­nin, güç peşinde koşanların, egemen sınıfların ve halk kar­şıtlarının mü'min olmasından önce 'halk için adaleti ayakta tutma' konusunda duyarlılık taşıdığı bir rejimi başlatmaya yönelmiştir.

Sıffin, İslam'ın İslam'a karşı savaşıdır! 'Müslümanlar' ile 'kâsıtlar'ın savaşı. Sıffin'de Ali her devrimden sonra onun gasıp varisi olan. ve yeni bir maskeyle halkın sürekli ezilmişliğini sürdüren egemen bir sınıfa karşı savaşıyordu. Ali Sıffin'de, adaleti çıkarılıp alınmış olan İslam'a karşı sa­vaşıyordu; adaleti ona geri getirmek için savaşıyordu.[63]

 

Dünya ve Ahiretin Birliği

 

Geçimlik ve. ahiret (maddi ve manevi yaşam) tüm ahlak, irfan ve felsefe okullarında hep birbirine zıd kabul edilmiş­tir. Ekonomik konuların peşinde giden ve maddi sorunlar­da boğulan kişinin ya manevi duygusu yoktur ya da bu duygu onda zayıftır. Dünyayı, ekonomik ve maddi sorunları reddeden, tepeden tırnağa maneviyatta boğulan kimsenin de ahireti vardır. Fakir, mahrum ve düşkün her şahıs ve milletin ahireti garanti değildir; mutlu ve tok her şahsın, ileri, uygar her toplumun ahiret ise mahvolmuş durumda­dır. Şu halde ahiret, gayretsiz, kabiliyetsiz ve dilencilere aittir; oysa Tevhidden çıkan ilkeye göre bu ikisi arasında çelişki olmaması bir yana, geçimlik ve ahiret, dünya ve öte­ki yaşam ahenk içerisinde ve birbirinin sebep-sonucudur. Nitekim "Dünya, ahiretin kazanıldığı alandır." belirlemesi, dünya ve ahiret arasındaki birliği göstermektedir. Birbiriy­le çelişkisi bulunan dünya ve ahiret, dünyası karamsarlık üzerine kurulu bulunan kişinin ahiretinin daha da karam­sar olacağını göstermektedir. Cennetin, onun dünyadaki zayıflık ve düşkünlüğü telafi edecek bir yer olduğu sanıl-mamalıdır. Burada çalışıp da elde edemediğini o dünyada alacağı düşünülmemelidir. Burada kör olan kimse orada kördür; burada maddi yaşamı olmayanın manevi bir yaşa­mı ve ilahi bir yazgısı da olmayacaktır. Dünya ve ahiret, birbirinin sebep ve sonucudur. Cennet, tohumu bu dünyada atılan bir bahçedir.

Bu, Tevhidin dünya görüşüdür; onda ruh ve madde; dünya ve ahiret; mana ve tabiat; Allah, tabiat ve insan bir­dir ve ahenk içindedir; bir yöne, bir ruha, bir akla, bir ira­deye, bir hedefe, sebep-sonuç düzenine ve ilişkisine sahip­tir. Ama Kur'an, bu tek dünya, tek varlık ve herşeye hakim genel birliği bölümlere ayırır; hatta iki ülkeye, iki kutba bö­ler: Bir dünya ve bir ahiret; fakat bu bizim sandığımız gibi bir bölümleme değildir.

Tevhidi dünya görüşüne göre varlık, görünen ve görün­meyen (gayb ve şehadet) şeklindeki ikiye ayrılır. Gayb, his­sedilmeyen herşey veya şu anda bizim için görünür ve his­sedilir olmayan ya da asla duyumsanamayacak ve hep gö­rünmez kalacak olan anlamınadır. Şehadet ise gözlenebilen ve duyumsanabilen şeylerdir. Öyleyse evren gayb ve şeha­det şeklinde bölümlenir; yani duyumsanan ve duyumsan-mayan. Acaba bu bölümleme yine evrende bir dualizmi, iki­ciliği egemen mi kılmaktadır? Acaba evrenin böyle iki kut­ba bölümlenmesi Tevhide aykırı ve onu bozucu değil midir? Niçin? Evren, dünya ve ahirete, doğa ve doğaötesine, mad­de ve manaya, ruh ve cisme ayrılmaz. Tüm varlık, bir birli­ğe ve uyuma sahiptir ve bir tek bedendir. Ama Kur'an'ın dünya görüşünde bütün olgular, gayb olguları ve şehadet olguları olarak ikiye ayrılırlar. Acaba bu bölümleme yine, evrende egemen olan Tevhid düzenindeki birliğe aykırı de­ğil midir? Sözünü ettiğimiz şehadet ve gayb bölümlemesi, bunların Özü itibariyle midir, yoksa insan olan benle ilişki­leri itibariyle mi?

Bu bölümlemenin görelilik yönü vardır, özle ilgili bir ya­nı değil. Yani gaybın şehadet türünden olmadığı söylene­mez; yahut aslında bunların iki tür, iki öz oldukları ve bir­birleriyle çelişki arzettiklerinden bahsedilemez. Söylenebi­lecek olan şudur: Evren, seninle ilişkili olarak gayba (senin açından) ve şehadete (senin gözleminle) ayrılır. Nitekim şu anda Tahran uzak ve yakın noktalara ayrılır. Ama bu bö­lümleme, yani Tecriş meydanının bize yakın, Tophane mey­danının ise uzak olması, Tahran'm bir kategori olarak Top­hane, bir başka kategori ve tür olarak da Tecriş meydanına bölümlenmesi mi demektir. Yoksa bu ikisi bir olup burada duran ve bana oranları ve görelikleri ilişkisiyle mi bölüm-lenmektedir? Dolayısıyla şu anda gayb olan şey bir aracı ile (bilginin gelişmesi, ilham, vahiy, felsefe, bilincin gelişmesi veya herşey) yarın benim için duyumsanır olursa (Öz ve tü­rü farklılaşmaksızın) şehadet olabilir.

Şu halde evrenin gayb ve şehadet olarak iki kategoriye ayrılması evrenden haberdar olan ve onu gören insan teme­linde göreli bir bölümlemedir; gördüğün olgular da vardır, görmediğin olgular da. Nitekim fizik bilim de bu bölümle­meyi yapmaktadır. Kimi fiziksel olgular duyumsanmaz, ki­mileri de duyumsanır. Amipleri görmüyoruz, ama iri hay­vanları görüyoruz.

Bu, olgular ve onların doğayla bilimsel ilişkisini bölüm-lediğimiz işaretidir. Öyleyse tek kelimeyle, kavramla ko­nuşmak istersek evrenin gayb ve şehadete ayrılması, sosyo­lojik tanımanın veya metodolojinin ya da epistemolojinin konusudur, kozmolojinin değil. Yine evrendeki gayb ve şe-hadetin bölümlemesinde gayb, bilinmeyecek olan ve Allah'tan başkasının bilemeyeceği gayb ve bilinebilecek olan, ama bilmediğimiz gayb olarak ikiye ayrılır. Burada Tevhid derinlik kazanır ve zirveye ulaşır, Kur'an'ın kavram ve di­liyle söylersek, tüm olgular ve tanıdığımız bütün şeyler iki olguya ve iki gerçeği ayrılırlar.

Dünya ve ahiret konusu, dinimizde yeni antropoloji ve günümüz ahlakında 'fayda' ve 'değer' arasındaki çatışma konusundan bir ifadedir. Genelin zihninde bulunanın tersi­ne, 'dünya' ve 'ahiret' adı altında özel ve belirgin bir coğrafi mekan değildir. 'Dünya' bir sıfattır; 'ahiret' ise bir aşama, görüş kavrayış ve anlayış türüdür. Yani şu şey, benimle olan özel ilişki türünde dünyevi bir olgu olur; tersi ilişkide ise uhrevi bir olgu. Hz. Ali'nin, Asım bir Ziyad Harisi'ye tavsiyesi bu konuyu göstermektedir: "Eğer bu büyük evi ve bu serveti (-ki yüzde yüz maddidir) halka hizmet yolunda ve büyük bir işi gerçekleştennek için sarfedersen uhrevi bir olgu olur; onu kişisel çıkarlarının ve özel yaşamının hizme­tine verirsen zulüm, günah, sapma ve dünyacılığa sürükle­nirsin, bu da dünyevi bir olgudur." Oysa zihnimizde soyut, zihinsel ve gaybi olan ölümden sonrası ve maddi doğanın Ötesi ile ilgilidir ve uhrevi bir duyumsamadır; doğal, maddi ve duyumsanır olan ise dünyevidir. Ama doğal bir doğaöte-si konusu; soyut, maddi ve nesnel, duyumsanan ve gerçek (objektif) olan olgudan bahistir. Zihinsel, ruhani ve ideal olan olgu olan bir konu, dünya ve ahiret ise başka bir konu­dur; zannedildiği gibi bunlar birbirinin eş anlamlısı değil­dir.

Para, ekmek, servet vs. maddeseldir, doğaldır, bu dün­yaya aittir; ama benimle bir ilişki türünde uhrevi olur, di­ğer bir türde dünyevi. Nitekim dini bir davranış, zihinsel bir olgu ve doğa ötesi bir iman bazen dünyevi olabilir; yüz-

deyüz ekonomik maddesel ve bedene, süslenmeye ve serve­te ait olgular, teknik ve maddi imkanlar da uhrevi. Ama bu çelişki, hepimizin dini zihninde mevcut bulunan böyle bir metafizik görüşle çözümlenmez.[64]

 

Kuranda Ekmeğin Yüceltilmesi

 

İslam fakirliği mahkum eder, ekmek ve serveti de yücel­tir. Kur'an'da "Allah üstün kılmıştır." ifadesinin geçtiği her yerde kastedilen maddi servettir, iman ve ilim değil. Kur'an ve hadiste maddi servet anlamına olan 'ma'ruf, 'hayr' ve 'Allah'ın fazlı' ifadeleri, Kur'an'ın maddi ve doğal yaşama, maddi ve duyumsanan doğaya ne kadar önem ver­diğini göstermektedir; öyle ki, Allah'ın Kur'an'da ettiği ye­minlerin çoğu maddi, duyumsanan ve doğal eşya ve olgula­radır. Kur'an surelerinin çoğunun adı da insanlığın bu maddi, nesnel, sosyal ve gerçek olgularından alınmıştır.[65]

Kur'an, servet ve parayı 'hayr' olarak adlandırır. Bu, 'servet'e yönelik en büyük övgüdür. 'Mal sevgisini kuşku­suz severim." İslam Peygamberi'nin sözüdür bu. Mal sevgi­si, mal yığmaktan ve bireysel, tekelci mülkiyet (Romalı bi­çimiyle) Roma hukukunda vardı, İslam'da değil. Bu, herke­se ait mülkiyete, herkese ait servete ve tüm halkın taşıya­cağı mal sevgisine aykırıdır. Ama Profdhon'un ifadesine gö­re bireysel mülkiyetin herkes için olması imkan dışıdır. Çünkü mülkiyete aykırıdır. Eğer mülkiyet kutsalsa herkes için kutsal olmalıdır.

Kur'an'da 'ma'ruf servet anlamınadır; 'Allah'ın fazlı' da her geçtiği yerde maddi servet anlamına kullanılmıştır. Ali şöyle der: "Fakirlik benim övüncümdür." Oysa açlık ve fa­kirlik içinde olan, irfani dindir. (Ama Peygamberin övün­düğü fakirlik, yetkili kişinin devrimci takvasıdır, ekmek bulamayan toplumun sosyal hastalığı olarak değil.) Bu iki­si birbirine aykırı olmak bir yana, birbirinin zıddıdır da. Yani bu toplumun yetkilisi olan ve halk yolunda çalışan ben aç ve fakir kalır, toplumun malını işkembemi doldur­mak için toplamaz ve fakirlikle iftihar ederim. Çünkü top­lumun yetkilisi ve lideriyim. Ama yoksul ve aç bir toplu­mun, yiyecek ekmek bulamayan halkın bir üyesi olan be­nim fakirlikle iftihar etmem utançtır.

Rehberleri, yetkilileri ve memurları fakir olan bir top­lum varlıklı ve servet sahibi bir toplumdur. Fakir toplum ise, sermayedar ve servet sahibi rehber ve yetkilileri, hiçbir şeyi olmayan fakir bir halkı bulunan toplumdur. Öyleyse Peygamber'in 'fakirlik'ten kasdı, sosyal sorumluluk sahibi insanın takvasıdır, genel bir açlık durumu değil. Bu neden­le irfani açlık, İslami açlıktan başka bir şeydir. İrfani açlık, insanı çok sayıda zorluklara (toplumu yolunda) dayanabil­mek için hazırlayan irade eğitimidir. (Boşuna oruçlar değil. Birçok kişi dinsizidir, ama sosyal sorumluluk taşır, iş için seçkin insan olabilmek üzere kendilerine oruçlar yükler­ler). Ali'nin taraftar olduğu takva, Mekke ve Medine'nin çevresindeki dağlarda oturan adamın takvası değil; Medi­ne'nin çevresindeki taşlıklarda elleriyle su yolu açan, hur­malıklarda bir işçi gibi çalışan, fakir, hanımı ve oğullarıyla bu durum üzere yaşayan, yine de Medine'de elleriyle birkaç hurmalık ve su yolu meydana getiren adamın takvasıdır. Vasiyetine bakın; elleriyle hazırladığı bahçe ve hurmalıkla­rın tamamını nasıl Medine fakirlerine bağışlamış, böylece de İslami takvanın ne anlama geldiğini göstermiştir.[66]

 

Kıst ve Adalet

 

Kur'an ve hadislerde iki kelime vardır; biri 'kist1, diğeri de 'adalet'tir. 'Kist' 'zulüm'ün karşıtı, 'adalet' ise 'zorbahk'ın karşıtıdır. Her iki kelime de pratikte eşanlamlı olarak kul­lanılır: Zulüm ve zorbalık, kist ve adalet; oysa konu olduk­ça hassas ve derinliklidir. 'Kist', smıf sosyolojisi bakımın­dan sonsuz derecede hassastır ve inancıma göre herşeydir, yani herşeyin altyapısı.

'Adalet1, bir toplumun birey ve grupları arasındaki birey­sel ve grupsal tanınmışlığı bulunan hukuk temelinde sosyal ilişkilerin yasal biçiminden ibarettir. 'Kist' ise herkes veya her grubun, toplumda üstlendiği rol karşılığında mad-di-manevi bağışlar ve sosyal imkanlar toplamından aldığı gerçekçi paydır. Yani ben seni yirmi Tümen günlükle çalış­tırıp günün sonunda kararlaştırılan ücreti ödediysem hak­kını vermiş ve adaleti gerçekleştirmişim demektir. Ücretin­den beş Tümen kesersem zulmetmiş olurum, adalet de ger­çekleşmez. Eğer mahkemeye başvurur ve beş Tümen'inin geri alırsan adalet icra edilmiş ve mesele çözümlenmiş de­mektir. İşçi de işinden veya iş saatinden çalarsa iş sahibine zulmetmiştir ve o, işçiye adaleti icra eden kuruma (mahke­me veya savcılık) şikayet edebilir. Adaleti uygulayacak olan kimdir. Bir toplumun adliyesi ve yargı gücü. Eğer ceza yasalarımız, insani ve doğru bir hukukumuz, cesaretli ve şerefli yargıçlarımız olursa kimse kimseye zulmedemez ve adalet uygulanır. Herkes servet, hukuk, imkan ve çıkarla­rının koruyucusu olur ve hiçbir güç bunlara tecavüzde bu­lunamaz.

Bir iş için örneğin yirmi Tümen kararlaştırsak ve ücretli de, dayak yese ve hakaret işitse bile bunu kötü karşılamak-sızm tam bir kabulle işini tamamlasa ve ücretini de tam olarak alsa adalet uygulamış demektir; artık hiçbir hak ta­lep edemez. İşinin gerçek değerinin yirmi Tümen'den fazla olduğu, resmi ücret olduğu için mecburen kabul etmek zo­runda kaldığı şikayetiyle mahkeme başvursa yargıç şika­yetçiye kızar, işverene değil, çünkü adalet resmi hukuka, kabul edilmiş ve belirlenmiş yasaya göre uygulanır. 'Kist' ise başka bir konudur. 'Kist' şöyle der: Doğru, sekiz saatlik çalışma karşılığında kararlaştırılmış yirmi Tümen'i ve söz­leşmedeki meblağın tamamını ödemişsin; ülkede bir işçinin resmi ve yasal ücretinin yirmi Tümen olduğu da doğrudur, ama onun payı bu değildir. İşinin 'fiat'ı yirmi Tümendir, ama 'değer'i elli Tümen'dir. Yasal hakkını ödemişsin, ama 'gerçek hak'kım yemişsin. İşçinin çalışmasının resmi ücreti yirmi Tümen'dir, ama onun gerçek değeri elli tümendir. Adaleti uygulamış ve ücretini tam olarak ödemişsin; yasal bir hakkın geri alınması sözkonusu değildir. Sana itiraz ve mahkemeye şikayet hakkı yoktur. Ama işçinin 'pay'ından otuz Tümen'i ne yaptın? Bunu soran 'kıst'tır. Adalet sessiz ve mutlu olduğunda kıstın itiraz ettiğini ve öfkeli olduğunu görüyoruz. 'Kist', 'pay' anlamındadır. Kararlaştırılmış yir­mi Tümen'i ödemekle adalet uygulanmış kabul edilebilir ama 'kıstın cevabı verilemez.

Bu nedenle 'adalet', herkesin ittifak ettiği konulmuş hu­kuk temelinde 'zorbalık'ın karşısındadır. Ama 'kist', bir bi­reyin toplumda sahip olduğu pay temelinde ekonomik alt­yapıdır. Dolayısıyla (geçerli anlayışa göre) adalet bir üstya­pı konusu kist ise altyapı konusudur. Adalet, bireyler ara­sındaki konulmuş yasalar temelindeki ilişkide; kist ise mülkiyetin ve ekonomik-sınıfsal düzenin aslında sözkonu-sudur.

Nitekim örneğin İngiltere'de (sağlam ve doğru bir yargı sistemi, bağımsız ve adil bir yargısı vardır) adaletin yüksek oranda uygulandığı, filan geri kalmış ülkede ise (ki birisi­nin şapkasını alsalar, bunu söylemeye cesaret edemez çün­kü paltosunun da alınmasından korkar) adaletin olmadığı söylenebilir.

İngiltere'de adalet vardır, o geri kalmış ülkede ise yok­tur ama her ikisi de bir şeyde ortaktırlar; bu, ikisinde de 'kıstın bulunmamasıdır. Çünkü 'kıstın yargı ve adalet sis­temi ile bağı yoktur; mülkiyet düzeni ve ekonomik altyapı­ya aittir. Sözkonusu her iki ülkenin de sınıfsal düzeni ve bireysel mülkiyet rejimi vardır. Bu düzende, egemen sınıfa mensup, soylu ve lordlar, prensler ile akraba bir aileden ge­len bir birey kendiliğinden doğan hakla toplumdan daha fazla 'pay' alır; bu da bir başkasının bu makamda bulunma­ması nedeniyle gerçek hakkından daha az pay alacağını is­pat eder. Çünkü ürettiğinden fazla kâr sağlayan kişi, bu fazla miktarı bir başkasının payından almış demektir. Rus-sel'in ifadesiyle "Sayın lord! Bu kadar serveti ve varlığı elde etmek için doğma sıkıntısından başka ne zahmet çektiniz?"

'Kıstı ayakta tutma' (Kur'an'da tekrar tekrar sözkonusu edilmiştir) hem Allah'ın işi, hem peygamberlerinin risaleti, hem de imamın ve İslam ümmetinin esas misyonudur.

Adalet, herkese toplumda yasal hakkına uygun olarak ödemede bulunulması; kist ise herkese gerçek payına uy­gun olarak toplumun ödeme yapması gereğidir. Adaletle birlikte kist bulunmaması mümkündür. (Adalet, altyapısız olarak yalancı ve geçici ve bireylere bağlı da bulunabilir) Ama 'kist varolmadığında adalet olamaz. Nitekim altyapı hak temelinde olduğunda üstyapı kendiliğinden sağlam olur. Bu anlamda adaletin Avrupa dilindeki karşılığı 'jus-tesse'dir; 'kıstın ise bu derinlik, hassaslık ve dopdolu anla­mıyla bir kavram karşılığı yoktur. Belki açıklama gereği ile birlikte ve biraz da anlamı geniş tutma şartıyla 'Egalite' 'eşitlik' anlamında kıstı karşılayabilir ama burada ifade edilen eşitlik, toplumun tüm bireylerinin eşitliği değildir (bu hem imkansızdır, hem de insafsızlık); toplumun, top­lumda yapılan işe karşılık ödeyeceği hakkın eşitliğidir; her­kesin yasal hakkının (ücret) gerçek hakkıyla (pay) eşitliği­dir.

Adalete sahip olabilmek için yargıda reform yapmak ge­rekir; kist içinse ekonomik altyapıyı değiştirmelidir. Kısıt ancak mülkiyet düzeninde sosyal bir devrimle mümkündür. 'Kist'in aslı, marksistlerin sosyolojide bulunduğunu ve sosyalizmin savunucusu olduğunu zannettikleri şeydir. Ya­hut 'kıst'm, yerleştirilebilmesi için insanlık toplumunda ve evrensel zeminde ilahi irade, bütün büyük peygamberlerin risaleti, imamet görevi, hatta ümmetin sorumluluğunun gerekeceği düzeyde köklü dini bir temeli bulunduğunu gö­rüyoruz. Tercüme olmuş aydınlarımız onu materyalizme ait ve Allah'ı dini reddederek ve dini tüm inançlan terkede-rek düşmektedirler! Onlar da dindarlar gibi, dini bugün dindarların zihninde bulunan şekilde zannetmekte, esasen bu zeminde düşünmemektedirler, hatta din üzerinde dü­şünmemekte ve dini, yaşam ve ölüm tarafına aktarmakta­dırlar. Adalet, kist ve imamet gibi konuları da öylesine me­tafizik bir hale getirmişlerdir ki bir derde deva olamamak­tadır.[67]

 

Şirk Sorunu ve Çeşitleri

 

Şirk dinsizlik değil, bir dindir; hep çeşitli unvan ve la­kaplarla resmi olarak insanlık toplumlarına egemen olmuş bir dindir.

Şirk, birkaç tanrılılıktan (iki tanrı, sonsuz sayıda ilah) ibarettir. Bu tanrıların birkaç put, birkaç rab türü, birkaç ruh veya birkaç doğaötesi güç olması mümkündür.

Dinin birkaç tane olan tanrıları, mevcut durumu din adı altında izah edebilmek için birkaç sınıflı ve birkaç toplu-luklu toplumlar üretirler. Dolayısıyla şirk, çeşitli birkaç sı­nıfa dayanan toplum görüşünün açıklanabilir, doğal, Önce-siz, değişmez, sonsuz ve kutsal olarak yansıması için birkaç tanrıya ve birkaç değişik güce dayanan dünya görüşünden ibarettir.

Her bir tanrı, bir ırkın temsilcisi olmuştur. Nitekim 'Ze-us', 'Yahova', 'BaT ve 'Vişnu' gibi tanrılardan her biri bir ır­kın asilliğin sembolüdür ve her ırk da diğer bir ırkın karşı­tıdır.

Tanrılar birbirleriyle savaşırlar ve izleyenleri de (ki ırk­lardır) birbirleriyle çatışma halindedirler. Böylece ırksal çe­lişki açıklanabilir olmaktadır.

O halde tanrısal şirk ırksal şirki açıklayabilmek için yontulmuş bir dindir.

Dünyada her tanrı bir ırkın sembolüdür; millet içinde her tanrı bir ailenin temsilcisidir; toplumda her tanrı bir sı­nıfın sembolüdür. Böylece ırksal, ailesel ve sınıfsal asıllık-lar korunmuş, ırklar ve sınıfa geçmeye yol bulamamış ve tecavüz edememiş olmaktadır.

Tanrılar Öncesiz ve sonsuz oldukları için ırkların, ailele­rin ve sınıfların anlaşmazlığı da öncesiz ve sonrasızdır; böylece hiçbir sınıf değiştirme ve diğer sınıfın yokolması düşüncesine kapılamayacaktır.

Bundan dolayı, sosyal şirk tanrısal şirkin yansımasıdır. Dolayısıyla şirk, birkaç tanrılı bir dindir ve birkaç ırkh, bir­kaç sınıflı ve birkaç aileli düzeni izah edebilmek, bütün bunları kutsallaştırıp dinseli eşti rebi İm ek içindir. Çünkü kutsal ve dinsel olunca ne eleştirilebilir ve itiraz edilebilir, ne de değiştirilmesi düşünülebilir.

Bu şirk tarih boyunca egemen sınıfın elindeki araç ol­muş ve bu yolla milletlerin ve kabilelerin sınıfsal, ırksal ve ailesel çelişkisi hep halkın aleyhine olarak kullanılmıştır.

Şirk bazen açık ve alenidir; müşrik resmen birkaç tanrı­ya (birkaç puta) inanır. Dinindeki çok sayıda tanrı belirgin­dir. Bu şirkle mücadele kolaydır, nitekim Peygamber (SAV) onunla mücadele etti ve zafere ulaştı.

Diğer şirk ise 'kronik'tir ve Tevhid elbisesi altında dinsel şirk gibi davranır. Bu şirkle mücadele oldukça güçtür.

Tevhid dinleri ne zaman işe başlayıp zafer kazansalar, bir nesil sonra dinin resmi yetkilileri, resmi tebliğciler adı altında bir sınıf gücü ele geçirirler.

Bunlar ya egemen sınıfa bağımlı ya da bizzat kendileri egemen olarak, dinin yetkilileri ve inananları ve o dinin ki­lise ve tapınaklarının yöneticileri adı altında sosyal şirki Tevhid örtüsü altında ve Tevhid tapınaklarında uygulamış ve sürdürmüşlerdir. İslam, Hristiyan ve Yahudi tarihinde görülen 'kronik' şirk, aşikar şirk dininden çok daha derin ve güçlüdür.

Musa, Tevhidle firavunun şirkine karşı savaşmaya gi­der, ama sonra Onun yerine geçenler, Musa'nın dininin di-nadamları, sosyal şirki ve firavun düzeninin Musa'nın Tev­hid örtüsü altında yenilerler ve Yehova (ki tek tanrıdır) fi­ravunun tanrılarının rolünü üstlenir.

Mesih gelir ve dinin mabedini, din satan dükkan açmış olan ve kutsal dini eşyalar satan tüccarların elinden kurta­rır. O, Tevhid şiarını batıda ilkkez ilan eden ve dünyayı (özellikle de Roma ve Yunan dünyasını) Tevhidle tanıştırır. Ama sonra varisleri egemen sınıfın üçboyutluluğunu izah edebilmek için O'nun kitap ve mesajları içinden üç tanrı çı­karırlar.

Zerdüştlüğün mabedleri, dinadamları tek tanrı olan Ahuramazda'yı üç ateşe dönüştürürler: Şehzadelerin Ahu-ramazda ateşi, dinadamlarım Ahuramazda ateşi, çiftçilerin Ahuramazda ateşi.[68]

 

Tevhid

 

Tevhid, tek kelimeyle, insan zihninde varlığa birlik ba­ğışlayan, seviye zincirinin çelişik tüm kutuplarını dünyada yıkan ve kıran, bunun yerine tek tanrı, tek varlık imparatoru, tek hedef tek irade ve tek ruh koyan dünya görüşü­dür.

"Hareket ve güç ancak Allah ile vardır." Bugün bir zikir haline gelmiş, dünse Allah'tan başka herşeyi ve herkesi yok sayan oldukça anlamlı bir söz ve devrimci bir şiardır.

İlkel dinlerdeki inanca göre bazı doğal şeylerde 'mâna1 (Bağımsız güç) vardır; sözkonusu güç bazı kötü ruhlarda, yıldızlarda, bazı yiyeceklerde, bazı hayvanlarda vs. vardır ve insanın yazgısı ve yaşamı üzerinde etkilidir. "Hareket ve güç ancak Allah ile vardır." ifadesi bütün bu bedevi düşün­celeri (ki yıldızlarda, eşyada, şahıslarda, büyük ve küçük şahsiyetlerde, yiyeceklerde, giysilerde, renklerde ve sesler­de 'mâna' adında ki sözkonusu güç vardır ve insanın yaşa­mı üzerinde -olumlu veya olumsuz- etkilidir) reddetmekte­dir.

Ama bugün "Hareket ve güç ancak Allah ile vardır." di­yen birisi, yazgısı üzerinde etkili dininin büyük şahsiyetle-rindeki 'manaya inanmakla kalmamakta, şulezerd tatlısın­da bile bu gücün -mana- bulunduğuna inanmaktadır! Oysa Tevhid, insana, tek tip evren, tek tip tarih ve tek tip insan tanıtmakta; evrenin birliğini tarih ve insanın birliğini, in­san ve evrenin birliğini Tevhid altyapısı üzerine kurmakta­dır.

Tarih boyunca, şirk dinin aldatma ve sahtekarlıklarının kurbanı olmuş ve hep ırkların, sınıfların ve ailelerin eşitli­ğini gerçekleştirmek için savaşmış olanlar halkı oluşturan kitledir. İşte bu kitle, sınıfsal, ailesel ve ırksal şirkten hep eziyet çekmiş, kan vermiş, gücü tükenmiş ve yokolmaya uzanmıştır. Tarih boyunca egemen sınıfın şirki yaydığı oranda kitle de bunun karşısında Tevhid aracılığıyla diren­miş ve daima Tevhidin yerleşmesi arzusunu taşımıştır; hem evrene hakim büyük gerçek, hem de insanlığın birliği düzeninin gerçekleşebileceği temel olan düşünsel ve inanca dayalı altyapı olarak, Tevhid, çok büyük bir şeydir.

'Tevhid şiarı', yalnızca oturulup, Allah'ın hangi delile gö­re olduğu, hangi delile göre de olmadığının, ya da bir sınıf­ta iki öğretmen ve bir ülkede iki padişah olursa şöyle şöyle olacağının konuşulacağı kelami ve felsefî bir konu değildir. Bu çıkarımın doğru olnladığmı söylemek istemiyorum, kal­dı ki çok doğrudur. Ben yeterli olmadığını ve ulemanın ken­di arasındaki bir çıkanm olduğunu söylemek istiyorum. Bi­lal, felsefî çıkarımda bulunacağı ve birinin evrende çelişki bulunduğuna, bir başkasının da birlik olduğuna binlerce delil getirdiği bir toplulukta oturacağı bilgi seviyesinde de­ğildir.

İslam Peygamberi 'Allah'tan başka ilah yoktur' dediğin­de niçin köle pazarları sarsıntıya uğradı ve kölelerin fiatı düştü? Niçin köleler herkesten önce bu şiarda 'kurtuluş'un gizli olduğunu anladılar? Niçin Kur'an'ın ifadesiyle (Ku-reyş'in ağzından) 'insanların en aşağı olanları', 'ayak takı­mı', 'çıplak ayaklılar' Peygamberin peşinden gitiler ve Tev­hid şiarını yükselttiler. Niçin bunlar Tevhidi alimlerden, bilginlerden ve filozoflardan daha erken anladılar?

Bugün sözkonusu edilen Tevhid şiarı felsefedir. Onu an­lamak için kelam ve felsefe okumak zorundayız. Köleleri ve çıplak ayaklıları seferber eden Tevhidin ise; evrensel, tarih­sel ve sosyal bir yaşam yönü bulunmuş, sosyal adaletin ve tüm insanları eşitliğinin tarih boyunca gerçekleşmesi için şirke karşı olmuştur.[69]

 

Üçleme

 

Üçleme, sınıfsal bir şirk türüdür ve anlattığım gibi şir­kin sorunlarından biridir. Ama önemli olan, egemen sınıfın başka tek boyutlu olduğu, insanlık tarihi boyunca geliştiği ve üç boyuta dönüştüğüdür. Biri siyasal güç, diğeri dinsel güç, ötekisi de ekonomik güçtür.

Gelmiş olan her peygamber, dini güç aracılığıyla (diğer iki boyutun yani siyasal ve ekonomik boyutun yardımıyla) ezilmiştir.

Tevhid peygamberi zafere ulaştığında bunlar hemen onun izleyicileri arasına katılmış, sonra da o peygamberin yerine geçen kişiler olarak halka hükümet etmişlerdir.

Yahudi hahamları güçleri yettiğince İsa'ya karşı savaştı­lar, yetmediğinde ise İsa'nın keşişleri giysisine hüründüler. İsa'nın keşişleri İslam'la mücadelede yenildikten sonra res­mi güce bağlı dinadamlarına dönüştüler; Hüseyin aleyhin­de fetva verenler de işte bunlardı.

Bundan dolayı, başlangıçta Kabil olarak ortaya çıkan egemen tek sınıf sonraları gelişti ve üç yüzlü oldu: Siyasal, dinsel ve ekonomik yüz. Nitekim Kur'an'da çok güzel ve be­lirgin üç sembolle açıklanır; firavun siyasal yüz, Karun ekonomik yüz, Bel'am b. Baura da dinsel yüzdür. Her üçü de bir tek dokudur ve aynı kurumda çalışırlar: Biri zorbalık eder, diğeri sömürür, öteki de eşşekleştirir.

Hind, İran ve Çin'in Din önderleri Yunan'ın Din önderi ahlak ve maneviyat rehberleri istisnasız olarak baba ve an­ne tarafından bu üç boyuttan birine bağlıdırlar: Ya eşşek-leştirici babanın ya da sömürücü annenin oğludurlar. Biri" Karun oğludur, diğeri firavun oğlu veya her ikisi.

Lao Tsu, Konfüçyüs, Buda, Vedaî din önderleri, Zerdüşt, Mazdek, Mani, Sokrat, Eflatun, Aristo gibilerin hepsi üst sınıftır ve Kabilelerinin üst sınıfına mensuptur.

Bunların karşısında, İbrahimi peygamberler adını alan bir dizi peygamber vardır. Nitekim istisnasız olarak bun­lar, İslam Peygamberi'nin açıklamasına (şöyle buyurur: "Koyun çobanlığı yapmamış hiçbir peygamber yoktur." Pey­gamberden kasıt, kendi peygamber zinciridir, az önce say­dıklarımızı kabul etmemektedir.) ve tarihin gösterdiğine göre bunlar çobanlara mensupturlar ya da tarım devresin­de çobanlardan da aşağı olan sanatkarlardandırlar.

Bugün de tarım ve köy toplumlarında sanatkarlıkla uğ­raşanların, sosyal onur bakımından çiftçilerden daha aşağı olduklarından daha aşağı görüyoruz. Nitekim bir çiftçi, kı­zım asla nalbanta vermez -kendisinden daha da zengin olsa bile-, bir kunduracıya vermez. Araç yapımcıları ve sanat­karlar, feodalite ve tarım devresinde sosyal prestijleri dar­be yemiş özel bir sınıftır (çingeneler gibi). Bunun nedeni, sanatın eskiden bugünkünün tersine bir durumda bulun-masındandı.

İbrahimi peygamberler çoban veya sanatkar kesimine mensup ya da bu seviyedeki, yani mahrum sınıfın en mah­rum katmamından olan kesim ve topluluklardır.[70]

 

Ümmî

 

'Ümmî', mahrum sınıfın en mahrum kesimlerine men­sup anlamınadır. Kimilerinin 'ümmî'ye Ümmü'l-Kurâ'dan geldiğini zannedip 'Mekke'ye mensup' anlamı vermeleri ile gerçekten tuhaf bir tanıma ulaşılmıştır: "Peygamber Mek-ke'lidir" Başkaları da 'okuma-yazması olmaması' şeklinde anlam vermişlerdir. Elbetteki okuma-yazması olduğunu söylemek istemiyorum, hayır. Ama Allah'ın buyruğundaki "Gönderilmiş ümmi bir nebi" ifadesinde geçen 'ünımi' yüce bir niteliktir, şu demek değil: "Okur-yazar olmayan büyük elçimiz." Yine, okur-yazar olmamanın Peygamberin eksik­liği olduğunu söylemek istemiyorum, hayır. Bu fazilettir, ama yazmayı bilmediğinden bu kadar yüceliği bulunduğu­na dayanmak da doğru değildir. 'Ümmi', ümmettendir; yani o üç boyut karşısında (ki tarih boyunca Kabil'in varisleri­dirler ve siyasal, dinsel ve ekonomik gücü halka karşı elle­rinde tutmaktadırlar) halka mensuptur, mahrum sınıfa; Fi­ravun, Kuran ve Bel'am b. Baura aracılığıyla kurbanlık ha­le getirilmiş, yaralanmış, sömürülmüş ve kanı emilmiş sı­nıfa mensuptur.

Tarih boyunca onlar (İbrahimi olmayan Din önderleri) sınıfsal açıdan o üç boyuta mensupturlar; bunlarsa (İbrahi­mi peygamberler) bu mahrum sınıfa mensupturlar. Bunlar ümmete mensupturlar, ümmidirler. Pratikte okur-yazarlık ve bilim egemen sınıfın elinin altında bulunduğundan, yö­neticiler ve dinadamları okumuş kişiler olduklarından ve halk kitlesi okur-yazar olmadığından bu peygamberler, tıp­kı sınıfdaşları gibi, okur-yazarlık, araştırma, tahsil, medre­se ve üniversite nimetinden mahrum kalmışlardır.

Öyleyse İslam Peygamberi'nin ümmi olması, tarih bo­yunca toplumun bu sınfina mensup bulunması, çilekeş ve yaralı mahrum kutba mensupluğu anlamınadır.

Tarih boyunca toplum ve halk, diyalektik bir hakeket içinde 'dünyacılık' ve 'ahiretçilik' arasında sallanıp dur­maktadır.

Bir toplum ahiretçilik ve zühd ya da vehimler ve hurafe­ler tarafına gitmiştir; bir toplum da dünyacılık ve maddesel uygarlık tarafına. Din önderi ise toplumun, halkın eğitimi­nin tersine bir yön tutturmuşlardır. Örneğin, ahiretçi, za-hid, vehimperest ve Hind veya Çin hurafecisi bir toplumda, gelen din önderi terk yönde olmak üzere onları sosyal yaşam, bilime ve maddesel uygarlığa çağırmıştır.

Gördüğümüz gibi Lao Tsu, halkı ahiretçiliğe ve bireycili­ğe çağırmış; O'nun tersine Konfüçyüs, insanları toplumcu­luğa ve dünyacılığa yöneltmiştir.

Maddi yaşama, güç peşinde koşmaya, tüketim, maddi lüks ve şehvetçiliğe sürüklenmiş olan Roma (2300-2000 yıl önce) gibi dünyacı bir toplumu İsa, bu sosyal sapmaya kar­şı özellikle ahiretçiliğe, takvaya, zühde ve arınmaya çağır­dı. Sonra toplum, İsa'nın çağırdığı çizgide öylesine ileri gitti ki, ortaçağ ortaya çıktı. Ardından, rönesansta boy veren din veya mektep, ortaçağın tersine dünyacılığa, tüketim ve lüks yaşamına çağırdı. Nitekim bugün de aynı maddecilik sürmektedir.

Bundan dolayı, dinler ya ahiretçidirler ya da dünyacı; bu, dinin gelişme çevresi olan topluma bağlıdır. Eğer top­lum ahiretçi olursa din dünyaya çağırır; eğer dünyacı olur­sa ahirete çağırır. İslam, toplumun daima denge halinde korunabilmesi için dünyacı ve ahiretçi iki karşıt yönü top­luma sokan tek iki boyutlu dindir.[71]

 

Peygamberliğin Sona Ermesi

 

Bu konunun yanlış anlaşılanlardan biri olması nedeniy­le dikkatli dinlemenizi rica ediyorum.

Peygamberliğin sona ermesi (hatemiyyet), Tevhid mek­tebi, vahiy mektebi adında birleyici bir mektebin varolması anlamınadır. Bunlar, bir okul olan din mektebidir ve çeşitli sınıflardaki farklı öğretmenlerdir. İnsan adındaki öğrenciyi eğitmiş, üst sınıflara çıkarmış, son sınıfta ona doktorluk ve içtihad derecesini vermiş ve "Artık müctehidsin" demişler­dir.

Müctehidin anlamı, tüm ilimleri bilinendir. Hatta, şu anda bu mektepten ve mektebin öğretmenlerinden aldığın eğitim ve öğretim temelinde araştırmalarını sürdürübilece-ğin, bilimi geliştirebileceğin ve ilerletebileceğin anlamına gelmektedir.

Bu bakımdan, peygamberliğin sona ermesi, insanın va­hiy okulundan mezun olmasıdır; mezun olmak ise insanlı­ğın, peygamberliğin sona ermesinden sonra artık yeni bir vahye ihtiyacın kalmaması, doktora sınıfından sonra bir başka sınıf daha bulunmasına gerek görülmemesi anlamını taşır.

İnsanın artık dine ihtiyacı kalmadığım söylemek istemi­yorum. Şöyle diyorum: Artık yeni bir vahye ihtiyaç yoktur. Yani bu okulun eğitimi temelinde ve insanın öğrendikleri ile olabildiğince fazla tanışıklık sağlama sayesinde, bir baş­ka peygamber gelmeksizin ve elele tutup omuz omuza vere­rek önceki dinlerde ortaya çıkmamış yeni sorunlar yeni bir vahiyle çözmeksizin cevaplandırılabilir.

İnsan, yalnızca, son vahiyde gelmiş bulunanı öğrenerek, onunla davranışlarım düzenleyerek ve onda ictihad ederek adım atabilir ve yol alabilir. Nitekim insan, tıpkı benim fi­lan üniversiteden mezun olup şu anda (başka bir- sınıf ve bir başka ders notu aldıracak hocaya ihtiyaç duymaksızın) elde ettiğim eğitim temelinde araştırmalarda bulunabil­mem ve bunu sürdürebilmem gibi yeni bir vahiyden bağım­sız kalmıştır. Dolayısıyla peygamberliğin sona ermesi den­diğinde bunun anlamı, insanın gelişmesinin artık durduğu değildir. Yedinci yüzyılda (1300 yıl önce) insanın gelişmesi durmuş mudur? Hayır; gelişme hep vardır. Tıpkı üniversi­teden mezun olmuş ve şimdiye kadar da gelişmiş bulunan yeni bir hocam olmaksızın çalışma ve araştırmaları artmış olan benim gibi. Ama öğrenim gördüğüm bu okula acaba artık ihtiyacım kalmamış mıdır? Tam tersine; bugün de muhtacım, ama nasıl? Bu ihtiyaç, okumuş olduğum şeyleri gidip tekrar okumam şeklinde değildir; orada ders olarak verilenleri olabildiğince fazla anlama ve pratiğe dökmeye ihtiyacım vardır. Onların öğrettikleri temelinde, işlerinin tekniğine, metodlarına, bana ders olarak verdikleri görüşe, bana öğrettikleri bakışa ve beynime yerleştirdikleri düşün­ceye göre dünyayı görmeye, yaşamaya ve sorumluluğumu yerine getirmeye ihtiyacım vardır.

Bu, Peygamberliğin son bulmasının anlamıdır; böylece İslam'a, Kur'an'a, Kuranın özelliklerine, İslam Peygambe-ri'ne, imamete, kültürel, düşünsel ve ideolojik değer ve ro­lüne, sosyoloji açısından adaletin anlamına, imamet rejimi­nin diğer rejimlerle kıyaslanmasına, bekleme tarihinin de­terminizmine, ric'ata, çağımızda müslüman aydınların so­rumluluğuna vs. ulaşıyoruz.[72]

 

Kuranda Ekonomik Terimler

 

Ne yazık ki gençlerimiz, burjuvazi vs. karşıtı devrimci zühdün kavramlarını (telaffuzu yeni olduğu için), dünyada­ki ilericilerden ve devrimcilerden aldığımız yeni kavramlar olarak görüyorlar. Oysa dini değerlerin içindedir bunlar. Bir kimse Kur'an'ın tamamını bu yönden bir defa daha yü­zeysel olarak gözden geçirirse bu durum dikkatini çekecek; irfani, felsefi, lügat yönünden tefsir gerektirmediği ve çok sade olduğu görülecektir. Meallerde ayetlerin altında tercü­meleri de yazılıdır ve bu kadarı yeterlidir. Araştırma için başlık seçimi çok önemlidir. Bazı başlıklar insanın kaybol­masına yolaçarlar. Çünkü sonunda önümüze pek çok fiş ko­nur; öyle ki insan fişleri ve notları arasında kaybolur. Araş­tırma, kavramlar temelinde değil, yön temelinde olmalıdır. Bu şekilde bir milyon fiş de hazırlasamz yönünüzü kaybet­mezsiniz ve ne hazırladığınızı bilirsiniz. Daha sonra onları düzenler, sınıflandırır ve bölümlere ayırabilirsiniz; yazınız kaybolmaz ve Kur'an'ı bilen, ama hiçbir yönü bulunmayan bir ilim adamı haline gelmezsiniz. Bu iş İçin Kur'an'm başından sonuna kadar, ister birey isimlerinin geçtiği yerde ister bir topluluğun adının geçtiği yerde, ister bir kesimin adının geçtiği yerde, ister isme yer verilmemiş, tam tersine genel ve içerikle ilgili bir kavramla açıklanmış yerde olsun farketmez sınıf karşıtı yönü bulunan ve dünya karşıtı eğili­mi olan, yani mahrum ve mustazaf sınıfta yeralmış olup üst sınıfa itiraz ve eleştiri yönelten insanın dilinden anla­tılmış ayetleri toplayın. (Bu çok açıktır; ne lugata ihtiyaç vardır, ne felsefe bilmeye, ne de tarih bilgisine. Elbette ki ne kadar çok bilinirse o kadar iyidir ama felsefe, irfan, fikıh ve buna benzer konuları bilmeye bağlı değildir.) Kur'an'm bu kavimler ve onların sembollerinden nasıl sözettiği; bu kesimlere mensup olanlardan nasıl bahsettiği; bazen bütün bu toplulukları nasıl birkaç tarihsel şahısta (Firavun, Ka­run vs.), bazen de felsefî kavramlar ve edebî simgeler şek­linde (tıpkı tarihsel gerçekliği bulunmayan, ama düşünsel ve mutlak bir gerçek olan tağut gibi) sembolize ettiği; kimi zaman da tarihten hatırlatmalarda bulunduğu (o saraylar­da ne kadar yaşadılar, şöyle oldular, öyleydiler, filan ol­muşlardır vs.) ya da Rum ve diğer birçok surede tarihin güçlerini hatırlattığı (ki şu zamanın güçlerinden daha ba­yındır edici, daha sömürgeci Kur'an'm ifadesiyle- ve daha güçlüydüler; yeryüzünü hakimiyetleri altına almışlardı. Sonra ise ne olmuştur, nereye gitmişlerdir.) görülecek ve bu çok ilginç bir çalışma olacaktır; bu şekilde sona gelinir. Bu ayetler topluluğunu toplayalım ve sonra da söylediğimiz şekilde sınıflandıralım: Tarihle ilgili olan, özel şahıslar hakkında konuşan, genel bir ilke olarak sözkonusu edilen ('Kenz' ayeti gibi), isim zikretmeksizin işaretler taşıyan, ki­min hakkında olduğu bilinen ve simgesel kavramlar ve fel­sefi terimler şeklinde açıklanan ('tağut' gibi) yerlerin hepsi­ni o taraftan toplayalım ve bu işin aynısını onun bir başka yönünde yapalım: Mustaz'aflardan, halktan, mahrum kitle­lerden vs. bahseden yerlerin hepsini onların yanına dize­lim. Ardından Kur'an'm sınıfsal yönü ile ilgili grafik, mate­matik gibi tam olarak resmedilmiş olur. Bu biçimde artık bir müfessirin bir kelimeyi alıp onu hep minber konusu yapması, sonra da konuyu kaybetmesi gibi bir durum söz-konusu olmaz. Böylece birkaç tür grafik çizilmiş olabilecek­tir: Biri, her sûredeki küçük grafiklerdir. Bir diğeri, 'bismil-lah'ın b'sinden, "en-nas'ın 's'sine kadar nicel ve nitel ba­kımdan Kur'an'm genel bir grafiğini çizebilecek olmamız­dır. Örneğin nicel bakımdan, ayetlerin sayısına göre ve ay­nı şekilde, nüzul ve nüzul yılları bakımından bir grafî çize­biliriz. İnsanın konuyu kaybetmesi, bir ayet alıp konuyu dağıtacak biçimde işlemiş ve nihayet ne dediğini anlamaz hale gelmesidir. Bu artık çok açıktır. O zaman bu grafikte, birbirinin yanına dizdiğimiz ayetlerde takva, zühd, dünya, ahiret vs. kelimelerinin tekrarlandığını görürüz. Dolayısıy­la bireysel-ahlakî değerlerin ve irfani zühdün belirtisi ol­duklarını sandığımız kelimelerin sınıfsal yön konusunda anlam taşıdaklarını anlarız. Yani mal yığma ile mücadele edilen yerde takvadan sözedilmekte; firavunlar veya 'daha da güçlülerin ezildiği yerde zühdden bahsedilmekte; faiz yiyicilerden söz açıldığı ve onların Allah'a karşı savaşanlar olarak tanımlandığı yerde kanaat etme ve dünyadan yüz çevirme sözkonusu edilmektedir. Yani dünyadan yüz çevir­me sözkonusu edilmektedir. Yani dünyadan yüz çevirme, takva, zühd, kanaat dünyayı reddetme vs. zihinsel sufice bir anlamda değil, pratik devrimci-sosyal bir içerikte, sos­yal ve sınıfsal özel, belirgin bir yön izleme olarak sözkonu­su edilmekte ve bu yönde anlamlandırılın aktadırlar. Yine bugün bize armağan olarak sunulan kavramların, mezhe­bin, onlar olmaksızın ne Kur'an'ı, ne de Muhammed (SAV)'i anlayabileceğimiz temel ilkelerinin bir parçası olduğunu görüyoruz.

Tüm bunlar, İslam'ın özünün temel ilkeleridir. Eşşekleş-tirenler, bu devrimci kavramları içi boş, anlamsız, içeriksiz, yönsüz ve bireyin kendisi ile ilgili hale dönüştürmüşlerdir. Bunları o sosyal durumlarından çıkarabilmek için (böylece artık ortaya devrimci bir anlam, sosyal bir hareket ve so­rumluluk koyamayacaklardır) bir tür kendini sufice yetiş­tirme icat etmişlerdir. Toplumu, bu kelimeleri o şekilde an­layacak kadar ahmaklaştırmışiardır. Bu kavramları redde­den ve onlardan kaçan aydınları da ahmaklaştırmalardır. Çünkü aydın da aynı anlamda almıştır (ve bu kelimelerin aynı anlama geldiğine inanmıştır) ve bu nedenle de inkar etmektedir. Yani hem mü'min olan, hem de inkarcı kesim olan bir eşekleştirme komplosunun kurbanıdırlar. Bu, bü­yük bir felakettir. Bugün aydınımız bile şöyle demektedir: "Söyledikleriniz, ortaya attığınız yeni şeylerdir; bunları sosyoloji vs.den almış olmalısınız, İslam'da bu değerlendir­meler yoktur!" İslam'daki nedir? O, eşşekleştirmenin, dost­ları yardımıyla oluşturduğu İslam'ı asıl İslam olarak tanı­maktadır. 'Mollaizm'in oluşturduğu Cennet'e ve ahiret (ki insanda hiçbir sorumluluk doğurmaz) mü'min olan kitle de asıl İslam'ın yolundan sapmıştır, yani ahiret felsefesinin etkisini güçlerin yararına ortadan kaldırmıştır. Ahireti in­kar eden aydın da ahireti bu mü'minin anladığı kavrayan ve bu anlamı inkar eden kişidir. Onun da avamı çarpan ay­nı hastalığa yakalandığı anlaşılmaktadır. Doğrusu ahmak­ları ahmak yapan şey sayın aydını da bu hale getirmiştir. İmam-ı Zamanın (Mehdi'nin) karamsarlık ve dejenere et­keni olduğunu söyleyen aydın ile İmam-ı Zaman'ı bu deje­nere şekliyle anlayan ve ona inanan mü'min bir komplonun kurbanı değiller midir? Her ikisi de İmam-ı Zaman'ı aynı anlamda almışlardır; böyle mi? Nitekim en iyi ilerici aydı­nımızın, sözkonusu kavramları anlama ve düşünme bakı­mından, dini kavrama bakımından en aptal ve en ahmak sapkın kişiler safında yeraldığını görüyoruz. Bu nedenle, bir şeye inanmak veya onu inkar etmek farketmemekte ve bir derde deva olmamaktadır. Aydını düşünce karanlığın­dan ayıran, anlayış ve kavrayış tarzıdır. Ben İslam'ı böyle anlarsam ve başkası da Öyle anlarsa onun mürteci, benim de ilerici ve aydın olduğumuz anlaşılır. Yok eğer ikimiz de aynı şekilde anlıyor, ama o mü'min, bense inkarcıysam her ikimiz de anlayış ve bilinçte eşitiz, yalnızca iman ve inanç­ta farklıyız demektir. Dolayısıyla İslam'ın varolan İslam ol­duğunu söyleyen ve adını da aydın olarak lanse eden kişi, kafir bir avamdır; aptal bir kafir, tıpkı aptal mü'min gibi! Aptallıkta ortaktırlar, sadece küfür ve iman konumları farklıdır. Bir kimse Nehcu'l Belâğa'daki zühdün hangi sos­yal role sahip olduğunu anlamıyorsa mü'min olmaması bir yana, sosyolog da değildir, tarihçi de değildir, tarih felsefesi de bilmiyordur. Bir şeyi reddettiğimiz ölçüde sorunlar çö­zümlenmez. Çünkü bir aptal da herşeyi reddedebilir. Bu­gün şu minberlerimiz de tek kalemde Buda'da reddetmiyor mu: "Bunlar ineğin sidiğini üzerlerine sürüyor ve ateşe ta­pıyorlar!" Bu reddetmenin ne değeri vardır? Öbürü de İs­lam'ı işte böyle (hatta bundan daha komik şekilde) reddet­mektedir. Bu reddetmenin bir değeri yoktur. Tanımanın değeri vardır ve aydını aydın olmayandan ayırır. Hatta kişi materyalist bile olsa Nehcu'l Belâğa'da geçen zühdün, Kur'an'da geçen 'dünyadan yüz çevirme'nin, imamlar mek­tebimizde bulunan soyluluk karşıtı tüm yüz çevirmelerin (ne kadar aşağı inilirse o kadar vurgulu hale gelir), soylu sınıfın ve müslümanlar arasında dünyacı yaşamın gelişme­si ile ilgili olduğunu anlar, yani onun gelişmesinin anti-tezi olarak geliştiğini görür. Bu, İslam'ın ve mezhebin konusu olmaktan önce sosyolojinin konusudur. Eğer aydınsan sos­yolog da olmalısın, toplumunu tanımalısın. 'Reddettim' ve 'kabul ettim'ler seni avam olmaktan ve anlayışsızlıktan kurtarmaz![73]

 

İslam'ın ve Kur'an'ın Sınıfsal Kampı

 

Bu iki kavramın tarihsel kökü, dinlerin sınıfsal kökü, ço­ban peygamberler ve prens Din Önderlerine, İbrahimi din­lerin Nemrudi dinlere dönüşmesi, Kureyş'in ümmi Re-sul'ün hilafetinde devam etmesi. Şia'da Şah Sultan Hüse­yin, Ali'nin Zülfikar'ınm, Molla Muhammed Taki Meclisi de ilminin yansıması oldu! Tevhid ve şirk; Kabil'den Deccal'a kadar. Zamanın sonu, Habil'den zamanın sonundaki önde­re kadar; "İnsanlar bir tek ümmetti." Sonunda da "Hüccet, insanları mallarında eşit duruma getirmek için kalkacak­tır." Daha sonra insanın gelecekteki tarihsel yazgısının tas­viri gelmektedir: "Dünya, bize yöneliminden sonra mutlaka eğilim gösterecektir..."[74]

Kur'an:

"Altın ve gümüşü biriktirip yığan ve Allah yolunda infak etmeyenler."

"Bahçe ve pınarlardan çok azını terkettiler." "Mal çokluğuyla Öylesine oyalandınız ki," "Eksik ölçüp tartanların vay haline"

"Arkadan çekiştirip duran, kaş göz hareketleriyle alay eden her kişinin vay haline."

'Allah' ve 'tağut'un karşıtlığı.

Mel' (mütrefler) egemen gücün sınıfsal konumu, (fira­vun)

Dillin sınıfsal sorumluluk yönünde tanımı; "Dini yalan­layanı gördün mü?" Sorumsuz dinden ve kitlenin yazgısına, mazlumun serüvenine, yabancı dindar ruhtan nefret: "Na­maz kılanların vay haline!"

Allah'ın sıfatı: Adaleti ayakta tutan, adil.

Peygamberlerin risaleti, peygamberler ve kitap gönderil­mesinin esas hedefi: "insanlar adaleti ayakta tutsunlar di­ye."

Bir cephede birbirinin karşısında iki cephe: Kafirler, peygamberleri öldürenler ve adalet isteyen insanların ka­tilleri: "Allah'ın ayetlerini inkar eden, haksız yere peygam­berleri öldürenler ve insanlardan adaleti emredenleri öldü­renler..."

İslam'ın burjuvazileşmesi, mücahidlerden yeni bir soylu sınıfının kurulması cahiliyetteki soylu sınıfıyla benzeşmesi. Ve buna karşı çıkanların bu sınıflar mücadelesi altında sı­nıfsal şirk; Tevhidin felsefî ve kelami zihinsellik sınırına çektirilmesi; onun nesnel yaşamdan ve sosyal düzenden kaybolması ve ırksal, sınıfsal, ailesel, ulusal vs. ilişkisi; Şam'da Roma Sezar'ının, Bağdad'ta İran Hüsrev'inin vari­si,

Hasan, son direniş ve yenilgi; soylu sınıfın, saltanatın ve sermayenin halka karşı nihai zaferi. Hüseyin, mazlum sını­fının devriminin sembolü; egemen gücü isyan ve toplumun sınıfsal sınırının varlıklı ve yoksul iki sınıfa ayrılması;

1- Putlar karşısında.

2- Kureyş karşısında.

3- Medine'ye giriş, ev sahipleri karşısında, Cabir b. Ab­dullah'ın evi ve iki yetimin arazisi.

4- O'nun daveti karşısında Arab sınıfsal karşıtlılığını duyarlılığı, O'nu inananların sınıfsal çehresi (insanların en aşağıları).

5- Kendisinin sınıfsal kökeni, ümmi Resul'ün koyun ço­banlığı, Kur'an'ın peygamber olarak gönderilmeden önceki Muhammed'i (SAV) tasviri.

6- Sınıf karşıtı sosyal davranış ve soylu sınıfın değerleri mücadele, eşşeğe binme, hatta çıplak olanına, üstelik de ar­kasına birisini bindirerek; işçinin nasırlı elini ordunun önünde ve halkın karşısında öpme; uzun sakal, uzun cüp­pe, uzun elbise kolu, ipek elbise, altın, altın süs eşyası, al­tın kap kaçak kullanma ile mücadele; yaşantısı giysisi, bi­neği, evi, yiyeceği, ev eşyası ve ailesi.

7- Soylu sınıf karşıtı katılmaları: Salim, Küba'da cemaat imamı; Bilal, İslam'ın resmi müezzini Habeşli köle, köle oğ­lu Usame'nin soyluların ve büyük şahsiyetlerin asker oldu­ğu en büyük müslüman ordusuna komutanlığı.

Propaganda mücadelesi:

"Zengine alçak gönüllülük gösterenin dininin üçte biri gider."

"Ben ve dünya mı? Ey dünya, benden başkasına git."

Fakirlik ve servet.

"Fakirlik neredeyse küfür olacaktı."

"Geçimliği olmayanın ahireti de yoktur."

"Fakirlik bir kapıdan girince iman diğer kapıdan çıkar." (Ebuzer)[75]

 

Şer'i Kılıf: Allahı Aldatmak!

 

Evet bu olur! Çok da basit ve çabuk; öyle ki kılı bile kı­pırdamaz, kimse de bir şey anlamaz! Safevi dinadamları öyle helali haram ve haramı helal yaparlar ki dudağın uçuklar; üstelik de şer'i yasal ve Kur'ani bir şekilde.

Yoksa Kur'an'da Allah'a düşmanlık olarak ilan edilen fa­iz yiyiciliğini ne güzel, ne basit ve zahmetsiz hale getirdik­lerini görmüyor muyuz? Öyle ki şeriatların en titiz koruyu­cusunu bile isterlerse avuçları içine alabilirler. Faiz oldu­ğunu, kılıf bulup sahtekarlık yapıldığını bilirler ama en kü­çük bir yasal eleştiri almazlar! Nasıl?

Öncelikle kağıt paranın para olmadığını buyurmuşlardı! Kurtulundu! Öyleyse faiz, kağıt para madeni paraya dö­nüştüğünde bir Ölçü kazanır. Kağıt para, çek ve senet ser­besttir. [76]

İkinci olarak, faiz nedir? Kâr ve para, yani yüz bin Tü­men'i faiz niyetiyle verdiyseniz ve yılın sonunda geriye yüz-yirmibin Tümen aldıysanız yirmibin Tümen'i faiz olarak haramdır, haramdan da kötüdür, korkunç bir faciadır. Kur'an'ın açık ifadesiyle, faiz yiyici ebedi ateştedir, "küfrü meslek edinmiş günahkardır" Allah'a ve Peygambere savaş ilan edendir.[77]

Haram olmayan muamelenin ise sevabı da vardır. "Tica­retle uğraşan, Allah'ın sevdiği kişidir." Çok güzel, hocaefen-dinin yanına gidin; herhangi bir şer'i sorun çıkmaması için size 'faiz'i 'muameleye dönüştürme yolunu öğretsin; nasıl? Çok basit, şeytanın aklına bile gelmez. Faiz vermek istedi­ğin parayı bu defa faiz niyetiyle verme, satış şartı koş; na­sıl? Yüzbin Tümen'i borç olarak verir ve onun yirmibin tü­men kârını bir miktar tuz satışı karşılığı olmak üzere alırsınız.[78]

Nasıl olduğunu gördünüz mü? Şimdi kıyamet gününün geldiğini, seni ilahi adalet terazisinin yanına diktiklerini ve yargıladıklarını varsay. Ne söyleyebilirsin? "Şartlı satış muamelesi haram mı?" 'Hayır' diyebilirler mi? "Herkes bir malı istediği fîata satın almakta Özgür değil midir; mal sa­hibi de rıza gösteriyorsa bu şer'an caiz değil midir?" Mecbu­ren 'neden olmasın diyeceklerdir. "Benim canım bir tutam bitkiyi yüzbin Tümen'e satın almak istedi; şeriat, fiyatları kontrol eden bir belediye midir?" Zorunlu olarak 'hayır' ce­vabını vereceklerdir.

Öyleyse bir malı bir müminden taraiıarın rızasına uy­gun olarak satın alan birisi muamele yapmamış mıdır. 'Ha­yır' denilebilir mi? O zaman Allah'ın rızasını da talep edip şöyle diyebilirsin: Fıkhımızın doğrulamasıyla, fıkıh ve şeri­atınıza göre 'tuz konusu'nda faiz yiyicisi olmadım, ticaret yaptım. O halde Allah'ın sevdiği birisi olmalıyım, Allah'ın düşmanı değil!

Hiç soluk alabilirler mi? Safevi dinadamları şeriatın dili­ni bir miktar tuza bağlamaktadır!

"Zulam ve günah sisteminde, şeriatın tersine ve çoğun­luğa ihanet ederek hizmet ediyor ve maaş alıyorum, bir sa­kıncası var mı?" diyorsun; elbette ki var, hem de çok var. İslam, bir başkasına bir zulüm olduğunu gördüğü halde bu­na sessiz kalan kişiyi bağışlamaz. Şia, ondört yüzyıl sonra hâlâ, Hüseyin'e zulmedilmesine göz yuman ve itiraz için ağızlarını açmayan; cellatların O'nu öldürmesine ses çıkar­mayan ve savunmak için girişimde bulunmayan kişilere za­limler ve katiller arasında lanet etmektedir.[79] Zulme res­mi olarak hizmet vermenin şer'i sakıncası nasıl olmaz?

Meşru olmayan yerden, meşru olmayan vergilerden, meşru olmayan yollardan ve meşru olmayan yasalara göre elde edilen para, şeriat dışı bir egemenin elinden para alınabilir mi?

Öyleyse ne yapayım? Vaz mı geçeyim? Hayır, yolu var! Hangi yol? "El değiştirme"! Yani? Çok basit, Safevî din adamları yolunu bilir. O, "şer'î kılıf uzmanıdır. O, 'güc be­denine takva elbisesi giydiren[80] , küfrün başına şeriat baş­lığı takandır. Safevi dinadamının işi, Safevi sistemini izah etmektir; 'şeriata bağlı mü'minler'in 'şeriat dışı hükümefle işbirliği için mecburen bir yol bulmak zorundadır. Bu iş için, haram parayı helalleştirecek bir teknik icat etmelidir!

Safevüiğin şer'i sahtekarlık üreten teknolojisini keşfet­miş ve tekniğini de bulmuştur! Zor değildir; birkaç dakika­dan fazla zaman almamaktadır, üstelik zahmeti de yoktur. Yalnız, parasahibi ile gözgöze gelmesi ve paranın görünme­si sonucunda insanın "Evet...!" demeye mecbur kalması mümkündür.

Aldığın maaşın (nereden ve hangi işin karşılığında olur­sa olsun) meşru para olmadığını kabul etmelisin; o halde sana ait değildir, sahibi belli değildir, kime ulaştırılır? Bu tür paralar, Safevi düzeninde yine Safevi dinadamı olan şe­riat hakimine verilir. Sonra her ay maaşını alırsın. Meşru olmayan para olduğu için ona dokunmazsın. Doğru hocae-fendinin huzuruna gelir ve hepsini onun eline verirsin. Ya-nİ, şeriat hakimine gönderdiysem tamamdır! Bu durumda para hocaefendinin olmuştur; sonuçta sen, meşru olmayan paraya el sürmemiş oluyorsun.

O zaman hocaefendi senin hak sahibi bir müslüman olduğunu; harcamanı, hanım ve çocuk sahibi olduğunu görür; menfaat ve şeriat yönleri bakımından yaşamsal ihtiyaçlar ve yaşamındaki giderler oranında, şeriat hakimi ve imamın naibi olarak belirlediği, uygun gördüğü ve sana yardımı do­kunacak meblağı sana yardım etmek üzere mecliste eline tutuşturur; sonra bir bakarsın, şeriatın aykırı sistemden aldığın ve senin için zulüm belirledikleri aylık maaşın tesa­düfen maaşın aynısını almışsın!

Yüce Allahım!

Bütün bu mekanik etki-tepkiler; haramı Safevi dina-damlığı kimyacılığında şimşek gibi helale dönüştüren kim­yevi değişimi 'zalimlerden alman maaş'ı mecliste ustaca bir göz boyama ile 'imamlardan alınan maaş' haline getirme­nin çok basit yönetsel prokotolü vardır. Sihirbaz bir pando-mim tiyatrosudur. Bir 'act'le onun eline verirsin, o da senin eline verir! Vesselam; rahatça evine gidebilirsin; zalimler için çalışır, ücretini imamlardan alırsın!

Eyvallah Safevi dinadamı!

Aynı şekilde, bu tür 'şer'i hileler' (ki biz cismani ve ehil olmayan kişileri şaşkınlığa sürüklüyor, dudağımızı uçukla-tıyor ve Şia uleması için akılalmaz görünüyor) Safevi dina-damları için su içmek gibidir; helali haram, haramı da he­lal yapmak kıyametin hesap kitap defterleri ve amellerinin kayıtlı olduğu belgenin yazamayacağı ve hesap-ceza günü­nün muhakemesinde şer'i bir eleştiri yöneltemeyecekleri şekilde Mescid-i Şah'ın civciv dinadamlarının işidir. "Al­lah'ı kandırma" konusunda o kadar becerikli, küstah, ra­hat vicdanlı ve mutludurlar ki, istisna ve olağandışı olma hallerini kaybetmiş, genel ve makbul bir gelenek haline gelmiş, bir tür şer'i çözüm yolu ve İslam'ın pratik ve ilmi metodu olarak anlaşılmaya başlanmıştır. Bazı mali veya cezai yasa fıkralarını, maddelerini, kararname veya tasarı­ları açıklama, yorumlama, uygulama, saptırma ve' tevil et­mede adalet ve hak'ın elinden kaçmak için idari teşkilatlar­da uygulanan özel idari hileler ve yasal kılıflarda tereddüt veya korku ve takiyye varsa da ilahi yasanın sözkonusu ol­duğu burada İslam'ın mukaddes hükümleri oldukça resmi, açık, geçerli ve 'kesin' uygulanır (!) Çözüm yollarının en so­runlusu öylesine kolay, hatta akılalmazlıklar Öylesine mümkün hale gelir ki, bu dini mektebin yetiştirdiği ve bu ilme güce dayanan mü'minler iş ve kazançta, çıkar, lezzet, kusur, tecavüz ve bireysel-sosyal yaşamdaki görevlerinde dinde kolaylaştınlmayacak ve ayak bağı olacak bir sorun görmezler; kaçış yolunu göstermeyecek hiçbir görev ye so­rumluluk üstlenmezler; kendileri için kolayca mümkün kı­lınamayacak hiçbir akılalmazlık görmezler; işte mucize ya­ratan bu güce ve büyüleyici sanatçıya inanç, bunların ay-rıştıncısıdır. Nitekim Gulam Meşhedi'yi (Luti) Safevi fıkhı­nın fakihlerinden birinin huzuruna getirmişlerdi. Onların örfüne göre (ki dinadamı soyluluğunun) adap ve örfüne sa­hiptiler; Allame Naini'nin ifadesiyle Şia'nın büyük alimi), 'dini zorbahk'a onun karşısında rükua gitmiş; etek öpmüş, ilgi ile el öpmüş, sonra da geri geri giderek kenarda dur­muş[81]ve hazretin huzuruna çıkmıştı vs. İçki şişesini ce­binden çıkararak önüne koymuş ve avami bir dille arzet-mişti: "Hocaefendi, helali haramı, haramı da helal yapan siz, bir kerelik de bu acı şeyin bir kadehini bizim için helal yapın! Nasıl olsa sizin için bir şey değil"![82]

 

Kara Büyü

 

Doğrudur, bunlar bir şey değildir.

Peygamber ve Ali'nin insan alım-satımına karşı duydu­ğu bütün o nefrete rağmen Emevi, Abbasi ve Safevi dina-damları (Ehl-i Sünnet veya Ehl-i Beyt fıkhı adı altında) ay­dınlık ve ilerici 'atik' (köleyi serbest bırakma; İslam fikhı-nın köleden sözettiği tek belirgin bab) başlığı altında yüz­yıllarca 'kölelik ilkesi'ni ve köle alım-satımınm hükümleri­ni resmen, açıkça ve İslam'ın ilim merkezlerinde öğretmi­yorlar mıydı, şimdi bile bunun rezilliğini hissetraeksizin öğretmiyorlar mı? Hatta yirminci yüzyılda dünyaya İs­lam'ın köleci bir din olduğu ve şu anda bile herkesin şer'i açıdan insan alım-satımına izinli bulunduğu ilan edilmiyor mu? Günümüzde bir aydın resmen, Beethoven'in beşinci senfonisine (ki insanın, determinizmin sultası ve yazgı zin­ciri karşısındaki irade özgürlüğünü anlatır) kulak kabart­manın bile haram olduğu ama bir kız veya erkek çocuğunu mal ve köle olarak babasından veya efendisinden satın al­manın helal olduğu söylenmiyor mu? Köleyi serbest bırak­ma hükümleri niçin insanın köleliği ile ilgili hükümler ola­rak gösteriliyor? Nedeni ortadadır; egemenler, tüccarlar, sultanlar ve feodallerin, haremleri, sarayları, bahçeleri ve mülkleri için hizmetçilere, çocuk uşaklara, işçilere, dili bağ­lı hayvanlara hem ilgileri vardı, hem de ihtiyaçları! Kur'an'ın ruhuyla, Peygamber'in insancıl "görüşüyle ve Ali'nin özgürlükçü mektebiyle birazcık olsun tanışan her­kes bilir ki, Kur'an ve sünnet rejimi 'Ali'nin görüşü ile de­vam etseydi İslam'ın altyapısal mücadele ve aynı zamanda köleliğin ahlaki ve insaniliğini reddetme için seçmiş olduğu özel biçim ilk yüzyılda köleliği kökünden keser ve İslam Fıkhı köleliğin mutlak olarak yasaklanması yönünde iler­lerdi. Ama bunlar köleliği fıkhi açıklamalarla sağlamlaştırdılar. O kadar sağlam hale getirdiler ki, artık dünyada kö­leliğin kalktığı son yüzyılda bile resmen yasaklamaya kim­se cesaret edememiştir; hatta pazarda ahm-satımı yapıla­cak köle bulunmamasına rağmen hiç olmazsa köle alım-sa-tımı hükümlerinin eğitiminin verilmemesi cesaretini de he­nüz gösteremezler.

Bugün 'kağıt para' para değildir ama köle maldır!

(Yüce Allah'ım!) Bir milletin kendi petrolü üzerindeki haklarından değil, 'efendi'nin 'köle'si üzerindeki hakların­dan sözediliyor! İslam fıkhı kapitalizm, burjuvazi, sömürge ekonomisi, sınıfsal ilişkiler, işçinin işveren üzerindeki hak­kı, çiftçinin mülk sahibi üzerindeki hakkı, tüketicinin üre­tici üzerindeki hakkı, banka, borç vs.'yi tanımamakta ve il­mi titiz bu kadar görüşü, ortak olarak satın alınan ve yarısı bir efendiye, diğer yarısı da başka bir efendiye ait olan, bir gün bunun için, bir gün de onun için çalışması kararlaştırı­lan kölenin başına bir taş atıldığında diyetin hangi efendi­ye, nasıl ödeneceği yolundaki köle sahibine diyet Ödemenin biçiminden bahsetmektedir.

Bu küstahlıkların dindar büyüklerden kimisini üzeceği­ni biliyorum. Özer dilerim ama benim gibilere insaf ediniz. Çünkü biz imanımızda ve dünyadaki tüm aydınlar, özgür­lükçüler ve insanseverler arasında İslam'ı, Allah, Resul, Ali ve Ali'nin Şia'sını insanlığın kurtuluş, özgürlük ve eşitlik mektebi olarak görüyoruz; dünyada insanlığın kurtuluşu ve adalet hareketinin de öncüsü olarak kabul ediyoruz ama, dünyada köleleri özgürleştirme iftiharının Batının pa­yına düştüğünü ve köleliği yasaklama kararını İslam'ın de­ğil, Amerikan başkanının yayınladığını da görüyoruz! Dini, ilmi ve İslami eğitim merkezlerinden ise hala 'efendi' veya köle' sesleri yükseliyor. Şaşırtıcı olan, İslami piyasada, hatta bedevi topluluklarımız arasında köle satışı defteri kapatılmış olmasına rağmen İmam Ca'fer Sadık Üniversi­tesinde hala ders programından çıkanlmamasıdır; Ehl-i Beyt Öğretisi dersi sınıflarında hala var mı?

Soru: Yeni Öğrenci olduğum için daha önce sorulmuş bir soruyu soruyor olabilirim. 'Bireysel mülkiyet' İslam açısın­dan nasıl çözümlenmiştir, İslam'ın mevcut 'izm'lerden farkı nedir, eksiklikleri ve güzel tarafları nelerdir?

Cevap: Tabii bu soruya cevap verebilmek için insan mev­cut 'izm'lerin anlamını vermeli, sonra da İslam'da mülkiye­ti (ki fıkhi bir konudur) sözkonusu etmelidir. Görüyorsu­nuz, cevap olarak bir test imkanı bulunmuyor. Yine de ben bir sorunu yalnızca ideolojinin görüşü olarak ele alırım (Fıkhi tartışmasını fakihlere bırakırım, ben fakih değilim bu konuda bilgim yok): Mülkiyet de ideoloji içinde ele alın­malıdır. Çünkü herşey ideolojide sözkonusu edilmelidir. Burada biçimine tasvir ettiğim mektepte, yalnızca, insan yaşamında köklü bir sorun olan mülkiyet konusu değil, sos­yal ahlaki ilişkiler de (hal-hatır sorma ve sosyal etiket) bu dünya görüşüne yerleştirilmeli ve tutarlılık sağlanmalıdır. Birisi Tevhidi dünya görüşüne sahip olduğu halde bir baş­kasının karşısında 'korku' veya 'tamah' nedeniyle boyun bükemez; bunlar biribirinin karşıtıdır (Tevhid-boyun bük­me). Burada bu dünya görüşünün içinden çıkmış ve 'köpek­lik' dünya görüşü ortaya koymuş olursunuz. Başkası veya başkalarının karşısındaki (sosyal bir etiket olarak) bireysel tavrım bile dünya görüşünde sözkonusu edebileceğini görü­yoruz; bunu dünya görüşüne koyduğumuzda kendisi anla­mını bulur. Aslında Tevhidi dünya görüşünde herşeyin (güç, kutsallık, ilim, irade ve mülkiyet) gerçek sahipliğinin herkes reddedilerek yalnız ve yalnız Allah'a verilmiş oldu­ğunu biliyorsunuz. Her bilgi, her durum, her olgu, her bağlantı ve her aitlik Allah ile ilişkili olarak anlam kazanır ve Allah'la ilişkili olarak gerçekliği vardır; diğer ilişkili olma halleri sahtedir, aldatıcıdır. Esasen İslami dünya görüşün­de bireysel mülkiyetin anlamı yoktur. Bireysel mülkiyet, İslam'da temeli ve tanımı bulunmayan Roma hukukundan hukuki bir kavramdır. Sonraları İslam kültürü ve fıkhının bazı dönüşümler veya sapmalarla kimi zaman mevcut dü­zenlerin çıkarına uzlaştığı doğrudur ama ilkeli fıkıhta, Tev­hidi dünya görüşü, İslami dünya görüşü ile ve İslam'ın ide­olojisi ile uyum içerisinde bulunan fıkıhta bireysel mülki­yet, Roma hukukunda sözkonusu olan anlamıyla (mülkiye­tin, insanla mülk edinilen arasındaki ilişki olduğu ve insa­nın, mülkü ile ilgili olarak her türlü kullanım hakkına sa­hip olduğu anlamında) anlam taşımamaktadır. İslam'da mülkiyet sadece sadece Allah'a ait kabul edilmiştir. "Her-şey Allah'ındır." Bu anlamda hiçbir şey hiç kimsenin değil­dir. Dolayısıyla mülkiyet bu şekilde Allah'a ait kılınınca mülkiyet ortadan kaldırılmış ve mülkiyetin gerçek anlamı hukuki açıdan Allah'a ait kabul edilmiş demektir. "Allah herşeyin malikidir.'"e göre mülkiyetin bilimsel bir tanımı yapılabilir. Bu, onun bilimsel tanımı ve teorik sorunudur. Onun bilimsel sorunu, inanç ve gerçeklik açısından Allah'a ait olan mülkiyetin bilimsel ve nesnel aitliğinin ne anlama geldiğidir. Nitekim hükmetmenin de Allah'a özgü olduğunu ve hiç kimsenin bir başkasına hükmetme hakkı bulunmadı­ğını görüyoruz. Birisi 'senin sahibinim', 'ben sizin sahibini-zim" derse firavundur. Çünkü o belki yaratıcılık iddiasında bulunmamıştır ama Rablik iddiasında bulunmuştur; yani 'sizin sahibinizim', 'sizin efendinizim' demekle İlahlık iddia­sında bulunmuştur. (Rab Allah'tır; sahip Allah'tır: İnsan ve eşyanın maliki.) Hükmetmenin Allah'a ait olmasının anla­mı, Allah'ın yönetim masasının arkasına (nesnel rehberlik anlamında) oturup toplumun liderliğine soyunması değil­dir. "Hükmetme Allah'a aittir." yani Allah'ın hakkıdır; hü­kümetin gücünün ortaya çıkmasının temel, hedef, felsefe ve kaynağı Allah'tır. Dolayısıyla ikinci sorun, onun dışarıdaki sosyal ve nesnel gerçekleşme sorunudur; bu ise, hükmet­menin Allah'a ait olmasının yeryüzünde nasıl icra edileceği sorunudur. Yani Allah'ın hükmetmesi kimin eliyle olmalı­dır? Bu durumda Şia ve Ehl-i sünnet'teki hilafet ve imamet konusu gündeme gelmektedir. Nitekim ikisi de Allah'ın hükmemesine inanmaktadır ama onlar o şekilde, bizse bu şekilde. Bundan dolayı, hükmeden bu imam, Allah'ın halka hükmetmesi olarak hükmetmektedir ama pratikte, Allah tarafından halk üzerinde hakim olan imamın hükümetidir. Bu nedenle gerçeklik açısından mülkiyet Allah'a aittir. Ama realite açısından (yani nesnel) kimin elinde olmalıdır? Açıktır ki, Allah'ın temsilcisinin elinde olmalıdır; İslami dünya görüşünde Allah'ın temsilcisi ise halktır. Dolayısıyla Allah'a ait olan gerçek mülkiyet pratik realite halka aittir. Nitekim "Allah'ın Evi", "Allah'ın malı", "Allah yoluna infak" ve sosyal, genel mülkiyetle ilgili şeylerin tamamı, İslam da, Allah nedeniyle, Allah için ve Allah'a ait olan mallar, eşya­lar ve davranışlar olarak tanımlanır. Nitekim Ebuzer (bu tanımın en iyi yorumcusu), "Allah'ın malını Muaviye (İs­lam tarihindeki en kötü yorumcudur; O, şu inanca sahipti: "Mal Allah'ındır, bizse Allah'ın halifesiyiz. Dolayısıyla Al­lah tarafından dilediğime verir, dilediğime de vermem!) için şöyle tanımlar: Mal Allah'ındır; nesnel realitede ise mal insanlarındır, benim, senin, Hasan'ın ve Hüseyin'in de­ğil. Bundan dolayı Allah'ın mülkiyeti, bireylerin mülkiyeti­nin reddedilmesi ve toplu mülkiyetin gerçekleştirilmesidir. İslam'da mülkiyet gerçeklik açısından ne realite ve gerçek­lik olarak toplumun hukuki bakımdan malın gerçek malik olduğu sosyal mülkiyettir, ne de bireylerin mülkiyetidir; tam tersine Allah'ın mülkiyeti vardır ama realite, Allah'a ait olan pratik olarak halk yolunda harcanır. Allah tarafın­dan onun idaresi altına alınması gereken de halktır; tabii ki kullanımının, gerçek malikin, yani Allah'ın sınırladığı sı­nırda kalması şartıyla. Dolayısıyla ilahi mülkiyet sözkonu-sudur ve ilahi mülkiyet bireysel mülkiyeti reddeder.[83]

 

Ebuzer ve Sermaye Birikimi

 

Ebuzer, mal yığmaya karşıdır, yani sermaye birikimine; servet yığmak ve Allah yolunda, yani halk yolunda infak[84] etmemeye. Servet yığan (Ebuzer'in seçtiği bu şiar, Kur'andan seçtiği bir şiardır; seçen kişi de, İslam'ın kuca­ğında ve vahiy ışığının altında doğrudan eğitim görmüş Ebuzer'dir. Bundan dolayı ne seçimde bir hata görülebilir ne de seçtiğinden küçük bir kuşku duyulabilir. Ebuzer'in seçtiği ayet, kuşkusuz mücadele hakkında seçilmiştir.) Al­lah yolunda infak etmeyen ve sınıfsal mesafe ve sosyal uçu­rumla mücadele etmeyenleri acı verici bir azapla müjdele. Ama bu, yalnızca müjdeleme; zihinde minberde ve konfe­ransta (bizim gibi) bir ayet okuma değildir; tüm yaşımmı bu şiarın gerçekleşmesi; servet yığan, 'İslami' zekatı vermekle sınıfsal sömürüyü ve halkın varını yoğunu almayı yorumlayan kişilerle mücadele etmek için çaba içerisinde geçirmiştir.

Seçtiği mücadele biçimi, şiarı doğrudur, nesneldir, man­tıklıdır; toplumun ekonomisi temelinde, sömürü ve sınıfsal çelişki temelindedir. Hangi dönemde? Sermayedarlık, bur­juvazi, sanayi sömürüsü, kapitalizm ve emperyalizm aşa­masına ulaştıktan sonra değildir. O dönemdedir. Nesnel ve reeldir. Seçtiği şiar Kur'an'dandır ama zihinsel, düşünsel ve sözsel alanda kalmamaktadır. Çünkü müslümandır, çünkü Ebuzerdir. Kur'an'dan zekice, sapasağlam, aydın ve bilinçli olarak şiar seçerek mücadelesini başlatmıştır. Tek başına! Hiçbir silahı yoktur ama Ebuzerce mücadele etme­lidir.

Ebuzer yalnız başına ölür. Tıpkı İslam Peygamberi'nin Tebük savaşında onun çölden tek başına döndüğünü görün­ce Önceden bildirerek "Allah Ebuzer'i affetsin, yalnız başına yol alır (dünyada, bu toplumda yalnız başına yol alır, tek başına, yalnız bir yolu seçmiştir); yalnız yaşayacak, tek ba­şına ölecek ve tek başına dirilecektir." Yani kıyametin diril­tilme yeri ve kıyamet çölü olan yarın da diğer insanlar top­luca, mezarlıktan kalkacak ve diriltilme yeri olan çöle gele­cekler ama yalnızca bir kişi o çölün bir köşesinden kalka­cak ve kıyamet alanına girecektir. Aynı zamanda belki me­cazi bir başka yorum da yapılabileceğini düşünüyorum Yalnız diriltilecek olması, ondan önce ve sonraki ölmüş bu­lunan yüzlerce ve binlerce sima arasından bir olmasına rağmen Ebuzer'in bu siması, bu bedeni, bu ruhu, bu yalnız­lığı, susturulmuşluğu, sürgün edilmişliği ve Rebeze'de öî-müşlüğü her zaman ve nesilde yine gönderilecektir; bu da bizim neslimizdir ve biz, Ebuzer'in aramıza tek başına gön­derilmesi gereken kişileriz. Çünkü yüzyılımız her zamankinden daha çok Ebuzer'e, Ebuzer'in İslam'ına, Ebuzer'in mücadelesine muhtaçtır. Ebuzerler, İslamlar, kültürler ve gerçekler, susturuldukları, boğuldukları, kayboldukları ve tarihte gömülü kalmaları için çaba sarfedildiğinden bu ne­silde ve bu çağda yeniden gönderilmeli, diriltilmeli, alana çıkmalı ve bize hayat, hareket, kan, soluk, bilinç ve ışık vermelidirler. Alime yakışır şekilde, cesaretle, tüm talihsiz­liklere, güçlüklere, bütün sıkıntı ve çilelere karşı sabır ve tahammülle en iyi, en güçlü ve en büyük silah olan tebliğ, düşünce, bilgi, araştırma ve düşünceleri yaymayı; bugün başkalarının elinde olan duaya, imana ve kalbe etki etmeyi hizmete sokabilmek için gayret sarfedilmeli; bu kahraman­ların diriltilmesinin ve yaşam veren bu mekteplerin can­landırılmasının hizmetine verilmelidir. Eğer biz yapmaz­sak yapılamayacak, eğer bu çağda olmazsa diğer çağlarda olmayacaktır. Bugün tebliğin bu büyük aracını görüyorsu­nuz; tebliğin en büyük aracı, bizim hiçbir şekilde sahip ol­madığımız, ondan mahrum bulunduğumuz gösteri, film aracıdır. Bugün ne gelecek günler, ne de gelöcek yıllarda değil, çok yakında bu nesil; aydın, bilinçli, sorumlu ve müs-lüman bir topluluğun bu ülkede en iyi filmleri en yüksek sanat zemininde, en yüce gerçeklerin, değerlerin, ruhların, gerçekliklerin, tarih ye kültür olaylarının, iman ve İslam'ın hizmetine vereceğini, en güzel filmleri ortaya koyacağını ve müslüman gençlerin en güzel sanatı sergileyerek İslam'da bulunan en güç şahsiyetlerinde şahıslaştırabileceklerini, bu vesile ile de târihte unutulmuş bu bedenleri (ki sunul­mama, yetersizlik, gafletimiz ve sapmamız nedeniyle kimse onlardan sözetmemekte, arasıra ^özedilse bile yabancı kal­makta, çoğunlukla da kuşkulu olmaktadır), bu tasvirleri, bu çehreleri, bu değerleri, bu gerçekleri günümüzün en gü­zel ve en güçlü açıklamalarıyla ve günümüzün en iyi diliyle sunacaklarını göreceklerdir. Açıkça söylüyorum; film ve gösteriyi bu çağa getirmeli; tarihte ölmüş ve Rebezelerde açlıktan dolayı sessizce ortadan kalkmış veya Mercu'I-Uzerîarda zulüm ve zorbalıkla sessizce şehid olmuş bulu­nan Ebuzerler ve diğer yalnızları tekrar yenilemeli; böylece İslam, tekrar bu büyük bedenler, bu kahramanlar (kelime­nin insani anlamında, yani varlıklarıyla ve düşünceleriyle bize ders, hayat, kan ve hararet bahşeden ve öğreten kişi­ler) ihya olmalı ve fedakarlık yapabilmeli, aynı şekilde uya­nıklık gösterebilmeli, güçlüğe, hakarete, aşağılamaya, söv-güye tahammül edebilmeli; dinimizin yolunda sadece para­dan candan değil, hatta kişiliğimizden de geçebilmeliyiz. (bu, fedakarlığın son aşamasıdır). Geç olmayacak bir gün işte bu nesil gelecektir. Bu müslüman topluluk bu toplum­da, İran zemininde, İslam toplumu zemininde, dünya zemi­ninde en yüksek sanat eserlerini gösteri ve film biçiminde yaratabilecek, üretebilecek ve onu en yüce insanî kavram­lar, en büyük ve aydınlık Özgürlükçü, kurtuluşçu insanî gerçeklerin hizmetine verebilecektir. Biz bunu yapmalıyız, başka kimse yoktur![85]

 

 

[1] Hadid/25

[2] Bu değerlendirmeyi yapan kişi, hayvanın içgüdüsel duygularına bile sahip değildir. Çünkü dişi ve erkek hayvan çiftleştiklerinde cinsel içgüdü­lerinin gereğini yerine getirirler. Bu içgüdü yine de o kazançtan daha ma­nevidir! (Evliliği bir kazanç yolu olarak değerledirmektedirler) Bir eşek hiçbir zaman bir çul için bir kilim veya sırtına koyulan herhangi bir şey için dişi eşeğe yanaşmaz. İnsan bu biçime girdiğinde eşekten de aşağı düş­müş demektir.

[3] Dr. Ali Şeriati, İktisat Sosyoloji-2-, İslam Ekonnomisi, Dünya Yayınları, (Çeviren: Kenan Çamurcu), İstanbul 2004: 7-19.

[4] Ra'd 11

[5] Bu aşırılık ve nesnel gerçekliklerin dışına çıkmaktır. Çünkü "felçli kişi koşu şampiyonu olamıyorsa bunun sorumlusu kendisidir" der. O, nes­nel gerçeklikleri görmezden gelir ve dünyanın benim ve senin iradenin oyuncağı olduğunu zanneder. Böyle değildir. Evren, toplum ve tarihin ha­reketi, evrim, değişim ve dönüşümünün gerçekleştiği, benim ve senin ter­sine çeviremeyeceğimiz, ama benim ve senin bilinçli bir irade olarak bu sürece müdahalede bulunabileceğimiz ve o determinist yasaların seçimiyle yazgımız dilediğimiz biçimde değişime uğratabileceğimiz bilimsel ve mad­desel kesinlikli yasalar vardır.

[6] Dr. Ali Şeriati, İktisat Sosyoloji-2-, İslam Ekonnomisi, Dünya Yayınları, (Çeviren: Kenan Çamurcu), İstanbul 2004: 20-25.

[7] Şöyle demişlerdir: "Dinin asılı üç mezhebin, aslı ise iki ilkedir; hepsi beş eder. Şia ile karışan İslam'ın ilkeleri beşe çıkıyor!" İslam Şia ile karış­mış değildir, sen kendin karışıksın!!

[8] Dr. Ali Şeriati, İktisat Sosyoloji-2-, İslam Ekonnomisi, Dünya Yayınları, (Çeviren: Kenan Çamurcu), İstanbul 2004: 26-38.

[9] Burada konunun tip ve düzen olduğunu, ırk olmadığını hatırlatırım.

[10] Kimi mü'minler, Habil ve Kabil'in nikahlarını Şer'i kılmak için in­sanlığı haram doğumdan temizlemek üzere yeni çözüm yollan bulmuşlar­dır, ama ne yazık ki artık çok geç olmuş ve iş işten geçmiştir! Yine de bu müminlerin duyarlılığı, bu büyük ve yaşamsal sorunun çözümü için sar-fettikleri çabalar, sorumluluk duygusu ve insanlığın, özellikle de müslü-man toplumun derdini paylaşmaları takdire değerdir.

[11] Yani şöyle söylenemez: Her ikisi kardeşti, ama biri örneğin Kum'da eğitim görmüştü, diğeri ise Paris'te; o 'fezı' ve 'mekteb-i İslam' dergilerini okurdu, bu ise "Zen-i Ruz" ve 'in hefte'. Yahut veraset açısından Kabil'in halası seyyide idi, Habilinki ise Suudiyye!

[12] Adalet, dava açmak ve adaleti uygulamak anlammadır; çoğunlukla da topluluklar ve bireylerin yasalar temelindeki bireysel ve hukuksal iliş­kileriyle sınırlıdır. 'Kist' ise herkesin, çalıştığı iş ve sahip olduğu hak ora­nında bulunan gerçek payı arasındaki eşitlik anlamındadır; yasa ister onu tanısın, ister tanımasın. Adaleti sağlamak için adalet mekanizmasını ıslah etmek, 'kıst'ı sağlamak için adalet mekanizmasını ıslah etmek ve ekono­mik düzeni değiştirmek gerekmektedir; bunu da üst yapıda değil, altyapı­da yapmalıdır.

[13] Dr. Ali Şeriati, İktisat Sosyoloji-2-, İslam Ekonnomisi, Dünya Yayınları, (Çeviren: Kenan Çamurcu), İstanbul 2004: 39-53.

[14] Bekleyen bizim gibi oturup kapıya bakan kişi değildir! Bu anlama gelmez. Bekleyen, asla olumsuz olamaz; böyle olan biziz! İkinci bir mucize­nin meydana gelmesini bekliyoruz!

[15] Mele, bir toplumun ve bir devrenin güçlüleri; mütref, sözlükte, ken­disini hiçbir insani sorumluluk duymayacak ve bukalemun gibi insanların arasından çokça açlık, çile ve mahrumiyet çeken insanların arasından ge­çerken bile renk değiştirmeyecek kalıcı ve varlıklı gören ve hisseden kişi­ler; Rahib de, tarihteki din yalancılarının başlarıdır. Bu üçü eleledirler.

[16] Bunlar Kur'an'da tarihte gerçeklikleri bulunan üç insan şeklinde-dirler; ama sonra sembolik bir boyut kazanmışlardır.

[17] Rahib sınıfı daima halka egemen sınıfın yanında olmuşlardır. Nite­kim sihirbazlar ve melenin de firavunla elele olduğunu görüyoruz.

[18] İnfak, şuna üç kuruş, bu dilenciye bir miktar kömür vermektir. 'Na-feka' kökünden 'boşluk' anlamına gelmektedir. İnfak etmeyenler boşluğu doldurmayanlardır. Hangi boşluğu doldurmamaktadır sınıfsal boşluğu ve sosyal aralığı evlerine yığdıkları servetleriyle doldurmamaktadırlar.

[19] Şirk dinidir; isimler faklıdır, halk-karşıtı {tanrı ve tanrılar adına) bir dindir. Maber, dükkan ve sarayın üçü de bir ev olmuştu bu Kabil'in evidir.

[20] Dr. Ali Şeriati, İktisat Sosyoloji-2-, İslam Ekonnomisi, Dünya Yayınları, (Çeviren: Kenan Çamurcu), İstanbul 2004: 54-65.

[21] Dr. Ali Şeriati, İktisat Sosyoloji-2-, İslam Ekonnomisi, Dünya Yayınları, (Çeviren: Kenan Çamurcu), İstanbul 2004: 66-69.

[22] Dr. Ali Şeriati, İktisat Sosyoloji-2-, İslam Ekonnomisi, Dünya Yayınları, (Çeviren: Kenan Çamurcu), İstanbul 2004: 69-70.

[23] Dr. Ali Şeriati, İktisat Sosyoloji-2-, İslam Ekonnomisi, Dünya Yayınları, (Çeviren: Kenan Çamurcu), İstanbul 2004: 70.

[24] Dr. Ali Şeriati, İktisat Sosyoloji-2-, İslam Ekonnomisi, Dünya Yayınları, (Çeviren: Kenan Çamurcu), İstanbul 2004: 70-71.

[25] Filan kişi, Örneğin dünyanın aşağılık bir şey olmasından, herşeyin değersizliğinden bahseder. Para ve yaşantının yararsızlığını ve insanın maddiyata bu kadar dayanmaması gerektiğini sözkonusu eder. Sonra da kalkar der ki, "Beşyüz Tümen den daha az almıyorum!" Bu da bir tür mua­meledir (!) Okulda ve üniversitede ahlak dersi ve dinler tarihi dersi verir; mutlak maneviyat dersi verir ama yararı olmadığı için ücret ödemeseler!...

[26] Dr. Ali Şeriati, İktisat Sosyoloji-2-, İslam Ekonnomisi, Dünya Yayınları, (Çeviren: Kenan Çamurcu), İstanbul 2004: 71-75.

[27] Kıran: Kaçarlar devrinde İran para birimi. (Çev.)

[28] Elbette bu, sözkonusu duygular, şiir, sanat, müzik, biçbir teknik ve telkinle harekete geçirilmeyecek mevcut 'dindar insanların' iftihar etmesi­ne yolaçmamaiıdır. Çünkü bir din yozlaştığmda, dindar olmayan bilinçli ve uygar insandan çok daha geri kalır.

[29] Dr. Ali Şeriati, İktisat Sosyoloji-2-, İslam Ekonnomisi, Dünya Yayınları, (Çeviren: Kenan Çamurcu), İstanbul 2004: 75-80.

[30] Dr. Ali Şeriati, İktisat Sosyoloji-2-, İslam Ekonnomisi, Dünya Yayınları, (Çeviren: Kenan Çamurcu), İstanbul 2004: 80-82.

[31] Jean Isoule: La Sainte Çite, birinci çizelge: sonuç çıkarımı (Conclusion) Dr. Ali Şeriati, İktisat Sosyoloji-2-, İslam Ekonnomisi, Dünya Yayınları, (Çeviren: Kenan Çamurcu), İstanbul 2004: 82-83.

[32] Bu sıralama bugünkü ahlak krizinde ekonomik, sınıfsal ve siyasal etkenleri -daha güçlü etkenlerdir- görmezden gelmemiş olduğum içindir.

[33] Gerçi Epicures epikürizme inanmaz; tıpkı Marks'ın da marksist ol­madığı gibi.

[34] Dr. Ali Şeriati, İktisat Sosyoloji-2-, İslam Ekonnomisi, Dünya Yayınları, (Çeviren: Kenan Çamurcu), İstanbul 2004: 85-90.

[35] Dr. Ali Şeriati, İktisat Sosyoloji-2-, İslam Ekonnomisi, Dünya Yayınları, (Çeviren: Kenan Çamurcu), İstanbul 2004: 91-93.

[36] Buğday, hurma, kuru üzüm ve arpa.

[37] Koyun, deve ve sığır

[38] Altın ve gümüş para.

[39] Ebu Hureyre şöyle der: "Aylar geçer, ama Allah Resulü'nün evinden duman yükselmezdi. Sevdiği yemeği yağ ve hurma ile yoğrulmuş ve ısla­tılmış undu.

[40] Örneğin Uhud savaşıdır; bu savaşta, çoğunuğun oyuna uyarak ken­di görüşünün tersine davranmış; yenilgiye uğramalarına rağmen muhalif­lere serzenişte bulunmamış, hatta "ben demedim mi" bile dememiştir.

[41] 'Dua kitabı' f!) olan Meclisî'nin 'Zâdu'l-Mead'mın mukaddimesini okuyun ve yapabilirseniz gülme ve ağlamanızın önünü alın.

[42] Dr. Ali Şeriati, İktisat Sosyoloji-2-, İslam Ekonnomisi, Dünya Yayınları, (Çeviren: Kenan Çamurcu), İstanbul 2004: 94-123.

[43] Nahl 10-11

[44] Naziat 30-337

[45] Ba­kara 29

[46] Tekasür 1-2

[47] Miftahu'l Kerame, Seyyid Cevad Amuli, C. 7, sh. 10.

[48] Dr. Ali Şeriati, İktisat Sosyoloji-2-, İslam Ekonnomisi, Dünya Yayınları, (Çeviren: Kenan Çamurcu), İstanbul 2004: 124-133.

[49] Dr. Ali Şeriati, İktisat Sosyoloji-2-, İslam Ekonnomisi, Dünya Yayınları, (Çeviren: Kenan Çamurcu), İstanbul 2004: 134-139.

[50] Dr. Ali Şeriati, İktisat Sosyoloji-2-, İslam Ekonnomisi, Dünya Yayınları, (Çeviren: Kenan Çamurcu), İstanbul 2004: 139-140.

[51] Dr. Ali Şeriati, İktisat Sosyoloji-2-, İslam Ekonnomisi, Dünya Yayınları, (Çeviren: Kenan Çamurcu), İstanbul 2004: 140-142.

[52] Vakıa 68-69

[53] İbrahim 32

[54] Hicr 22

[55] Sahih-i Buharî, 3. Cüz, sh. 113; Ah-med b. Hanbel'in Müsnedi'i 1-J6613

[56] Dr. Ali Şeriati, İktisat Sosyoloji-2-, İslam Ekonnomisi, Dünya Yayınları, (Çeviren: Kenan Çamurcu), İstanbul 2004: 143-146.

[57] Dr. Ali Şeriati, İktisat Sosyoloji-2-, İslam Ekonnomisi, Dünya Yayınları, (Çeviren: Kenan Çamurcu), İstanbul 2004: 146.

[58] Dr. Ali Şeriati, İktisat Sosyoloji-2-, İslam Ekonnomisi, Dünya Yayınları, (Çeviren: Kenan Çamurcu), İstanbul 2004: 146.

[59] Dr. Ali Şeriati, İktisat Sosyoloji-2-, İslam Ekonnomisi, Dünya Yayınları, (Çeviren: Kenan Çamurcu), İstanbul 2004: 146.

[60] Hadid (Demir) suresinde geçiği üzere; "Andolsun, biz peygamberle­rimizi apaçık olan belgelerle gönderdik ve insanlar adaleti ayakta tutsun­lar diye onlarla birlikte kitabı ve mizanı indirdik. Ve kendisinde çetin bir sertlik ve insanlar için yararlar bulunan demiri de indirdik; öyle ki Allah kendisine ve peygamberlerine gayp ile (görmedikleri halde) kimlerin yar­dım edeceğini bilsin. Şüphesiz Allah büyük kuvvet sahibidir, üstün olan­dır." Allah'ın, peygamberini kitap ve terazi ile gönderdiğini ve bu risalet-ten hedefinin, insanların adaleti ayakta tutmaları olduğunu açıkladığını görüyoruz. Dikkat çekici olan, ara vermeksizin 'demir'i sözkonusu etmesi, daha sonra da, onunla Allah'a ve Allah'ın peygamberlerine bu risalete yardımcı olmaları şeklindeki halkın sorumluluğunu hatırlatması, sonun­da da Allah için zikredilen iki sıfatı belirtmesidir. Her iki kavramın da yükseklik ve gücü vardır; bunların hepsi, kitap ve teraziden hedefin ada­leti ayakta tutmak oludğu büyük doğrusunu Öğretmektedir. Ama bunun gerçekleşmesi 'demir'e bağlıdır; iman, bilinç ve kanun yeterli değildir.

[61] Al-i İmran 21-22

[62] Cin 14

[63] Dr. Ali Şeriati, İktisat Sosyoloji-2-, İslam Ekonnomisi, Dünya Yayınları, (Çeviren: Kenan Çamurcu), İstanbul 2004: 147-160.

[64] Dr. Ali Şeriati, İktisat Sosyoloji-2-, İslam Ekonnomisi, Dünya Yayınları, (Çeviren: Kenan Çamurcu), İstanbul 2004: 161-165.

[65] Burada bana yöneltilen bir eleştiriye değinmek istiyorum: Kur'an ayetlerini niçin istediğim gibi yorumladığım ve tevil ettiğim soruluyor, örneğin Adem kıssasındaki çamurun benim zannettiğim anlamda olma­dığı söyleniyor. Ben bu kavramların, simge mi, nesnel gerçeklik mi oldu­ğu yolundaki dış gerçekliğiyle ilgilenmiyorum. Kur'an, Adem'in yaratılı-şındaki bu gerçekliği, kötü kokulu kil' ve 'kile benzeyen toprak tortusu ifadeleriyle insanın olumsuz yarısını, yani ondaki fesad'a meyli ve tortu­ya meyli açıklamak istemektedir; yaratılış günümüzde Adem'in bedenini oluşturan maddi unsur değil.

Şaşırtıcı olan, bunların bana Kur'an üzerinde düşünme ve Kur'an'ın metninden yeni anlamlar çıkarma izni vermek istememeleridir. Kendileri 'besmele'nin b'sinden ilginç şeyler çıkarma; Kur'an'dan atom bombası ve Apollo 13'ü bulma; "Güneşe ve onun pırıltısına andolsun; ona uyduğu za­man aya, onu parıldattığı zaman gündüze, onu sarıp örttüğü zaman gece­ye..." (Şems 1-41 ayetlerindeki "güneş'i Peygamber, 'ay', Hz. Aîi, 'geceyi -ki karanlık ve yoiu kaybetmedir ve delaletle birliktedir- ÜmeyyeoğuÜarı hükümeti -oysa Allah'ın yemin ettiğini anlmamamakta ve unutmuş gö­rünmektedirler, yani Allah Ümeyyeoğuliarı hükümetine de mi yemin et­mektedir- olarak anlamlandırma hakkına sahiptirler, bense Kur'an'm en açık, en berrak kavramlarını kullanmaya hak sahibi değilim.

[66] Dr. Ali Şeriati, İktisat Sosyoloji-2-, İslam Ekonnomisi, Dünya Yayınları, (Çeviren: Kenan Çamurcu), İstanbul 2004: 166-168.

[67] Dr. Ali Şeriati, İktisat Sosyoloji-2-, İslam Ekonnomisi, Dünya Yayınları, (Çeviren: Kenan Çamurcu), İstanbul 2004: 168-172.

[68] Dr. Ali Şeriati, İktisat Sosyoloji-2-, İslam Ekonnomisi, Dünya Yayınları, (Çeviren: Kenan Çamurcu), İstanbul 2004: 173-175.

[69] Dr. Ali Şeriati, İktisat Sosyoloji-2-, İslam Ekonnomisi, Dünya Yayınları, (Çeviren: Kenan Çamurcu), İstanbul 2004: 175-177.

[70] Dr. Ali Şeriati, İktisat Sosyoloji-2-, İslam Ekonnomisi, Dünya Yayınları, (Çeviren: Kenan Çamurcu), İstanbul 2004: 177-179.

[71] Dr. Ali Şeriati, İktisat Sosyoloji-2-, İslam Ekonnomisi, Dünya Yayınları, (Çeviren: Kenan Çamurcu), İstanbul 2004: 179-181.

[72] Dr. Ali Şeriati, İktisat Sosyoloji-2-, İslam Ekonnomisi, Dünya Yayınları, (Çeviren: Kenan Çamurcu), İstanbul 2004: 181-183.

[73] Dr. Ali Şeriati, İktisat Sosyoloji-2-, İslam Ekonnomisi, Dünya Yayınları, (Çeviren: Kenan Çamurcu), İstanbul 2004: 184-189.

[74] Hikmet 200, Nehc'l Belağa

[75] Dr. Ali Şeriati, İktisat Sosyoloji-2-, İslam Ekonnomisi, Dünya Yayınları, (Çeviren: Kenan Çamurcu), İstanbul 2004: 189-191.

[76] Peygamber ve imamlar devrinde para Dirhem ve Dinar olduğu, (ya­ni nakitler, altın ve gümüş paraydı) kağıt para da kağıt olduğu, kağıt ise nakitler'in bir parçası olmadığı, ne gümüş, ne de altın olduğu için mecbu­ren şöyle diyeceksiniz: Öyleyse kağıt para ile yapılan bütün bu muamele­ler nedir?

Kağıt para ile hesaplanan ve ödenen şer'i yön ne olacak? Kapitalizm ve ekonomi çağında böyle bir inancı olan hocaefendi kağıt parayı kabul etmiyor mu? Özür dilerim, niçin bana soruyorsunuz?

[77] "... Allah'a ve Resulüne karşı savaş açtığınızı bilin..." (3/274)

[78] Şeriata sahtekarlık yapmak için başka onlarca şer'i yol icat edil­miştir; 'şart satışı', 'sulh', 'rehin1, 'selef satışı' (ne büyük bir faciadır!), 'hi-be-i muavvizi' vs. Sermayedar ve egemen sınıfın çıkarına olan konularda Safevî Şia'sının mollalarının artık gelenekçi, eskiyi kutsayan, donuklaş-mış, yeni düşüncelere karşı, içtihada ve dinde değişime muhalif olmadık­larını, tam tersine güzel düşünceli, hatta bid'at üreten, yenilik arayışı içinde olan, dinin zamana ve zamanın ihtiyacına uyarlanması taraftarı olduklarını görüyoruz, özellikle de egemen sınıfın; hums, zekat ve sehm verecek olan sınıfın; hayır, sadaka ve iyilik sınıfının ihtiyaç ve zamanına. Çünkü Safevi dinadamları 'piyasa'dan besleniyorlardı. Ayrıcalıksız aydı­nın ise kafası dolu ama cebi boştur; düşünsel ihtiyacı vardır ve Allah'ı an­lama arayışı içindedir, kandırma değil. Avam halk da, hikmetli Allah'ın -hikmet-i balığa ve meşiyyet-i ilahisine uygun olarak- kendilerine ne ilim, ne mal, ne de makam vermediği, bu nedenle de hayır ve hizmetin kayna­ğı olamayan kişilerdir.

[79] Seni katleden topluluğa lanet olsun, sana zulmeden topluluğa lanet olsun, bunu işittiği halde nza gösteren topluluğa da lanet olsun.

[80] "Güç, takva giysisi giydiğinde tarihin en büyük felaketi meydana gelir." 'Doğu ve Batıda Din' isimli kitap.

[81] Safevi dinadamlarının adap ve protokolü tam olarak saray ve soy­lu sınıfın adap ve protokol yığınıdır. Ali Kapu'dan Mescid-İ Şah'a kadar bir boşluk yoktur. Nitekim medreselerde, şia ve İslam'ın kültür tarihinde görülmemiş ve yeni olan uzun lakaplar ve çok sayıda protokol Safevi ve Kaçar saltanat sistemini taklidle dinadamları arasına girmiştir.

[82] Dr. Ali Şeriati, İktisat Sosyoloji-2-, İslam Ekonnomisi, Dünya Yayınları, (Çeviren: Kenan Çamurcu), İstanbul 2004: 192-197.

[83] Dr. Ali Şeriati, İktisat Sosyoloji-2-, İslam Ekonnomisi, Dünya Yayınları, (Çeviren: Kenan Çamurcu), İstanbul 2004: 198-203.

[84] İnfak, şuna ve buna şah gibi vermek, yedirmek, Allah ve müslü-manların başına kakmak, rahat bir vicdanla da uyumak ve bu havayla tüm imamları, tebrik eder bir durumda rüyada görmek değildir. İnfak, 'nefaka'dan çukur, boşluk anlarmnadır. İnfak, bu çukuru gidermek ve bu boşlukla mücadele etmektir.

[85] Dr. Ali Şeriati, İktisat Sosyoloji-2-, İslam Ekonnomisi, Dünya Yayınları, (Çeviren: Kenan Çamurcu), İstanbul 2004: 204-207.